28 Kasım akşamı, elimde şemsiye, sabahtan beri devam eden şiddetli yağmur altında, Üsküdar- Bağlarbaşı Kültür Merkezi’ne doğru ilerliyorum, karanlıkta.. Geçen Perşembe, akşam ezanı okunurken, girmek üzere olduğu Nur-u Osmaniye camii merdivenlerinde yığılıp kalan ve dünya hayatına vedâ eden değerli insan, Üsküdar- Selimağa Kütübhanesi müdürü merhûm Osman Düzcan için tertib olunan bir anma toplantısı var, ona katılmayı düşünüyorum.
Aklım- fikrim, Irak ve Suriye’de devam eden korkunç mücadelelerle meşgul..
Proğrama girmeden son haberlere bakıyorum..
Haleb’de değişik muhalif unsurların kontrolünde bulunan semtlerden bazılarının Esed rejimi güçlerinin eline geçtiği açıklanıyor.
Açıklayan ise, Rusya.. Ve İran medyası da aynı haberi zevkle veriyor elbette.. Çünkü, 6 yıldır Suriye’deki kanlı diktatörlük rejimini vargücüyle ayakta tutmaya çalışan İran, son iki yıldır da Rusya’yla işbirliği yaparak durumu kendi istediği şekle getirmeye çalışıyor.
Bütün Suriye bir yangın yeri.. Irak’ın Musul şehri de üç yıldır pençesinde bulunduğu DEAŞ’tan nasıl kurtarılacağının planlarına konu oluyor, haftalardır..
Şam Sarayı’ndaki ‘Zamâne Yezidi’ Beşşar Esed, kendi saltanatının devamı adına, Suriye’de, kendisine yardımı dokunacağını düşündüğü her güç odağını baştâcı ediyor.
*
Kültür Merkezi’ne varıyorum. Salonlardan müzik sesleri geliyor.
Bir salona yöneliyorum.. Bir musıkî şöleni.. 10 dakika kadar dinledim..
O proğram, hemen bütün dinleyicilerin de katıldığı, ‘Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmuuur..’ şarkısıyla noktalandı.
Kemençe sesinin yükseldiği ikinci bir salona girdim.
Yüzlerce insan.. Çoğu Karadenizli olan dinleyiciler, kemençe olur da, yerlerinde durabilirler mi? Sadece sahnedekiler değil, dinleyiciler de sıralar arasındaki dar mekânlarda bile horon tepiyorlar, çığlıklar atıyorlar. Çoğu örtülü genç kızlar ve hattâ orta yaşlı hanımlar bile yerlerinde duramıyorlar, salon çınlıyor..
*
Telefonuma bir sinyal geliyor.. Haleb’li, 7 yaşındaki Bânâ el-Abid’in ingilizce olarak yazdığı tweet’indeki çığlık.. Küçük kız, ’Bu gece evimiz yok, bombalandı ve moloza döndü. Ölümleri gördüm ve neredeyse öldüm.. Şu an ağır bir bombardıman altındayız; ölümle hayat arasındayız, lûtfen bizim için dua edin..’ (Tonight we have no hause, it’s bombed & l got in rubble. I saw death and l almost.. Under heavy bombardments now. l we between death and life now, please keep praying for us.) diyor.
*
Bir bu mesaja bakıyorum, bir salona.. ‘İslam Milleti, Muhammed Ümmeti’ olarak birbirimizden ne kadar da haberdarız? Âkif’in 100 yıl öncelerde, ‘Ey millet-i merhûme, artık uyan!’ diye feryad ettiği mısraını hatırlıyorum.
‘Bugün ne haldeyiz?’ diye düşünmeden, kenarından geçebilir miyiz, bu acılı tabloların..
*
Temmuz dergisinin Kasım sayısında ilginç bir yazı vardı, ‘Haleb Nerede?’ başlıklı.. Hatırımda kaldığı kadarıyla, bir kaç satırını aktarayım, özetle..
-Halep yanıyor bey amca..
-Salatalık zam şampiyonu olmuş evladım!
-Dün gece de Haleb’de yüzlerce sivil öldürülmüş arkadaşlar..
- (…) (Filan sinema oyuncuları) boşanıyormuş..
-Haleb’i bombaladılar teyzeciğim..
-Valla, dizlerimi yine ağrı tuttu..
-Haleb’i bitirdiler, harabeye döndürdüler.
-Şu oğlanı tayin ettirebilsek..
-Yahu kimse yok mu, sesimizi duyacak..
-Haleb’de sempozyum mu varmış.. Masrafları kim karşılıyor?
Durumumuz böyle..
*
Bir de son yüzyıldan bir-iki örneği hatırlayalım..
2. Dünya Savaşı’nda yahudilere uygulanan ‘Varşova Kuşatması’nı hatırladım. Hâfızalarda nasıl da hâlâ canlı tutuluyor.
Kezâ, 18 ay süren korkunç ‘Stalingrad Kuşatması’ da..
Bunlar o toplumların hâfızâlarında hâlâ cap-canlı..
Ama, biz müslümanların hâfızâları?
Henüz 20 küsur yıl öncelerde 5 sene süren ve yüzbinlerce sivil insanın sırf müslüman olduğu için, medenî (!) dünyanın gözleri önünde katledildiği Bosna Faciası’nda yaşananları ne çabuk unuttuk!
Diğer müslüman coğrafyalarında yaşananlar sanki daha mı hafif?