“Bir erkeğin yumruğundan daha serttir bir kadının son sözü. Çünkü biri dişlerini döker, diğeri düşlerini…” (W. Butler)
Kadına şiddeti konu edinen bir reklam filmini izlerken, hayatın gerçeğinden paylar çıkardım birileri adına. Kadın olmanın dayanılmaz, duyarsız kalınamaz ve hayattaki hiç birşeye karşı kayıtsız olunamaz hakikatinden hareketle kadın olmanın zorluğunu düşündüm o an. Kısa metrajlı bir film gösterimi gibiydi, reklam filmi. Erkek ve kadın figürleri yer değiştirmişti. Kadın ‘çakırkeyif‘ bir şekilde hazırlanan kahvaltı masasında gazetesini okurken, çayını yudumluyor ve hiç etrafında olup biteni görmüyordu. Çocukları hazırlayıp okula gönderip, telaşlı bir şekilde kendini trafiğin akışına bırakan adam (yani kadın), minibüsün kadın (yani adam) şoförü tarafından çeşitli el kol hareketleriyle hakarete uğruyor, taciz ediliyor. Girdiği bütün ortamlarda üzerinde rahatsız edici bakışlar hissediyor. İş ortamındaki çirkin muameleler yetmiyormuş gibi bir de cadde ve sokaklarda uğradığı saldırılardan koşar adımlarla kaçarak, evine ulaşmanın derdini yaşıyor. Evi sığınılacak bir mekân olarak hayal etmişe benziyor olmalı ki, adımlarını hızlandırıyor. Evde de derdi bitmiyor tabii, özenle hazırlayıp terbiye sınırları çerçevesinde sunduğu çayın deminde bir güzel haşlanıyor, çay suyu başından boca ediliyor.
Reklam filmi, her üç kadından biri şiddete uğruyor diyerek, suçlunun kim olduğu sorusunu soruyor ve ‘biz sadece bir ayna koyduk karşınıza düşünün diye‘ de bir cümle ekleyerek bir sürü soru yumağıyla bizleri başbaşa bırakıyor.
Kadın olmanın bir ayrıcalık olduğunu dile getirmeyeceğim, bu filmden sonra elbetteki. Kadın hikâyelerini her duyduğumda söylenenlerin aksine kadınların hiç konuşmadığını, üzerlerine sinen bir çaresizliğin yükünü taşıdıklarını hissediyorum. Dillerine sözcükleri getirtip döktürünceye kadar bile ciddi bir güven ortamını oluşturmanın hayli yorucu olduğunu görüyorum çünkü. Erkeğin tabiri caizse emir ve direktiflerinin hiç bitmediği, evliliğe adımını attığı andan itibaren, toplum tarafından kendisine öğretilen ‘kadın olmanın bütün sorunlarıyla’ hemhaldır kadın. “Birçok evlilikte, ‘kadının tavrı‘ evliliği sürdürmede etkili“ diyebiliyorum dertleşmelerden sonra mesela. Hele anlayış yoksunu bir eşse, sorumluluklarını ifadan köşe bucak kaçan birine denk gelmişse, işinin bir hayli zor olduğunu peşinen kabullenmeli hani. Sevgi ortamının oluşmasına engel ve mutsuz bir kadın profilinin müsebbibidir de artık o erkek. Kadınlar uzun yıllar çaba sarfeder, uğraşır, didinir bu tiplerle.
Tartışmayı hayatının odağına koyan kadınlar da az değil tabi. Birlikte yaşamak birlikteliği devam ettirmek adına göz yuman, olduğu gibi kabullenip boyun eğenlerin varlığı ise azımsanmayacak kadar çoğunlukta. Onların gözünde erkek ‘bir ömür uğraşsam da değişmez‘ denilen gerçeğin ta kendisi. Mutluluğu kendine uzak gören kadınlar kadar, ‘yıllarca yaptığım özveri ve fedakârlıklar, biraz da olsa onu törpüledi, ama bu arada ben yıprandım‘ diyen kadınlar da görmezlikten gelinemez kuşkusuz.
Mahcup bir ifade ile ‘mutluluk bana uzak bir kelime artık‘ dedi Refika. Üç çocuk annesi, annemin deyimiyle tahsilli, becerikli ve eli yüzü düzgün bir kadın Refika. Her şeyinin göze battığını, eşinin desteğini hiç hissetmediğini, ama onu hep desteklediğini, mutlu, güçlü, dayanıklı görünmek için çabaladığını gözleri kızararak anlattı ve içindekileri döktü önüme, paylaşmak adına. Çocuklarının ‘itaatkâr‘ kadını haşince eleştirdiklerini görmek üzücü de olsa, onları anlamak gibi bir derdimin de olması gerekir diye düşündüm.
Evi evirip çevirmek, anneliğiyle başbaşa bırakılmak yetmezmiş gibi, eşi elinde tutmaya çalışmak, böyle mutlu olmayı istemek bir kadından beklenmemeli. “Coğrafi konuma göre sorumluluklarımız değişse de, hep kadındı ortada kalan. Yine de kadın olmak, dünyanın birçok yerinde erkek olmaya oranla daha zor, zahmetli. Hiç farkedilmeyen, oldukça meşakkatli sorunlarla dolu bir dünyaya talip olmaktır kadınlık” diyerek okkalı bir cümleyle sonlandırdı konuşmasını. ‘Kadın olmak zordur, her yerde zor‘ diyebildim ilkin sadece. Kadının fiziki eksikliğinin altında ezildiğini dillendirmenin manasızlığını, erkeğe merhamet ve adaleti hatırlatmanın vaktinin hala geçmediğini bilmekle beraber, kusurların karşılıklı olabileceği gerçeğinden hareketle, merhametin, adaletten uzaklaşmamak için önemli bir özellik olduğunu hatırlatmakla da yetinmedim.
‘Huzurum bozulmasın‘ diyerek sineye çekenlerin varlığını mı desem, ‘ne hayallerden‘ vazgeçen kadınları mı anlatsam, karar veremedim önce. Boşanmaların oranının hızla yükseldiği bu çağda, paylaşmanın, fedakârlığın ve özverinin bir taraftan beklenmesinin yanlışını izahta zorlansak da, yükü beraber omuzlamak için geç olmadığını görelim. Muhtaç olmanın dayanılmazlığı vaki iken, Kitabımızda birbirine eş, arkadaş, dost/veli olması öğütlenen (9/71) her iki cinsin bir hayli mesafe katetmesi gerekir.
Kadının da erkeğin de huzurlu olabilmesi, insanca yaşayabilmesi için en uygun ortam öncelikle evlerimiz, daha sonra da içinde bulunduğumuz toplumsal hayat ortamımızdır. Toplumun temellerinin sağlam olması, ayakları üzerinde duran, özgüven duygusuyla donanımlı eşlerin varlığından ve bunların topluma kazandıracağı bireylerin mutluluğundan geçer.
Bireylerin ve toplumun mutluluğu kadının mutluluğuyla çok ilgilidir. Huzurlu kadın huzur ortamını oluşturur. Onun penceresinden meselelere yaklaşmanın, onu anlamaktan geçtiğini bilmek, kadının elinin değdiği her konunun mutlaka şefkat ve merhamet tomurcuklarını barındırdığını bilmek için annelerimize bakmamız yeterli sanırım.
Huzurlu kadın ve huzurlu evler temennimizi ekleyip, Allah’ın kitabına yüreklerimizi teslim edelim hep beraber:
“Onda 'sükûn bulup durulmanız' için, size kendi nefislerinizden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet kılması da, O'nun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir kavim için gerçekten ayetler vardır.” (30/Rum, 21)