Perşembe yazısının sonunda sorular sormuş cevabını da ertelemiştik. Bunlardan ikisi şöyle idi:
1. Bir kimsenin dinden çıktığına, kâfir olduğuna kim neye göre karar verecek?
2. “Dinden çıkan öldürülür” diyenlere göre bunu kim hangi yetki ile icra edecek?
Tekfir (bir müminin dinden çıktığına hükmetmek ve bunu açıklamak) iki taraf için de tehlikeli olduğundan (Peygamberimiz (s.a.), “bu itham isabetli değilse sahibine döner” buyurduğu için) bu konuda çok ihtiyatkâr olmak ve en küçük bir ihtimali bile değerlendirerek müminin dinden çıkmadığına hükmetmek gerekiyor ve bu husus muteber kaynaklarda da böylece açıklanmış bulunuyor.
Diyelim ki bir kimse, bir müminin sözüne veya davranışına bakarak onun dinden çıktığına hükmetti, bu kanaate vardı; peki o, bu sonuca vardı diye mümin, gerçekte ve Allah katında da dinden çıkmış olur mu?
Bu konudaki kaide de şudur: “Şu söz veya fiilden dolayı filan kişinin kâfir olması lazım gelir (lüzum) demekle o kişi kâfir olmaz, eğer mümin kendi iradesi ve kararı ile dinden çıkarsa, bunu benimserse (iltizam) o zaman kâfir olur”. Osmanlıca'da bu kural şöyle ifade edilmiştir:
“Lüzûm-i küfür küfür değildir, iltizam-ı küfür küfürdür”.
Bazıları bu cümleye “lüzum beyyin olursa küfür gerçekleşir” şeklinde bir istisna getirmişlerdir; bunun da manası şudur: Eğer kişinin söz ve davranışında onun kâfir olduğuna hükmetmemek için hiçbir ihtimal ve yorum kapısı yoksa, dinden çıktığı bu kadar açık (beyyin) ise o zaman kâfir olduğuna hükmedilir. Ancak bu istisna bile bütün kaynaklarda yoktur, birinci cümle ile yetinilmiştir.
Diyelim ki bir mümin, kendi hür irade ve beyanı ile ve benimseyerek dinden çıktı; bunun böyle olduğuna ve kendisine kâfir muamelesi yapılmasına ancak soruşturmadan sonra hakim karar verebilir. Sıradan bir kimsenin bir mümini tekfir etmesi ona kâfir muamelesi yapılması sonucunu doğurmaz.
Mürted olan (dinden çıkan) bir kimse öldürülür mü ve kim tarafından?
Öldürülür diyenlere göre buna hakim karar verir ve infazı da devletin ilgili birimi tarafından yapılır. Bu görüşe göre dinden çıkmak, seküler sistemlerdeki vatana hıyanet suçuna benzemektedir.
Görüşlerine ve yorumlarına katıldığım bazı alimlere göre “Dinde zorlama yoktur” kuralı, hem bir kimseyi dine sokmada hem de dinde tutmada geçerlidir. İman, inanmak, bir dini benimsemek zorla olmaz, eğer insan zorlanırsa, canı, malı, namusu… tehlikeye düşerse iman etmiş gibi görünür ama aslında inanmaz; kezâ dinden dönen öldürülür derseniz bu defa da aslında dinden döndüğü halde mümin görünen, iki yüzlü münafıkların oluşmasına sebep olursunuz; şu halde dine girmek de, bir dine girdikten sonra onda sebat etmek de zorlamayla sağlanamaz. Eğer dinden çıkanı öldürürseniz kişiyi, girdiği dinde zorla tutma yolunu seçmiş olursunuz ki, hem bu iman muteber değildir hem de “dinde zorlama yoktur” kuralı ihlal edilmiş olur.
Bu görüşü savunanlara göre dinden çıkan bir kimse müminlere düşman olan ve onlarla savaşan bir topluluğa katılırsa işte bu takdirde o da diğer muharib düşmanlar gibi ölümü hak etmiş olur.
IŞİD insanları mürted ilan ederken de, önüne geleni bu hükme dayanarak öldürürken de İslam'ın, yukarıda açıklanan kurallarını çiğnemekte, bu güzel dinin imajına da zarar vermektedir.
Cuma yazımda suçun ve cezanın şahsiliği (suçludan başkasının cezalandırılmasının caiz olmadığı) konusunu işlemiştim, ikinci sorunun cevabı için o yazı okunabilir.
Yeni Şafak