“Dünyada ne kadar dert varsa,
hepsine yetecek gücümüz de var”
“Dünyayı dolaşın. Görebileceğiniz bütün rüyaların en muhteşemi!” der Ray Bradbury… Seyahat etmenin güzelliğini bir cümleyle özetleyerek. İşte öyle bir rüyaydı, Nijer’e uzanan yolculuğumuz. Daha önce yaptığım, notu tutulmuş, resmi çekilmiş, anekdotları hâlâ zihnimde saklı duran tüm seyahatlerin fevkinde; yaşadığım çağ ve alıştığım mekândan münezzeh, bilindik anlam ve ibarelerin çok ötesinde, tamamen kendine münhasır, olabildiğince özgün, belki biraz masal, belki düş arası ama gerçekliği bıçak kadar keskin bir coğrafyanın hikayesine dahil olmanın serüveni bu… Biliyorum kelimeler hislerimin tercümanı olamayacak, ama yeryüzünde hakikate şahitlik etmek boynumuzun borcuysa, anlatmalıyız cürümümüzün yettiği kadar…
Afrika; çocukluk yıllarımdan beri, belgesellerden bildiğim, kitaplardan okuduğum, bütün çabama rağmen yoksulluğu tanımlandırmada hafsalamın almadığı, daha ortaokul yıllarında coğrafya öğretmenine, ‘gerçekten böyle anlatıldığı kadar fakir bir kıta var mı,’ diye sorduğum Kaf Dağı’nın ardında, masalsı, ulaşılması güç, sanki perdeler arkasında dünya kurulduğu günden öylece kalmış, zaman tünelinde bir arpa boyu yol alamamış, bir kara parçasıydı. Gidip görmek, kara tenli, kara talihli fakat aydınlık yüzlü ve kalpli insanları tanımak, onlara sarılmak, dokunmak, dertlerine bir nebze de olsa çare olabilmek hep istediğim bir şeydi. Allah nasip ederse mesafeler anlamını yitirir…
2008 yılından beri BİSEG Derneği bünyesindeki GÖNÜLLÜLER adı altında Afrika’ya gele gide yol yapmış, orada hastaneler, yetimhaneler kurmuş, su kuyuları açmış, aşevi hizmeti vermiş, kısacası mazlum bırakılmış Afrikalı’nın temel hayati ihtiyaçlarını kendine vazife bilmiş güzel bir ekibin, GÖNÜLLÜLER’in bir ferdi olarak kervana dâhil oldum.
52 Gönüllüyle 9 Aralık Cumartesi günü Atatürk Havaalanı’nda buluştuk. BİSEG Derneği Başkanı Sayın İbrahim Ceylan öncülüğünde bölgeye götürülecek 4 ton tıbbi malzemenin bulunduğu kolilerle check in yaptırdık. 22. Gönüllüler Afrika yardım hareketimize, Adana Dost Eller, Umut Derneği, Kutup Yıldızı, Rida Derneği, Sağlık Bakanlığı, THY ve TİKA gibi güzel kuruluşların desteğiyle çıkıyoruz. Niyetimiz, bölgeye sağlık hizmeti götürmek, insanların sağlık sorunlarına çare olmak. Ve yoksul halka yardımda bulunmak.
Yeryüzünde Bir Yoksul Yer; Nijer!
Birbirini ancak havaalanında tanıma imkanı bulan, çeşitli görevlerle (doktor, hemşire, lojistik) ekibe dahil olan Gönüllüler olarak 6 saati aşan bir uçak yolculuğunun sonunda, akşam geç saatlerde Nijer’in Başkenti Niamey’e indik. Bizim Anadolu’nun otobüs terminallerini andıran bir havaalanı burası. Alışık olduğumuz ışıklandırmalar, durmadan kalkıp inen uçaklar, bekleme salonları, kafeler, yoğun kalabalıklar yok. Zaten ülkeye sınırlı sayıda uçuş yapılıyormuş. Türk Hava Yolları haftada 3 sefer düzenliyormuş Nijer’e; Fransa Hava Yolları’nın ise hemen her gün seferi varmış. Ülkenin resmi dili de Fransızca olduğundan Fransızca konuşan görevliler tarafından karşılanmak Afrika-Avrupa sömürge geçmişini daha ilk andan gösteriyor.
Nijer’de sarıhumma hastalığı yaygın olduğu için aşı kartı olmayanın ülkeye girişte sorun yaşayabileceği söylenmişti. Aşı yaptırmış ve kartımı yanıma almıştım. Ama girişte kart falan soran olmadı. (Normalde eşyasını sık kaybeden biri olarak aşı kartımı özenle muhafaza edebilmemin sevincini yaşayamadım) Neyse on parmağımızın izinin alınmasının akabinde ülkeye kabul buyrulduk.
Çalışacağımız hastaneler başkentten 800 km uzakta olduğu için geri kalan yolu karayoluyla kat etmek üzere dışarıda bizi bekleyen otobüslere bindik.
Yüzde 3’lük Bir Tarım Arazisi
Otobüsümüz karanlığın içinde, asfalt denen ama asfaltlığı kendinden menkul stabil sayılabilecek yolda, derin sarsıntılar eşliğinde sefere koyuldu. Fonda yerli müzik, içimizde bizi nelerin beklediği merakı, uykuyla uykusuzluk arasında, hasta olmasam bari dedirten bir gece ayazıyla yol aldık. Zaman zaman sarsıntıların şiddetiyle koltuklarımızdan koridora fırlayacak gibi olsak da kimse halinden şikâyetçi görünmüyordu. Sabaha karşı namaz için bir köyde mola verdik. Mola dediysem, tesis falan değil tabii. Kenar köşede alınan abdestlerle, köyün küçük kerpiç mescidinde yerlilerle birlikte saf tutuk. Nijer’deki ilk namaz, mescidi dolduran yerli halkta ibadet bilincinin yoksulluğun önüne geçtiğini görmek açısından güzel bir anı olarak kaldı.
Namaz sonrası gün ışırken, yol boyunca seyrek sepelek de olsa ağaç kümeleri görmek moralimi yükseltti. Çünkü yüzde 88’i çöl olan bir ülkede uzun bir çöl yolculuğu yapacağımızı sanmıştım. Nijer, 1.267.000 km²’lik yüzölçümüyle Türkiye’den büyük bir ülke. Ancak, topraklarının ancak yüzde 15’lik kısmı yaşamaya, yüzde 3’ü tarıma müsait. İşte bizim yol aldığımız kısım da bu alanın içindeymiş. Yılın belli zamanları yağış alan bu bölgede halk daha çok tarım ve hayvancılıkla geçimini sağlıyormuş. Fakat Nijer Nehri çevresindeki tarıma müsait sınırlı arazinin 20 milyonluk genç bir nüfusu beslemeye yetmediği son derece aşikar. Yol boyunca gördüğümüz birbirine yakın mesafelerle sıralanan köyler, tek göz odalı kerpiçten ya da kamıştan yapılmış evler, ekim dikimden yoksun verimsiz araziler ve insanların pürmelâli yoksulluk seviyesini anlamamıza kafi…
Göz Hastanesinin Olduğu Aguie’de
16 saati aşkın yolculuğun ardandan çalışacağımız hastanelerin bulunduğu Tessoua ve Aguie şehirlerine yaklaşınca mola verdik. Nijerliler bizi nasıl özlemle ve sevgiyle beklediklerini göstermek için, üzerinde “Hoş geldin Türkiye” yazan pankartlar hazırlamış, yol boyunca sıralanmışlar. Durup hepsiyle selamlaşıyoruz. Yüzlerde mutluluk ve şükran hisleri… Eller dostça ellerimize uzanıyor. Çocuklar etrafımızı sarıyor, kadınlar kucaklarındaki bebekleriyle karşılamadaki yerlerini almışlar. Yerli dilde, bize sevgi ve sempatilerini ifade ediyorlar. Aralarına girip sarılıyoruz. Birbirimizin dilini bilmesek de kadın olmanın, kardeş olmanın huzuruyla gözlerimizle anlaşıyoruz. Belli ki onlar için yüzyıllardır topraklarını aşındıran beyaz ırkın alışılmış, o buyurgan, tepeden bakan, sömüren, ezip geçen ve kendini dünyanın efendisi gören insan profilinin dışındayız. Bunun bizden önce kardeşlik bilinciyle bölgeye gidip gelen ve mazlumun gönlünü ve güvenini kazanan öncülerin sayesinde olduğunun da farkındayız.
Öğleye doğru, çalışacağımız göz hastanesinin de bulunduğu Aguie şehrine geliyoruz. Burada da bizi yoğun bir halk kitlesi karşılıyor. Geleceğimizi günler öncesinden haber alan yüzlerce insan, hastane bahçesinde adeta konuşlanmış. Kimi muayene olabilmek, kimi kataraktan görmeyen gözünü ameliyat ettirmek, kimisi de dağıtılan yemekle karnını doyurabilmek için burada bizi bekliyormuş. Toprağın üstünde oturarak, uyuyarak, uyanarak geçen günleri duyunca üzülmemek mümkün değil. Gri bir gökyüzünün altında, bir toz kümesinin arasında çoluk çocuk, kadın erkek, yaşlı genç, umutla yolumuzu bekleyen şu mazlum kitlenin yükü bir anda omuzlarımda taşınması kutsal bir ağırlığa dönüşüyor.
Çaresizlikle umut arasında gidip geliyorum. Sonra yoğun bir ağlama hissi bastırıyor. Sanki dertlerin büyüklüğü karşısında, gücümün küçüklüğü çarpışıyor içimde. Neyse ki böyle yerlerde ekip ruhu imdadına yetişiyor insanın. Allah’a şükür, çok güçlü ve tecrübeli insanlarla yola revan olmuşum. Hemen ilk dakikadan itibaren işe başlanıyor. Getirdiğimiz tıbbi ilaç kolileri hastaneye taşınıyor. Ameliyathane, toplum sağlığı ve diş kliniği bölümleri hızla gözden geçiriliyor. Şehrin hastanesi de insanları kadar bakım ve donanımdan uzak. Sonraki günlerde burada verilen devasa hizmeti görünce, ilk günkü karamsarlığım yerini umuda bırakıyor. İşin şartlarda değil gönüllerde bittiğini anlıyorum.
Gece geç saatlere kadar sürüyor hazırlık. Yol yorgunu olmak, gönlünle iş yapmanı engellemiyor. İlk günden hizmete başlamak için ameliyat masaları, araç gereçler düzenlemeden geçiriliyor. Sabah erkenden ameliyatlar başlayacak.
* **
Konaklama Şehri Tessaoua
Konaklama yerimiz olan bir saat uzaklıktaki Tessaoua şehrine geliyoruz. İki günlük yol yorgunluğunu atmak için her çeşit konfordan uzak otel odalarımıza dağılıyoruz. Bakımsız yataklar kuş tüyü kadar rahat geliyor. Tek korkumuz, sivrisinekler. Nijer’de sıtma çok yaygın ve koruyucu spreylerle tedbir alıyoruz.
Ertesi sabah, kahvaltıdan sonra ekip farklı şehir ve hastanelerde çalışmak üzere ikiye ayrılıyor. Üniversiteyi hemşirelik bölümünden mezun olarak bitirdim. Ancak yıllardır mesleğimi yapmadım. Üstümde acemi bir heyecan. Göz cerrahisi grubundayım. Aguie şehrine gitmek üzere yola çıkıyoruz. Birbirini yeni tanıyan, birlikte iş yapmak için gönlünü alıp yola çıkmış GÖNÜLLÜLER ekibimiz uzman doktor, hemşire, rehber ve lojistik biriminden oluşuyor. Dosteller Derneği Başkan Yardımcısı Bülent Bey’in yaptığı dua güne motivasyonumuzda oldukça etkili. En çok “Biz iyi niyetle yola çıktık, bizi iyilerle karşılaştır Allah’ım!” bölümünü seviyorum.
Yeryüzündeki bütün iyilik hareketlerinde bu niyet çok önemli tabii ki… Yüzyıllar boyunca Afrika’da babasının çiftliği gibi at koşturmuş, bölge halkını parya gibi kullanmış, yeraltı, yer üstü kaynaklarına göz koymuş, el atmış, almış, götürmüş, iliğine kadar sömürmüş beyaz adamın, Batı ve işbirlikçilerinin niyetinden, eşkıyalığından elhamdülillah beriyiz. Yalnızca Allah rızası için Ümmet’in mazlumlarına yardım şuurunu üstlenmişiz. Kötülüğün ışık hızıyla yayıldığı bir dünyada alıcısı az iyiliğin temsilcisi olma gayretindeyiz. Bundan âlâ mutluluk olmadığını düşünüyorum.
Yürek Burkan Siluetler
Alışık olmadığımız görüntüler akıp gidiyor aracın camından. Dünya yoksulluk sıralamasında 3. Olan Nijer’de bulunduğumuzu bilmeme rağmen gördüğüm imkânsızlıklar, manzarayı sıradanlaştıramıyor. Kanıksamak için taş kalpli olmak gerek. Dram öyle büyük ki… Şehir, köy, kasaba kavramı sanki anlamını yitirmiş burada. ŞEHİR DENEN YER; tek göz odalı, kerpiç evlerin, kamıştan kulübelerin, içinde ne satıldığı kendinden menkul dükkân adı altında derme çatma barakaların, sabahın erken saatinde tozun toprağın içinde konuşlanmış işportacıların, eli bidonlu seyyar benzin satıcılarının, gariban hayvan tacirlerinin, başındaki tepside bir şeyler satmaya çalışan yalın ayaklı, terlikli, üstü başı pejmürde eğitimden yoksun çocukların, gençlerin, kızların, yol üstünde hamur kızartarak evinin nafakasını çıkarmaya çalışan kadınların, kısacası kâh bir kaosun içinden el sallayan, kâh çaresizliğine varlığınızdan umut devşiren dost duruşlu kara tenli, kara gözlü insanların sanki belirsiz bir zaman tünelinden size gülümseyen SİLUETLERİNDEN ibaret. Ya da adı konulmamış bir çağın ortasında kaybolmak gibi bir şey bu!
Bunca iç yakıcı manzaranın müsebbibini sorguluyor insan ister istemez. 21. yüzyıl dünyasında bu kadar geri bırakılmanın suçlusunu arıyor. Birilerine çatmak, çarpışmak istiyor. Bu fakirliğin nedeni, yalnızca Nijer’in topraklarının yüzde 88’nin vaha olmasıyla izah edilemez elbet. Allah’ın yeryüzünde yarattığı her kulunu yaşayabileceği ölçüde rızıklandırdığına inanan biri olarak, buradaki yokluk sebebinin Nijer’in kendi doğal kaynaklarına malik olamamasından kaynaklandığını biliyorum ve bu her vicdan sahibi gibi bana da ağır geliyor.
Neyse ki “Dünyada bir kişi üşüyorsa, sen ısınamazsın.” diyen dervişlerin yaşadığı bir dünyadayız ve buradaki hayatı kapitalist dünyaya ayna yapıp tutmak elimizde…
Süregelen Kabile Kültürü ve Nijer’in Makûs Tarihi
Ülkeleri sadece bugünkü durumuyla algılamak, çoğu zaman yanıltıcıdır. Bölgenin tarihini bilen bilir. Kısaca değinecek olursak; Kendini insanlığın efendisi olarak gören Anglosakson ırk, dünyaya verdiği pek çok zararın yanında Afrika denen Kara Kıta’nın da zenginliklerine göz diker. Bölgeyi köleleştirmek için, yüzyıllar boyunca iç savaşlarla yıpratır, bölüp parçalar, yeraltı ve üstü bütün zenginlik kaynaklarına hükmeder, şımarık çocuklar gibi harita üstünde yer beğenir, fütursuzca işgal eder. Nijer’in bahtına da Fransızlar tarafından sömürülmek düşer. 18. Yüzyılın sonlarında Nijer’i işgal eden Fransa, gerek ülkenin insan gücünü, gerek madenlerini dilediği gibi kullanır. Karşılığını ödemez. Misyonerlik çalışmalarıyla halkın maneviyatı ve inancı üzerinde baskı ve yaptırımlar uygular. Gittikçe yoksullaştırılan Müslüman halkın ise buna karşı duracak gücü olmaz. İslami bilinç zayıflar. Hurafeci ve afyon niteliğinde bir din algısı bilinçli bir halde empoze edilir. Fakat tüm bu acımasız projelere karşı Nijerliler dinini değiştirmez. Bugün halen halkın yüzde 99’ı Müslüman kalmayı başarmış durumda! Buna rağmen devletin resmi bir dini yok. Laiklik ise her alanda kendini özgürce ifade edebiliyor. Nijer 1960’da bağımsızlığını ilan edip çok partili demokratik sisteme geçse de ne yazık ki ülkenin kaderinde değişen pek bir şey olmamış. Kabile kültüründen sıyrılamayan ve geçim derdinden başını kaldıramayan halk hiçbir şeye itiraz yetisine sahip değil. Siyasi istikrarsızlık her alanda kendini gösteriyor. Ülke 2010 yılından beri cunta idaresiyle yönetiliyor ve Fransa’nın siyasi, iktisadi, içtimai her çeşit baskısı sürüyor. Ülkedeki telefon şirketleri, uranyum, kömür, petrol, doğalgaz, demir, fosfat gibi yer altı zenginlikleri hepsi Fransızların işletiminde… Ve en acısı da halkın Fransızları hâlâ efendileri gibi görmeleri ve kendilerini topraklarında köle gibi hissetmeleri…
Evet gittiğin ülkenin tarihini bilmek bugününü anlamanı kolaylaştırıyor. Ama maalesef acıyı azaltmıyor. Belki de yolculuklar bunları anlamak ve hissetmek için var.
Nijer’de En Çok Görülen Göz Hastalığı Katarakt:
Bir saatlik yolculuktan sonra Aguie’deyiz. Hastanenin bahçesi dün bıraktığımız gibi… İnsanlar sanki yerlerinden kıpırdamamış. Umut içinde muayenelerin başlamasını bekliyorlar. Hepimizi günü yakalama telaşı sarıyor. Ve çok geçmeden başlıyor ameliyatlar…
Bizim ülkemizde katarakta daha çok yaşlılarda rastlanırken Nijer’de büyük-küçük herkeste görmek mümkün. Hatta konjenital katarakt bile olağan bir durum haline gelmiş. Doğduğu günden bu yana körlük nedeniyle günışığını görememiş insanların sayısı hiç de azımsanacak gibi değil. Bunun, yetersiz beslenmeye, iklim şartlarına, toza, toprağa, uzun süre şiddetli ışığa maruz kalmaya, göz travmaları gibi sebeplere bağlı olduğuna dair açıklamalar var. Ancak bir insanın katarak gibi basit bir göz hastalığı yüzünden ömrünü karanlıklar içinde geçirmesine makul bir açıklama bulmak zor! Çok şükür ki, işte bu zorlukları ortadan kaldırmak için gelmiş bir ekibiz. 12 gün boyunca yoğun bir mesaiyle çalıştığımız ameliyatlar sonrası yüzlerce göz hastasının ışığa kavuşmasına vesile olmak bir nebze de olsa hepimize teselli kaynağı oluyor.
Bu insanları gözlemlemek, öykülendirmek buraya geliş amaçlarımdan bir diğeriydi. Ve hepsi aynı hastalıkla tanımlanmış olsa bile her hastanın kendine özgü bir hikâyesi vardı. Bu anekdotlar bir araya toplansa ciltlerce kitap olabilir. Bu hikâyelerde 6-7 yaşlarına kadar günışığını görmemiş, babalarının elinden tutarak hastaneye getirdiği küçük çocuklar gördüm. 16 yaşına kadar yine katarakt sebebiyle körlük çekmiş genç kızların aydınlığa kavuşma sevincine tanık oldum. Ameliyattan çıkan bir genç kızın ameliyathanenin kapısında karşılaştığı kendi yaşlarındaki arkadaşına, “hiç acımadı sen de korkma” deyişi hepimizi duygulandırdı. Kendini dolaştırmaktan aciz 60-70 yaşındaki insanların, ışığa kavuşunca nasıl gülümsediklerini, yol yürüdüklerini görmek, dualarını işitmek, şükürlerine ortak olmak bütün yorgunluğumuzu aldı.
Görmemek İş Yapmaya Engel Değil
Ameliyatlar son hızla sürerken hastaların genel hali ise ayrı bir üzüntüsü konusuydu. Gerek giyim kuşamları, gerek hijyen yönünden öyle mağdur ve acınacak haldeler ki… Onların ameliyat masasına inip çıkmalarına yardımcı olurken, artık bedenlerinin ruhlarını taşımaktan aciz olduğunu hissediyorum. Ameliyat masasına uzanıp da ayakları ayakkabı görmüş, yıpranmamış, derin çatlaklar oluşmamış, topukları nasırlaşmamış bir Allah’ın kulunu göremedim Afrika’da. Ellerde, yüzlerde bıçak çiziği gibi derin çizgiler ve her çizgide bir keder gizliydi sanki… İşin bir başka acı boyutu, o görmeyen gözlerine rağmen çalışmaktan da muaf tutulmamışlar. Arzın üstünde diğerleri gibi işe güce koşulmuşlar. Mesela ameliyat için gelmiş 16 yaşına kadar körlük yaşamış genç kızın ellerine baktım. İncecik bilekleri ve parmaklarıyla yıllarca dibek dövmekten avuçları nasır bağlamıştı. Körlük başlı başına bir illetken, belli ki yediği ekmeği hak etmek için de kendini bildi bileli çalışmış, elleri nasırlaşıncaya kadar dibek dövmüştü. Üstelik dünyayı hep böyle bildiğinden ne olduğunun, kim olduğunun, nasıl güç bir hayat sürdüğünün farkında bile değildi. Bu öyküler bize tuhaf gelse de, belki de Afrikalıya hissiz. Çünkü bu genç kızın ve diğerlerinin etrafındaki yakınları dahil herkes, gözünün görmediğini, narin bedenini, hüznünü, kederini hesap edemeyecek kadar çaresiz. Elleri nasırlaşıncaya kadar dibek dövmek Afrikalı için en sıradan iş… Yeter ki dövecek tahılı olsun.
Bunlara tipik bir örnek olarak, ekibimize Bülent Bey’in anlattığı efsaneleşmiş, bir başka hikâyeyi de burada aktarmadan geçemeyeceğim. 38 yaşındaki doğuştan katarak hastası, çaresizlikle umut arasında gelip giden Ebubekir’in hayatı bu. Bulunduğumuz Aguie şehrine beş saat uzaklıkta bir köyde yaşayan doğuştan kör bir adamcağızdır Ebubekir. Yoksul ve karanlık dünyasına rağmen iki evlilik yapar. Ancak eşleri geçim derdinden onu terk ederler. Ebu Bekir üçüncü evliliğine niyetlenir, fakat talip olduğu hanım, ona evlenmek için gözlerini açtırmasını şart koşar. Bu ise zor bir istektir. Nijer’de kırsalda yaşayan 300 bin insandan birine bir doktor düştüğünü hesap eder ve ameliyat masraflarını da buna eklersek imkânsızdır neredeyse. İşte Ebubekir bu kahırlı günlerinden birinde radyo’dan Türkiyeli doktorların Nijer’e geldiğini ve yaptıkları ameliyatları duyar. Kalkıp gitmek için can atar. Ama ne yol parası vardır, ne de hastaneye gidecek bir göz aydınlığı. Yokluktan yine eli kolu bağlı… Ebubekir’in üzüntüsüne ve çaresizliğe gönlü elvermeyen bir arkadaşı, yol masrafını üstlenerek onu şehre götürüp getirebileceğini söyler. Ebubekir, ne desin, sevinçle kabul eder bu müthiş teklifi. Sonra uzun bir sopanın bir ucundan arkadaşı Nasureddin tutar, diğer ucundan Ebubekir; arkadaşının sponsorluğunda günler süren bir yolculuk sonrasında hastanenin olduğu Aguie’ye ulaşırlar. Sonrası tam bir şenlik, şölen…
Ebubekir’i ve arkadaşını dinleyen Gönüllüler ekibi, 38 yılını sırf katarakt yüzünden karanlıkta geçiren bu adamcağızı hemen ameliyata alırlar. İki gözü de Allah’ın izniyle açılır. Ebubekir’in ışığı gördüğü o anki sevincini tarif edemiyorlar. Akşama kadar gülüp dua etmiş. teşekkür etmiş. Sevincinden yerinde duramamış.
Sonrasında Gönüllülerin katkılarıyla hem arkadaşı Nasureddin’in sponsorluk ücreti bol bol kendisine iade edilir hem de Ebubekir’in evlenebilmesi için gerekli olan para karşılanır. Artık iki gözü de gören evli barklı bir adam o…
Afrika’da insan böyle gökten üç elma düşmüş tadında hikâyeler dinleyince çıktığı yolculuğun değerini daha iyi anlıyor. Ebubekir ve onun gibi tüm mazlumların duasını kazanmak, kendi dertlerini unutmak için adeta bir panzehir etkisi bırakıyor…
Aguie’de İlk Cuma; Alınları Toprağa Değen İnsanlar
Nijer’e geldiğimizden beri, ekipte bir cuma namazı muhabbeti dönüyordu. Cuma günleri Nijerliler kadın, erkek, çocuk en güzel, en yeni, en temiz giysilerini giyip mescitlere akın ediyor ve cuma namazı bir şölen havasında kılınıyormuş. O ortamı yaşamak, Nijerli mazlumlarla saf tutmak, dualarına ortak olmak istiyorduk. O gün öğleye doğru ameliyatlara ara verdik. Ekip olarak cuma namazının kılınacağı camiye gittik. Öyle ki şehir sanki buraya akmıştı. Bahçeden itibaren saf tutmuş cemaatin arasına karışarak, kadınların olduğu mescide doğru ilerledik. Nijerli kardeşlerimiz bize aralarında yer verdiler.
Camilerin bu mistik atmosferi bütün kalpleri aynı şekilde mi sarıp kuşatır bilmiyorum; fakat ben mescitlerimizi en çok birbirimizin arasındaki farkları, mesafeleri, önyargıları, sevgisizlikleri, dünya zevklerini, isteklerini kaldıran yönüyle seviyorum. Orada da bu duyguyu bütün benliğimle hissettim. Evet, kendi toprağında mazlum olmak, güçsüz ve aciz bırakılmak insanlık için en ağır bedellerden biri. Fakat acıdığın, merhamet ettiğin, naçizane yardım elini uzatmak için binlerce kilometre yol geldiğin bu insanların namaza olan dikkat ve özenlerini görmek, birlikte saf tutmanın heyecanını yaşamak o an bütün dünya dertlerinin gelip geçici olduğunu anlatır gibiydi. ‘Rabbine kulluk ediyorsan arzın hangi köşesinde yaşarsan yaşa, kalbin O’nun sevgisiyle çarpıyorsa, dünyanın keyfi de kederi de teferruat!’ dedi içimdeki ses… Burada şu acıdığımız, saf tuttuğumuz nice insan elbette bizden daha sevgili olabilirdi Allah katında. Sonra iyi ki ahret var ve iyi ki orada kimse hiçbir şeyin yoksunluğunu hissetmeyecek diye umutla duaya durmak, dünya kederlerini bir nebze de olsa unutturuyordu insana… Sonsuzluk bir realite, belki de yaşadığımız şu an bir illüzyondan ibaretti… Caminin mistik havasında sanki bütün dertler dökülüp gitti avuçlarımızın arasından…
Bir de şunu gördüm ki, Nijer’de halk cuma kadar beş vakit namazına da düşkün. Salat, günlük ritüellerinin olmazsa olmazları arasında. Alınları saf toprağa değen insanların ülkesi burası…
Çekirge Kızartması, Üstü Sinek Bulutu Etler, Sebzesiz Meyvesiz bir Pazar
Nijer’e gittiğimizden beri, anlatılan şeylerden biri de Aguie’de kurulan pazardı. Gelişimizin ikinci haftasına rastgelen salı günü ekip olarak bu kez de pazarın yolunu tuttuk. Gitmeden önce pazarın da halk kadar fakir olduğunu çok dinlediğimden şahsen niyetim alışverişten ziyade ortamı görüp, genel kültür gözlemi yapmaktı. Meyve almayı da azıcık hayal etmedim değil! Ama daha pazara adımımı atarken hayallerim suya düşüverdi. Afrika’nın toprakla imtihanı en çok burada görülmeye değerdi herhalde. Bir toz toprak deryası içinde yerlere açılan sergiler, geçim derdindeki gariban satıcılar, gözünün gördüğü yer perişanlık, dram… Bizdeki gibi ne bir yeşillik ne türlü meyve sebze, ne giyim kuşam… Sanki bize 100 sene öncesinin imkânsızlıklarını gösteren bir zaman dilimindeydik.
Her adımda kalkan toz bulutu içinde şöyle bir turladık pazarı. İnsanın adeta nefesini kesen toz, keşif isteğini alıp götüren cinstendi.
Pazardan aklımda kalanlar ise, kabaktan yapılan derin süslü kaplar, Binbir Gece Masalları’nı hatırlatan gizemli baharatlar, sinek bulutu içindeki etler, Tepeleme yığılmış çekirge kızartmaları, hanımların yağın içine atarak kızarttıkları küçük hamurumsu parçacıklar, milet adını verdikleri kuşyemini andıran tahıl… (Milet Nijer’in besleyici en önemli tahılıymış.) ve daha neye yaradığını anlamadığım, bu insanlar gerçekten neyle besleniyor diye dönüp dönüp kendime sorduğum ve işin içinden çıkamadığım anlardan sonra bir şey almadan hastaneye dönüş…
Bizim bir şey alamamamızın hiçbir önemi yok tabii ki… Çekirge yemeye mahkûm edilmiş bir halkın yanında, kendi bol imkânlarımızı sorgulayıp daha da dertlendik sadece. Bu pazara bile çıkamayan, canının çektiğini alamayan halkın tevekkülünü tarif ise zorluyor satırları…
Keçi Dağıtımı
Gönüllüler ekibinin her seyahat sırasında geleneksel hale getirdiği hayır işlerinden biri de yerel halkın geçimine katkıda bulunmak için onlara keçi yardımı yapmak. Keçi, Nijer şartlarında kolay beslenen bir küçükbaş. Aileler tarım ve hayvancılıkla hayatta kalmaya çalıştığına göre onlar için düşünülmüş en güzel hediye bu. Bir aileye bağışlanan üç keçi, diğer senelerde çoğalarak onların geçim yüküne bir nebze de olsa katkıda bulunuyor.
Keçiler alınmış, aileler tayin edilmiş, biz de ekip olarak, dağıtımın yapılacağı köye gitmek üzere yola çıktık.
Geleceğimizi haber alan köylüler, ellerinde dövizler ve Türk bayraklarıyla yine coşkulu ve içten tavırlarıyla karşılıyorlar bizi. Öncesinde köye getirilen keçiler, iplerle bağlanarak özellikle dul ve yetim ailelerine pay edilmiş. Köyde adeta bir bayram havası esiyor. Bu dağıtım sırasında köylülerin şükür ve dua hislerine şahitlik etmek, onların sevincine ortak olmak, sarılmak, dokunmak, birbirimize sevgi ve hürmetimizi sunmak ayrı güzeldi.
Bu keçilerden sağılan sütle doyacaktı, Afrikalı çocuk. Kadın olmanın, anne olmanın bütün zorluklarını üstlenmiş Afrikalı kadının yüzü gülecekti. Belki küçük ama kutsal tesellilerdi bunlar…
Dağıtım sonrası köyün sokaklarını dolaştık. Tek tip insan olmaya direndiğimiz şu bencil ve modern çağda, tek tip sitelerde yaşamaktan bunaldığımız şehir hayatında Afrikalının tek tip bir eve bile sahip olamama çaresizliğini gördüm. Ev denen şey, dört briketten duvarın ortasındaki kare boşluktan ibaretti. Başımı kapılardan uzatıp içlerine baktım. Yerler toprak, halı kilim yok. Yine 4-5 biriketin yan yana getirilmesiyle oluşturulmuş ve üstüne karton serilmiş yataklar, evlerdeki tek eşya … Bir de birkaç eski tastabak o da eşyadan sayılırsa…
Kadınlar sokaklarda dibek denen ilkel döveçlerle milet dövüyorlardı. Yetiştirdikleri tek tahıldan yaptıkları çorba ve ekmek ana öğünleriymiş. Belki de miletten başka besin bilmeyen dolu insan yaşıyor Nijer’de. Dibek döven kadınların yanlarına gittim. Hepsinin yüzü gülüyordu. Köylerine uzaklardan misafir gelmesi, hayatlarına ilgi duyulması az şey değildi onlara göre… Bize göre az olan ise yaptıklarımızdı. Dünyanın Afrika’ya olan vicdanıydı. Bunca yoksulluğu görünce, yapılacak daha çok iş olduğunu fark etmek hem üzüyor, hem de bileyliyordu insanı.
Nijer’e Dair Ne Varsa…
Nijer’de geçen iki hafta zarfında…
-Nijer bütün yoksulluk ve çaresizliklerine rağmen saf, temiz ve mahzun insan yüzleriyle aklıma kazındı.
-Allah’ın arzında derin vahalar arasında, ilkel bir yaşam savaşı veren bu insanlarla on beş gün geçirmek, hayatı daha derin manalandırma ve kendimle hesaplaşmada bir turnusol kâğıdı işlevi gördü. Pekala, ben de burada yaratılmış olabilirdim, vurgusu bir guguklu saat gibi beynimde döndü durdu.
-Asırlardır kendi ülkelerinde parya muamelesi gören, Fransızların bütün sömürü ve baskılarına karşın dinlerini değiştirmeyen, Allah’a tevekkül etmiş, namazını terk etmemiş, yaşadığı toprağı mescit edinmiş, yollarda, toprağın üstünde ibadet eden bu halkın varlığı, tevekkülün yoksulluk ya da zenginlikle bir ilgisinin olmadığını tescilledi aynı zamanda…
-Nasıl idare edildiklerini, nasıl bir ülkede yaşadıklarını sorgulamaktan aciz, direniş ruhundan habersiz, hâlâ kabile mantığıyla hareket eden bu insanların ölümün kıyısındaki yaşama tutunma mücadelesine şahitlik etmek müthiş sarsıcıydı. Bir o kadar da mühim bir tecrübe!
-Yaşadığı çilelerden dolayı, dünyaya ve çevresine karşı güvensiz, daha doğar doğmaz çocukları kaçırılmasın, kimseninkiyle karışmasın diye kabilelerine özgü figürlerle yüzlerini damgalayan, bazen bir artı işareti, bazen çizgi şeklindeki işaretlerle ailesini korumaya alan bu insanları gidip görmek, Afrika gönüllüsü olmanın sorumluluğunu yaşattı. Gidip görmesem, bunları ne seyrettiğim belgeseller ne de kitaplar bana hissettirebilirdi. Artık bu Kıta’ya daha fazla minnet ve insanlık borçluyum.
-Afrika gerçekten dünyanın hem en acınası, yardıma muhtaç, hem de en tevekkül sahibi insanların yaşadığı kıta olarak hafızamda yerini aldı. Küçük dertleri kendine dert eden, sahip oldukça mutmain olamayan, kendi mahallesinden başını uzatıp ötelere bakmayan bencil, bireyci tutkulara ayna oldu.
- Yıllardan beri yazıya gönül vermiş biri olarak, bu gördüklerimin ve hissettiklerimin şahitliğini yapmazsam, ödevini eksik yapmış çocuklar gibi rahat edemeyeceğimi bildiğimden, evime döner dönmez, yazının başına oturdum. Bazen attığınız küçük sayılacak bir adım size kocaman bir dünyanın kapılarını aralar. Çok şükür bu kapıdan geçtim. Ve ekibimizin parolası haline gelen “BEN BİR AFRİKA GÖNÜLLÜSÜYÜM!” sloganını içselleştirebildiğim kadar bu seyahatin anlamına vakıf olacağımı fark ettim.
Bu güzel yolculukta, güzel insanlar tanımak, dostlar edinmek de ayrı bir huzur kaynağı oldu. Seyahatler hakiki dostlukların başlangıcıdır. Bazen de dost sandıklarını seyahatlerde yitirirsin. Fakat çok şükür ki burada pek çok güzel insan tanıdım. Mesai sınırlamasına takılmadan zamanını en iyi şekilde kullanmaya çalışan, mesleğine vakıf harika insanlarla birlikte hareket etmenin bahtiyarlığını yaşadım. Yıllardır sağlık sektöründe olmamama rağmen kısacık zamanda bütün acemiliklerimle kendimi bu ekibine ait hissettim. Onların engin tecrübelerinden faydalandım. Ekimizdeki herkes gönlünü alıp gelmişti ve inanıyorum ki gönlünün bir köşesini orada bırakıp döndü…
Buradan 12 günde 725 katarakt ameliyatı yaparak, yüzlerce insanı ışığa kavuşturan ve onların hayır dualarını alan göz cerrahisi ekibimizi isimleriyle anmak isterim. Değerli ekip Başkanımız Dr. Selim Genç, Prof. Dr. Şafak Karslıoğlu, Dr. Salih Kamadan, Dr. Levent Ölmez, Dr. Kamil Yavuzer, Dr. Fariz Sadıgov, Dr. Zakarrya Abdellatif, Sevgili Hemşire arkadaşlarım, Ayşe Tunç, Fatma Gülşah Sert, Sırma Merter, Yasemin Sarı, Songül Erbasan, Alime Arslan, İnna Larinova, sizinle birlikte yol almak güzeldi. Allah hayrımızı kabul etsin.
Ayrıca değerli emek ve gayretlerinden dolayı lojistik birimimizden, halk sağlığı, diş sağlığı doktorlarımızdan ve cerrahi hastanesinde kısıtlı imkanlarla yüzlerce hastaya hizmet veren ve operasyona imza atan tüm Gönüllü doktor ve hemşirelerinden Allah razı olsun.
Seyahatimizin resimlerini çeken ve o ruhu resimlerine yansıtan, yazımda da resimlerini kullandığım Coşkun Aydın ve Aguie ekibinin her işine ayrı bir kolaylık sağlayan Bülent Mutlu Bey’e kalbi teşekkürlerimle…
Ve… böyle güzel bir ekibi bir araya getirerek, bunu her altı ayda bir tekrarlayan, GÖNÜLLÜLER Başkanı Sayın İbrahim Ceylan, dilerim hayra olan bu yolculuğunuz kesintisiz sürsün. Dilerim nerede bir mazlum varsa yüzü gülsün… (Amin)
Bu seyahatin bende bıraktığı en derin iz… Yeryüzünde ne kadar dert varsa, hepsine yetecek kadar da gücümüz var, gerçeği! Bu aşkla yola koyul! İyiliğin nasıl bulaşıcı bir şey olduğunu gör!
Hayat kısa… İyilikler baki…