Söylemler değişiyor çünkü zihinsel kodlar ve pratikler epeyce değişti hatta kritik pek çok alanda savrulmalar, başkalaşmalar yaşandı. Muhafazakâr-dindar çizginin siyasi, bürokratik, akademik aktörleri başta olmak üzere farklı sahalardaki temsilcileri öncelikli ve alamet-i farika kabul edilen iddialarıyla ağır bir imtihandan geçiyorlar. Bu ağır imtihanlardan yüzümüzün akıyla çıktığımızı, bugünden yarına yaşadığımız dünyaya imrenilecek bir miras bıraktığımızı söyleyebilsek keşke.
Bilim ve Sanat Vakfı’na neden el konuldu? Kayyım atanan Şehir Üniversitesi’nin kurucu vakfı olduğu için. Vakıflar Genel Müdürlüğü en acil tarafından üç uzman gönderip BİSAV’ı “teslim aldı”. Meğer YÖK’ün talimatnamesine göre BİSAV’ın tüzel kişiliğini korumak, maddi varlıklarına ve kuruluş amaçlarına sahip çıkmak bizzat Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün göreviymiş. Bilim ve Sanat Vakfı’na el konulması ile Şehir Üniversitesi’ne el konulması süreci tabii ki birbirine paralel işliyor.
Ne var ki; BİSAV’a el konulması Şehir Üniversitesi’ne el konulması gibi kamuoyunda hiç de sessizlikle karşılanmadı. BİSAV’a el koyma ve teslim alma işleminin huzursuzluk ve hüzünden öteye siyasal ve toplumsal yapıyı derin ve kronik bir takım hastalıklara sürükleyeceğine dair endişeler dile getirildi. Yumuşak ve içeriden bir üslupla ancak usul ve teamüllere ilişkin son derece esaslı bir takım uyarılar kamuoyuyla paylaşıldı.
Kanun Tapıcılığı Modası
Devletin toplumu kanunla terbiye etme geleneğine hiç de yabancı değiliz. Topluma karşı devletin ilah gibi, devlet sınıfları ve kanunların rabb gibi konuşlandığı acı tecrübelerin içinden (yara bere içinde de olsa) sıyrılıp gelmişiz. Muhafazakâr-demokrat çizgi fert ve toplumun maslahatına uygun devlet, kanun ve bürokratik model kurup işletmek üzere çevreden merkeze yürüdü. Bununla birlikte iktidar imkânları o kadar çok sevildi ve benimsendi ki hiç kimseyle paylaşmamak, itiraz ve eleştirileri ihanet ve bozgunculuk kategorisine iteklemek gibi zaaflar yıkıcı bir hastalığa dönüştü. Beka kaygısı öyle bir kontrolden çıktı ki; hukuk devleti ve özgürlükler toplumu hedefinin önüne geçti, üstüne çıktı.
Bırakın 12 Eylül askeri cuntasının imal ettiği Anayasa’yı mevcut kanun ve yönetmelikleri bile tartışamaz noktalara savruldu ülke. FETÖ ve PKK’ya karşı yürütülen haklı ve zaruri mücadele yer yer maksadını aşmaya, Kemalist devlet reflekslerine sarılmaya varan aşırı tutumlara kadar vardı. Çözüm Süreci’nin PKK tarafından sabote edilmesi ve FETÖ’nün 15 Temmuz’da darbeye kalkışması siyaseti de toplumu da dost-düşman konseptinin dışında hareket edilemeyeceğine adeta ikna etti. Ayaklar altına alınan milliyetçilik yerli ve milli makyajıyla üst değere, bürokratik oligarşinin temel referansı Atatürkçülük biraz dindarlık sosuyla ortak paydaya terfi ettirildi bu sıkıntılı süreçte. Her yönden standartları yükseltilmiş yeni Türkiye modeli için çözüm yolu ve çözüm ortakları Kemalist değerler, teamüller ve kadrolar oluverdi bildiğiniz üzere.
Şimdi tekrar BİSAV’ı teslim alan iklime dair iki örnek verelim. İkisi de hukukçu olan AK Parti Konya milletvekili Mustafa Akış ve Çanakkale milletvekili Bülent Turan’ın BİSAV’a el koyulmasını izah ederken kullandıkları literatür nelerin değişim-dönüşüm geçirdiğine dair önemli işaretler veriyor çünkü. Mesela Mustafa Akış Şehir ve Marmara Üniversiteleri arasındaki garantörlük anlaşmasına, YÖK Kanunu’na atıflar yapıp tedirginliğe hiç mahal olmadığını hatırlatıp “yapılan işlem yasanın amir hükmünün ifasından ibarettir” deyivermiş. Bülent Turan da “konu teknik, kayyım değil mecburi süreç” deyip “koltuk sevdası, siyasi hırslar” filan gibi kendince asli sebep olarak gördüğü sapmalara dikkat çekmiş.
Devlet ve Kanuna Karşı Vicdan
Türkiye’de hangi yasak, hangi kapatma veya el koyma girişimi “teknik ve kanuni mevzuata” dayalı değildi acaba? Türkiye’de devlet kuruluşundan bugüne bütün işlerini teknik ve yasal prosedüre dayandırıyordu da bu referanslar devleti “hukuk devleti” mi yapıyordu? Askeri darbeleri dahi TSK’nın “İç Hizmet Kanunu”na yaslanarak icra eden devletçi mantıktan ibret alınması gerekir. Belki bazıları öyle sanıyor olabilir ama toplum bu tür yasakçı-el koyucu kararlar karşısında “kanun önünde boynumuz kıldan incedir” gibi repliklerle tepki vermiyor asla.
Dikkat çekici bir nokta en ahlaksız ve şapşal trollerin dahi BİSAV’ın teslim alınması-el koyulması sürecinde kulp takacak moral motivasyonu kendinde bulamamasıdır. Aksine İHH, Medeniyet Vakfı, İnsan ve Medeniyet Hareketi, Mazlumder, Hukukçular Derneği, Önder, Yedi Hilal gibi dernekler-vakıflar kimi ortak kimi kendi kurumları adına BİSAV’a el konulmasına karşı çıktılar. Vakıf geleneğine yönelik ucu açık bir kasıt olmasından başlayan beyanlar Bilim ve Sanat Vakfı’nın temsil ettiği ilmi, kültürel ve sanatsal birikimi gölgeleyecek teşebbüslere itiraz edildi. Akıl tutulması yaşandığına dair eleştiriler, YÖK ve Vakıf Üniversiteleri kanununda ilgili değişimlerin Meclis tarafından hızla gerçekleştirilmesine yönelik çağrılar beyan edildi.
Özgür-Der Genel Başkanı Rıdvan Kaya’nın süreci değerlendirirken vurguladığı hususlara dikkatle bir bakalım: “Bilim ve Sanat Vakfı gibi bu ülkede İslami birikime katkı sağlamış ve bilhassa da 28 Şubat zorbalığının doğrudan hedef aldığı eğitim alanında gençlerimiz için bir nefes borusu, bir sığınak işlevi görmüş bir kurumun maruz kaldığı muamele utanç vericidir.”
Diyanet İşleri eski Başkanı Mehmet Görmez’in tepki ve teklifi ise şu cümlelerde: “İslam Ümmetinin bütün ocaklarına ateşler düştüğü ve mazlumların umudu Türkiye’nin yedi cephede bu ateşleri söndürmeye çalıştığı bir zaman diliminde Bilim ve Sanat Vakfı üzerinden yaşanan son gelişmeler hepimizi kaygı ve üzüntüye sevketmektedir. Yetki ve sorumluluk sahibi tüm kardeşlerimizi bu meseleleri hukuk ve kardeşlik ahlakı çerçevesinde halletmek üzere biran önce harekete geçmeye ve inisiyatif almaya davet ediyorum.”
Nitelikli ve ahlaklı insan yetiştirmekte, bilim ve sanatta ufku açık, güçlü edebiyat ve sağlam istikamet sahibi gençler yetiştirecek havzaları kurutup sosyal medyadan kitleler devşirileceği sanılmasın. Devlet, iktidar, mekân ve kaynak imkândır ama her şey değildir. Öyle olsaydı bütün bir ülke Kemalist olur seküler hayat tarzına uygun bir toplum modeli inşa edilirdi. Ancak öyle olmadı, olamadı, oldurulamadı. Vakıf medeniyeti, adalet ve özgürlükler toplumu, ilim ve irfan şehirleri gibi söylemleri başkaları değil bizzat sahipleri iflasa sürüklüyor. Rekabetin ahlaki çerçevesini kaybeden, tarihten ibret almayı unutan bir mantığın düşmana ihtiyacı yoktur.
Yeni Akit