Yasin Aktay / Yeni Şafak
AK Parti’deki “kan ve ruh kaybı” nasıl telafi edilebilir?
31 Mart yerel seçim sonuçlarının siyaset sahnesini yeniden şekillendirici bir etkisinin olması kaçınılmazdı. Sonuçlara göre daha ilk günden itibaren herkes ortaya çıkan yeni ve beklenmedik duruma kendince tepkiler vermeye, dersler çıkarmaya başladı. Buna en hızlı tepki veren partilerden biri İYİ Parti oldu. Genel başkan ve kadro değişikliğine gitti. Müsavat Dervişoğlu ile İYİ Parti kendine siyaset sahnesinde nasıl bir rol arayacak, Türkiye için nasıl bir vizyon ve proje üretecek, dahası mevcut kadastroda nasıl bir alan kapatabilecek? Sadece mevcut kadro değişikliği ile hemen anlaşılabilecek veya görülebilecek bir şey değil.
Oy sayısını aslında fazla arttırmadıysa da, katılım oranı dolayısıyla oransal olarak seçimin sürpriz galibi olan CHP’nin genel başkanı Özgür Özel’in seçim sonrası giriştiği yoğun temas trafiği, siyasal alanı belirleme konusunda enteresan bir hiperaktif performans sergiliyor.
Doğrusu siyaset her şeyden önce inisiyatif alarak, donmuş konumları değiştirebilme, tavırları etkileyebilme sanatıdır. Başta kendi konun ve tutumunu değiştirebilmekten geçer tabi. Kendini değiştirmedikçe başkasını değiştiremezsin. Özgür Özel’in şimdiye kadar CHP’nin bıktırıcı bir ezbere dönüşmüş alışkanlıklarıyla pek bağdaşmayan hareketlerinin kendi partisini değiştirici bir etkisinin olmaması mümkün değil. Nitekim bu değişim CHP’ye 50 yıldır tatmadığı bir seçim başarısı tattırmıştır.
AK Parti ise yıllarca iktidardaki muhalefeti temsil edebildiği ölçüde halkla organik bağları hep devam etmiş bir parti. 21 yıl arka arkaya bütün seçimlerden, iktidar olduğu halde, birinci parti olarak çıkmayı başarmış, böylece Türk siyasetinde aşılması kolay olmayan bir başarı ortaya koyabilmiştir. 22 yılın ardından 31 Mart’ta çok az bir farkla da olsa ilk defa ikinci parti olmasının ardından Genel Başkan Recep Tayyip Erdoğan hiç lafı eğip bükmeden olabilecek en açık özeleştiriyi yaptı: “Ortada sadece oy kaybı değil, kan ve ruh kaybı da olduğu görülüyor” dedi ve ardından bu kan ve ruh kaybının en önemli nedenlerinden birini de bizzat kendisi ifade etti: “Milletin sinesinden doğmuş bir siyasi partinin en büyük düşmanı vatandaşla arasına duvarlar örmesidir.”
Kuşkusuz bu değerlendirme AK Parti’ye dışarıdan yapılan birçok eleştiriden çok daha radikal, tabir caizse daha acımasızdı. Ama doğrusu Erdoğan’ın bütün olup bitenlerin farkında olduğunu da gösteren, AK Parti için ümit verici bir farkındalığın da işareti. Tabi AK Parti’nin bizzat Erdoğan’ın farkında olduğu bu ruh ve kan kaybından gerçekten tam olarak ne anladığı ve bu kayıpları nasıl telafi edebileceğine dair henüz daha somut bir değerlendirme veya adım ortaya konulmuş değil.
AK Parti’de Erdoğan’ın görmüş olduğu ve seçimlerden hemen sonra işaret ettiği ruh kaybı nasıl telafi edilecek? Arada nasıl olsa önümüzdeki seçimlere kadar bir 4 yıl var denilerek ertelenebilecek bir husus değil bu. Dünyanın hızla değişmekte olduğu ve Türkiye’yi kendi ruh köküyle daha sarsıcı bir şekilde imtihan edeceği günlerden geçeceğiz. Bu süreçte AK Parti’ye, kendi ruh kökünün farkında, onunla barışık ve mesuliyetini müdrik haliyle her zamankinden çok daha fazla ihtiyaç olacaktır. AK Parti yola ne için çıkmıştı, nereye vardı? Kimlerle yola çıkmıştı, kimlerle devam ediyor? Türkiye’yi yöneten vesayet odaklarına karşı bir halk hareketi olarak ortaya çıkan AK Parti o vesayet çevreleriyle, ideolojileriyle, Kemalizm’le hesaplaşmak yerine son kulvarda uzlaşmayı mı tercih etti? Üstelik en ihtiyacı olmadığı bir aşamada, yani o odaklara karşı kendi meşruiyetini tesis ederek sağlam bir pozisyon edinmişken… Bu, AK Parti’nin kendi ruhunu ararken belki yüzleşmesi gereken ilk sorulardan biri. Bu sorudan başlayınca zaten diğer sorulara yönlendiriliyorsunuz.
“Milletin sinesinden doğmuş bir siyasi partinin en büyük düşmanı vatandaşla arasına duvarlar örmesidir” dedi AK Partinin kurucu lideri ve genel başkanı. Aslında bu duvarlar sadece vatandaşla arasına örülmüyor, AK Parti kadrolarının kendi aralarında da örülüyor. AK Parti içinde ilk zamanlarda geçerli olan bir idealizmin olmadığı, bunun yerine tam bir yönetici profesyonellik anlayışının bütün soğukluğuyla, mesafeleriyle hakim olduğu hemen herkesin katıldığı bir gözlem.
AK Parti’nin misyonunu her dönem yeniden tarif edecek, bu tarifi yeniden üretecek ve yeni nesillere ilk günkü aşkla aktaracak samimiyette, coşkuda bir teamül kalmamış durumda. Dahası AK Parti adına bir makama gelen herhangi bir kişinin ilk yaptığı, devraldığı makamdaki selefleriyle bir bayrak devir-teslimi anlayışıyla hareket etmek yerine onlarla, onların bakiyesiyle bir hesaplaşma oluyor. Bayrağı devralan, sanki rakip partiye karşı savaş kazanmış gibi davranıyor, selefine ve kadrolarına karşı bir devr-i sabık yaratıyor. Bu durum bir dönem partide görev almış insanların görev sonucunda partiye soğumalarına, hatta partiye muhalif olmalarına bile yol açabiliyor.
Bu, partinin ruhundan uzaklaşmanın en bariz örneklerinden ve sonuçlarından biri. Oysa bunu önleyecek, belki o ruhu yeniden diriltecek kurumsal tedbirler de düşünülebilir. Partiye mensubiyeti profesyonel bir işin ötesinde ruhla, ideallerle, davayla ilgili bir mensubiyet olarak hissetmeyi sağlayacak bir yaklaşım biçimi. Tamam, tekkeye mürit aranmıyordur, ama AK Parti’nin temsil ettiği misyon hiçbir ideali, inancı ve ruhu olmayan bir profesyonelce de taşınamayacağı kesindir. Filistin için yanmayan, İslam birliği için coşmayan, Türkiye’nin zihinsel ve kültürel işgalden kurtuluş için koşmayan bir birey her partide bulunur zaten. AK Parti’de nefer olmaya bir ruh üfleyen kaynaksa burada tanımlanır.
Başka bir kan kaybı da şuradan: Bir şekilde görevi devreden kadroların partiyle hiçbir bağları kalmıyor mesela. Uzunca süre hizmet ettikleri partideki resmi görevleri bittiğinde bağları da kopuyor ve bu, her görev değişiminin aynı zamanda bir “kan kaybı” olarak yaşanmasına yol açıyor. Oysa görevi devretmenin, partinin misyonuna, ideallerine veda etmek anlamına gelmemesini sağlamak üzere onları tecrübe birikimi olarak değerlendirmenin, sahada aktif tutmanın yoluna bakmak lazım.
Her ilde eski il, ilçe başkanları ve yöneticilerinden oluşacak ve işlerliği de temin edilecek, karar alma süreçlerinde dikkate alınacak “yüksek istişare kurulları” akla gelen bir ilk yol olabilir.
Tabi işin esası partiyi bir kısıtlı imkanlar ve nimetler paylaşımı olarak değil, bilakis muhabbetle, samimiyetle paylaşılan bir dostluk olarak görmekten başlar.