Kalbi Kurumamış, Kanıyordu...

AHMET MARUF DEMİR

"Çok şey yazmak isterken dahi hiçbir şey yazamamak... Ya da çok şey yazarken bile hiçbir şey anlatamamak..." Son kitabında da benzer ifadeler kullanmıştı. Farkındaydı. Tahmin de edebiliyordu. "Yerinden kalkıp da, kitabını eline alıp da, kitabı açıp da, kitaba bakıp da kullandığı cümleyi şöyle adam akıllı yazsana..." diyecek okurları çoğunlukta olacaktı. Yorgun olabilir miydi? Sanmam. Bu öyle böyle bir yorgunluk değil. Tuz buz olmuş hayal kırıklıklarının, düşerken kalbe batması... Yıkılan umutların altında kalmış, koca bir yürek travması... Edebi bir metafor ile duygularının anlatılamayacağı kelimelerin haznede zonklaması gibi bir şey. Kesin olan tek şey yorgunluğa benzemediği. Moralinizi bozmasın hemen. Bu bir yılgınlık hiç değil. Yerinden kalkamamanın, kitabı eline alamamanın, kitabı açamamanın, kitaba bakamamanın sebebi çok daha farklı. Çok daha derinlerde... İnsanın kendisine ettiği bir beddua gibi. "Unutursak kalbimiz kurusun!" dersiniz de; o günü gelir ve unutursunuz. Unutursunuz da kalbiniz kurur misali.

Onun kalbi ise çok kanıyordu!

Acılar dört bir tarafı sarmış kurtlara bırakılmış. Her biri güçlü dişleriyle acıları çekiştiriyorlar. Yarıştıra duruyorlar. Kimsenin umurunda da olmuyor bu curcuna, bu keşmekeş, bu çelişki, bu ilkesizlik, bu tutarsızlık... Yaşadığı, aslında yaşadığını sandığı bugünlerde de şahit olduğu, böylesine dehşet verici bir tabloydu. Ve şimdi de İdlip! Kurtların dişleri arasında paramparça ediliyordu. Paramparça ediliyordu: "Ümmeti, ümmeti, ümmeti." Ediliyordu da, kimsenin umurunda da olmuyordu. "Yazmazsam Öleceğim" cümlesi geliyordu aklına. Bu kez doğru hatırladığından emindi. Şimdi de "...şiire dönüşmeze hüzünler, şairler ölürler" dizelerini, kalbinden damlayan kanlarla önünde duran kağıda yazıyordu: "Yüreğim!"  diyorum yani / Tıpkı coğrafyam gibi / Her yanı lime lime / Sınırın öte tarafında hep sen / Ben tarafı çok yaralı, çok acı...

Ulusal çıkarlar, reel politik, devlet aklı, misak-ı milli sınırları mızrakların ucuna asılmış bir mushaf gibiydi! "Bir halkın kendi kaderini oylama hakkının da canı cehenneme! Canı cehenneme bütün ulus devletlerin! Heyy...! Bu bir sihir, birileri bizi aldatıyor, ölürsek adam gibi ölelim!" Haykırışlarını kimseye duymuyordu. Duyan da duymazlıktan geliyordu. Mızrağın kendisi de değil. Değil. Değil işte. Asıl bu duyarsızlık onu mahvediyordu. Mıh gibi olduğu yere çakıyordu bedenini. Aklı bir türlü unutmuyordu. Unutmuyordu kaçışları, boğuluşları, bombaları, kimyasalları, katliamları... Katliamlara ağlayan bürokratları, mazlumların sesi olan o adamı, "dik dur eğilme" dualarını... Ne aklı unutuyor ve ne de kalbi kuruyordu. Bu yüzden de sürekli kanıyordu. Nefes alıp verişleri yavaşlıyordu. Yaşlanıyordu. "Olsun!" diyordu. "Nefes alıp vermek asıl mesele. Nefes alıp verdikçe umut tomurcuğu yeşerebilir." Bu hissiyat ile geç de olsa yenileniyordu hücreleri. Her seferinde bir kalbi kurumuşun vicdansız bir sözü, yeniden kırsa da hayallerini... Her seferinde o kırıklıklar batsa da kanatsa da yüreğini... Her seferinde, geç de olsa yenileniyordu hücreleri. Bileniyordu bilekleri, her seferinde!

Ama onun kalbi bu kez çok acıyordu!

"Heyy...! Dün o yana, bugün bu yana yakınlaşmalar batıracak gemiyi. Gemi ağır yük taşımıyor. Başını eğmiş, başı eğilmiş sadece... Önünü görmüyor. Sağa sola yalpalıyor, yolunu şaşırıyor. Dümene başkaları geçiyor. Dümenin başına geçenler de gemidekileri düşünmüyor. Ümmeti düşünmüyor. Mazlumları düşünmüyor. Mağdurları düşünmüyor. Ah keşke öyle olsa... Heyhat! Mezhebini din edinmiş. Dinini de etnik kimliğine kılıf etmiş. Böylece birçok gemiyi delmiş/ler geçiyor!"

Sesini duyan o birkaç kişinin de tahammülleri kalmıyor. "Bu böyle olmayacak" diyorlar. Pelikan kesesinden, üzerine bir kova tuzlu çamur bocalıyorlar. Alttakilere, üstte olmasına rağmen, ona, "gemiyi deliyorsun!" iftirasını attırıyorlar. Geminin radyo frekansını değiştiriyorlar. Frekanslar arasında boğuyorlar sesini. Son çırpınışları; avaz avaz bağırıyor. Karar vermişler. Kurtların ağzına Halep'i teslim ettiler, balıkların ağzına da onu verecekler. İsimler yazılmıyor bir bir. Bir onun adı var bütün kağıtlarda. Kura çekiliyor. Kurada adı çıkıyor. Atıyorlar onu denize. Ayaklarına da, koca koca içine kendi günahlarını doldurdukları çuvalları bağlıyorlar. İşe yarıyor. Çuvallar ağır çekiyor. Onu denizin hırçın dalgaları arasında boynuna kadar yavaş yavaş göçürüyor.

Oysa ülkesini, toprağını, halkını da terk etmemişti hani. Hem ne de çok sevmişti gemidekileri. Ne de çok güvenmişti. Bu gemi demişti: "tıpkı Nuh'un Gemisi!" Bu gemi demişti: "İnsanlığın son umudu!" Bu gemi demişti: "Ümmetin son kalesi!" "Halep peçesi altında titrek bakışlı bade..." için, her sabah özenle taradığı saçları da ıslanmıştı artık. "Allah'a her şeyi anlatacağım" demişti de, sınırın öte tarafındaki kardeşi. "Unutmamıştı. Allah'a anlatırken her şeyi, beni de beklese bari" demişti! Son bir kez, bir umut, gemiden bir el tutar belki, sağ elini dalgaların arasında çıkarırken...