Doç. Dr. Ahmet Yıldız, Kemalizm tarihi üzerinden Şehir Tiyatroları tartışmalarını yorumlamış:
Kameralizm, Kemalizm ve Şehir Tiyatroları
Osmanlı modernleşme sürecinin Batılı ilham kaynağı, merkezi mutlakiyetçi devletlerin ortaya çıkış sürecinde gelişen ve bürokratik aydın despotizmi ile yönetici sınıfa bağlı bir orta sınıf oluşturularak gelişmenin hedeflendiği 'kameralist' anlayıştı.
Rusya'da, Prusya'da ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nda 18 ve 19'uncu yüzyılda gelişen tüm "reform" hareketleri bu anlayışın bir uzantısı olmuştur. Batı'nın Osmanlı için rakip olmaktan çıkarak "model" haline gelmesi, kameralist anlayışın dayandığı bürokratik aydın despotizminin Tanzimat döneminde hakim yönetim yapısını oluşturmasıyla sonuçlandı. Saray ve Kalemiyye dışında gelişen bu yeni "büro" sahipleri, 'Osmanlı merkezi'nin tümünü domine ederek gerçek bir bürokratik despotluk kurdular.
Gayrimüslim ve Müslüman nüfusun "liberal" ulus devlet modeli olarak kurgulanan Osmanlıcılığa dayalı Osmanlı devletiyle bütünleştirilmesi, devletin bekası (muhafaza-yı mülk) üzerinden kurgulanan Osmanlı modernleşmesinin önündeki temel "tahaddi" idi. Devletle özdeşleşen yeni bürokrat sınıf, bu özdeşliğe dayalı çıkar birliğini Tanzimat Fermanı ile güvence altına almakta gecikmedi. "Kul sistemi"nin siyaseten katl ve müsadere gibi araçları Ferman'la kaldırılınca, bürokratik aydın despotizmi, hem idari hem de iktisadi anlamda kendisini koruma altına almayı başarmış ve Saray, iktidar denkleminin merkez çeperlerine doğru kovulmuştu.
Eğitimdeki reform programı da büyük ölçüde bu bürokratik despotizmin ihtiyaç duyacağı "aydın" memur sınıfının yeniden üretimini mümkün kılacak memur tipini yetiştirmeye yönelikti. Mühendishane, Harbiye, Mülkiye ve Tıbbiye okulları hep bu amaca mebniydi. İdari özerkliğini "uzmanlığıyla" elde eden, servetlerini güvence altına alan ve kurdukları okullarla yönetim tarzlarını süreklileştiren Osmanlı bürokrat aydınları, artık devletin yeni sahibiydiler. Devletin bekası onların da bekası anlamına gelmekteydi. Bu özdeşlik, Cumhuriyet'e de intikal eden ve bugün artık yaşama savaşı veren merkezi vesayet sisteminin can damarıdır. Cumhuriyet Halk Partisi karizmatik otoriteye dayalı Cumhuriyet'i bürokratik iktidar üzerinde temellendirmiş, taşrada zorunlu olarak işbirliği yapmak durumunda kaldığı eşrafı, bürokratik iktidarın kontrolünde tutarak, hikmet-i hükümetten hukuk devletine gidebilecek yolları uzun süre kapalı tutmayı başarmıştır. Bu yüzden, özellikle bürokrasinin üst kesimi, her zaman CHP'yi koruyup kollamıştır. Ordunun kurmay sınıfı ile üniversiteler ve üst yargı kurumları, uygulamalarıyla bunu her vesile ile izhar etmişlerdir.
27 Mayıs darbesinden sonra, hazırlanan yeni anayasa, Tanzimat Fermanı gibi, bir taraftan temel hak ve hürriyetler cilasıyla parlarken, gerçekte bürokrasinin iktidarını teminat altına alan güvence ve mekanizmalar içermiştir. 1961 anayasası, egemenliğin kullanımını, karizmatik otoritenin yokluğunda, artık genel iradeyi değil herkesin iradesini temsil ettiğini düşündüğü halktan alarak yetkili kurullara devretmiştir. Bu, eski vesayet sisteminin, yeni mekanizmalarla güvence altına alınmasından başka bir şey değildi. Komünistlerin, komünizmin bütün dünyaya hakim olması durumuna "barış" demeleri gibi, vesayet sisteminin güvence altına alınması da, ironik bir şekilde "hukuk devleti" cilası ile parlatılmıştı. Düzen aynıydı; devletin maslahatı hukuk devleti ambalajına sarılarak "şekerlendirilmiş," sadece vesayet edenlere yeni isimler eklenmişti. Celal Bayar, 1961 anayasasının bu çok ortaklı egemenlik yapısını, "Türk halkının" yanına, bürokratik despotizmin taşıyıcıları olan "bürokratlar ve aydınların" eklenmesine imkan verilmesi olarak değerlendirmişti.
Modern okullarda yetişen devletin yeni sahipleri, Osmanlı devletinin bir ulus devlete evrilmesi sürecinde, modern bilimi hakikatin mihenk taşı olarak kabul eden yaklaşımı benimseyerek, pozitivizmi modernleşmenin dini haline getirdiler. Osmanlı modernleşmesini, Osmanlı klasik yönetim sisteminin hikmet-i hükümet/devlet maslahatı üzerine müesses referans sistemini aynen tevarüs ederek bütünüyle sekülerleştirdiler. Bu yüzden devlet maslahatını önceleyen, dolayısıyla yeni memurlar sınıfının statü ve çıkarlarını teminat altına alan eğitim sistemi, yeni ayrıcalıklı sınıfın en önemli üreticisi haline geldi. Cumhuriyet döneminde uzun süre hüküm süren "mülkiye-Türkiye" özdeşliği bunun bir yansımasıdır. Seküler beyaz Türk sınıfının ayrıcalıklı konumunun en önemli ayaklarından birini, modern eğitime ulaşma öncelikleri hatta neredeyse tekeli meydana getirmekteydi. Eğitim sistemi çoğulcu hale gelip yaygınlaştıkça, bu tekel kırılmış ve imtiyazlı azınlığın eğitimle yeniden üretilen bu tekeli özellikle, 1980 sonrasında gelişmeye başlayan çeşitlenme ve üniversite eğitiminin yaygınlaşmasıyla önemli ölçüde ortadan kalkmıştır. Hatırlanacağı gibi, Mülkiye'nin memur olma tekeli, özellikle de kaymakamlık hakkı ancak 1987'de çıkarılan bir kanunla, önce İstanbul Siyasal mezunlarına, sonra da tüm İİBF mezunlarına genellenebilmişti. Dışişleri meslek memurluğunda bu tekelin kısmen de olsa kırılması ancak 2002'den sonra, AK Parti iktidarları döneminde gerçekleşebilmiştir.
Osmanlı kameralizminde orta sınıfı oluşturacak bir burjuvazi olmadığı için, yeni memurlar sınıfı bu rolü de üstlendi. Cumhuriyet bu miras üzerine kuruldu. Yönetilen sınıf artık reaya ya da teb'a değil, "vatandaşlardan" oluşan halk sınıfıydı. Buradaki vatandaşlık katılımı ima etse de, gerçekte durum böyle değildi. Plebisiter (seçimlere dayalı) demokrasinin meşruiyet aracı olarak kullanılan halkın iradesi, Şef tarafından temsil edilmekteydi. Şef halkı kapsadığı için, halk iradesi yanılabilirdi ama Şef'in iradesi mutlak yanılmazlığa sahipti. Halk iradesi "herkesin iradesi"nden ibaretti. Onu "genel irade"/maşeri vicdan/milli irade haline getiren nitelik, bilge kanun koyucu olarak Şef'in kamu yararını tayin eden "karizmatik" otoritesine dayanarak süreci istikametlendirmesiydi.
Tanzimat döneminde ortaya çıkacak bürokratik despotizmin kendini meşrulaştırma unsurlarından biri de, devletin bekasının ancak kendileriyle mümkün olabileceğine duydukları inançtı. Yönetme hakkının sadece kendilerine ait olduğunu düşünen bu "katip" ve "memur" sınıfı, Cumhuriyet döneminde "çağdaş uygarlık" olarak tanımlanan "gülü ve dikeniyle Batılılaşma" projesinin gerekleri halka mal olana kadar bu vesayetin devam etmesi gerektiğine kani idiler. "Aklını kullanma rüşdüne" ulaştığında yani Batılı gibi olduğunda elbette artık vesayet etme ihtiyacı ortadan kalkacaktı. Böyle bir şey gerçekleşmediğine ve muhtemelen de gerçekleşmeyeceğine göre, vesayet teorisinin aslında geçici değil kalıcı bir bürokratik despotizmin kaynağı olduğu anlaşılabilir.
Devlet Tiyatroları ile ilgili süren tartışmada bu sürecin yansımalarını bulmak mümkündür. Atatürk'ün "altı kaval üstü şişhane" diyerek "Turan kıyafetiyle" alay etmesi gibi, halk ve sanat müziklerinin horlanması ama opera, bale, senfoni orkestrası ve tiyatronun "Türkleştirilmesi" gibi uygulamalar Aydınlanmacı vesayetin tezahürleriydi. "Bidon kafalı", "göbeğini kaşıyan adam" olarak resmedilen, sıkma başlı olmakla aşağılanan, Müjdat Gezen'in şahsında kısa paçalı pantolon giyip altındaki beyaz çorabı teşhir eden, Batılı sanat ve keyfetme biçimlerinden nasibini almamış olmakla suçlananların tiyatroya itibar etmemesini bir gerilik işareti olarak değerlendirenler, işte bu seçkinci bürokratik despotizmin sanat ayağında varlıklarını devam ettirmeye çalışanlardır. "Sanat" adı verilen faaliyetlerle uğraşmanın kendilerini "üst insan" haline getirdiğine inanan, halkın değerlerini yine halkın vergilerinden beslenerek horlayanlar için artık deniz bitmiş görünüyor. 200 yıldır "aydınlatmaya", "aklını kullanma cesaretini" kazandırmaya çalıştıkları "güruhlar"ın bunların sanat verimlerine piyasa şartlarında itibar etme dereceleri, onların başarısının da göstergesi olacaktır.
Tiyatroların özelleştirmesine karşı çıkanlara vesayet siteminin en önemli figürlerinden İsmet İnönü'den bir hatırlatma yapalım. Atatürk'ün Hususiyetleri isimli kitabında Kılıç Ali şöyle bir anekdot aktarır: "Bir gün toplanmış olan ve benim de dahil olduğum bir fırka divanında, İmalat-ı Harbiye fabrikasında yapılan kadro dolayısıyla açıkta bırakılan amelelerin vaziyeti müzakere mevzuu olurken İsmet Paşa'nın ameleyi himaye eden Recep Peker merhuma kızarak: 'Hakimiyet-i milliye, efkar-ı umumiye sözleri bir lafz-ı muraddan ve birtakım süslü kelimelerden ibarettir. Böyle bir şey yoktur. Bütün dünyada cari ve mukadder olduğu gibi mesele, okur yazar denilen ekalliyetin okuması, yazması olmayan ekseriyeti idare etmesidir. Ekalliyet denilen okur yazarların da başlarına menfaat yularını geçirip hazine yemliğine bağladın mı, bütün idare yoluna girer ve muntazam işler!'"
İsmet Paşa aydınlanmanın yolunu gayet açık bir şekilde tarif ediyor: Hazine yemliğinden başınızı kaldırıp menfaat yularını kopartın. Para alan talimat da alır, unuttunuz mu? Bu hatırlatılınca, rahatsız olmak etik midir? Vesayet sistemi, hücrelerine kadar çatırdama işaretleri veriyor. Silahlı ve cübbeli koruyucuların yokluğunda durum pek iç açıcı görünmüyor, doğrusu.
* Siyaset Bilimci
ZAMAN