Kadın hakları merkezli tartışmalar ve feminist hareket

Kadınların yaşadıkları sorunlar çok sık gündemi meşgul ederken kadınların problemlerine dair sorulması gereken asıl sorular neden göz ardı ediliyor?

Abdurrahman Güner / HAKSÖZ HABER

Kadın hakları merkezli tartışmalar ve feminist hareket

Kadın hakları merkezli tartışmalar pratik olarak XVIII. yüzyılda başlamış olan ve günümüzde de sıkça gündem olan bir olgudur. Mevcut koşullarda kadınların halen yaşıyor oldukları cinayet, darp, taciz, tecavüz ve daha birçok vakanın sosyo-psikolojik yansımaları olmaktadır. Bu doğrultuda cinsiyet merkezli tarih okumasının mahiyeti üzerine ayrıca düşünmek gerekmektedir. Bizim burada vermeye çalıştığımız çerçeve incelemenin boyutu gereği oldukça özettir.

Ataerkil yapının egemenliği Batı açısından özgür düşüncenin inşa edildiği Antik Yunan’a kadar götürülebilir. Aristotales dahi kadınları köleler ve köpeklerle eşit olarak değerlendirmiştir. Matematikçi olan Hypatia kadın olduğu için katledilmiştir. “Düşünmeyen bir kadın olmaktansa başıboş bir at olmak daha iyidir.” diyen Krotonlu Theano gibi düşünürler göz ardı edilmiştirler. Batı dünyası açısından bu tespitler önemlidir zira Aydınlanma çağının en önemli düşünürü Kant, kadınları aşağılayan ifadeler kullanmaktadır. Fransa örneğinde olduğu gibi “hak beyannamesi” olarak yazılan metinler dahi kadınları kapsamamaktadır. Bu duruma bir tepki olarak Olympe de Gouge tarafından Kadın Hakları Deklarasyonu kaleme alınmış ve Mary Wollstonecraft tarafından erkek egemen anlayışa karşı Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi isimli bir çalışma yayınlanmıştır. Bu durum şu gerçeği ortaya çıkartmaktadır, özgür düşünceyi içselleştirdiği iddia edilen en önemli düşünürler dahi kadınlar söz konusu olduğunda var olan tabulara göre düşünmektedir. O halde bu meseleyi halledememiş bir insanın gerçekten özgür düşünceden veyahut adaletten bahsetmesi tutarsızlıktır. Batının kendi içinde yaşadığı bu tartışmaların onun inşa ettiği bir düzlemde tüm dünyayı etkilemesi kaçınılmazdır.

Birinci dalga ve Sanayi Devrimi

Birinci dalga kadın mücadelesinin çıkış noktası ise Sanayi Devrimi’dir. Kadınlar, Sanayi Devrimi’ne kadar her ne kadar nicel olarak toplumun yarısını oluşturduysalar da seslerini duyurabilecekleri bir saha bulamamışlardı. Sanayi Devrimi’nin getirdiği ekonomik gelişmeler ve dönemin savaş koşulları ise kadını daha görünür kıldı. Zira açılan yeni fabrikalarda, hammadde için kömür madenlerinde kas gücüne çok daha fazla ihtiyaç duyulmaya başlanmıştı. Buralarda çalışan kadınlar iş hayatında da yer edinme şansı buldular ve ekonomik olarak bağımsızlık elde ettiler. Bu gelişmenin en önemli yanı kadının özel alandan yani evinden çıkıp kamusal alanda da yer almasıydı. Süfrajette hareketinin kadınların çalışma koşulları ve oy hakkı özelinde başlayan eylemleri teorik çalışmaların ötesinde görünürlüğü olan siyasal eylemlerin ne derece önemli olduğunu ortaya çıkarmıştır. “Kadınlar sakin bir mizaca veya siyasal ilişkileri muhakeme edebilecek akli dengeye sahip değildir, kadınların oy kullanmasına izin verirsek, sosyal yapımız bozulur.” 2015 yapımı hareketin ismini taşıyan filmden yaptığımız bu alıntı dönemin siyasal-sosyal durumu hakkında oldukça önemli bilgiler vermektedir. Süfrajette akımının yaptıkları eylemler esnasında hayatını kaybeden eylemciler kadın hakları mücadelesinin ideolojik bir boyut kazanmasında etkili olmuştur.

Sol görüşlü aktivistler Rosa Luxemburg ve Emma Goldman’ın otaya koydukları eylemler ise feministlerin siyasal söylem üretme bakımından kadın haklarını söylemi üzerinden sol-sosyalist çizgiden etkilendiklerini göstermektedir. Birinci dalga kadın hareketi de kamusal alanda kendi kimliğiyle var olan kadının temel hak ve özgürlüklerden eşit derecede yararlanabilmesini amaçlıyordu. Sosyal, ekonomik, hukuki, eğitim ve diğer haklardan eşit derecede yararlanma talebinin yanı sıra siyasal alanda temsiliyet, oy kullanma gibi haklar da ilk kez bu dönemde zikredilmeye başlandı. Frances Wright, kadın-erkek arasındaki var olan eşitsizliğin eğitim farkından ileri geldiğini öne sürdü ve cinsiyetin bir inşa olduğu fikrini ilk kez ortaya o attı. 1700’lü yıllarda başlayıp artarak 1900’lü yılların ortasına kadar süren birinci dalga hareketi literatürde liberal feminizm olarak anılmaktadır. Ülkemizdeki gelişmelere baktığımızda Tanzimat’la beraber ilk kadın dergilerinin çıkmaya başladığını görüyoruz. Amerikalı eğitimci Mary Mills Patrick çoğu anlatıda Osmanlı feminizminin kurucusu olarak karşımıza çıkar. Üsküdar Kız Koleji’nin müdürlüğünü yapan Patrick, aynı zamanda dışarıya peçesiz çıkan ilk kadındır. Diğer yandan Cumhuriyet’in ilanından sonra kurulan ilk siyasi parti, Nezihe Muhiddin’in1 kurucusu olduğu “Kadınlar Halk Fırkası”dır.

İkinci dalga ve ideolojik boyut

İkinci dalga feminizm ise 1960’lı yılların ikinci yarısından itibaren dönemlendirilir. Zira 60’lı yıllar Avrupa’da öğrenci hareketlerinin yükselişe geçtiği; Güney Amerika’da, Asya’da ve Ortadoğu’da devrimci olarak kendisini tanımlayan sol hareketlerin baş gösterdiği bir dönemdir. Bir kavram olarak feminizm de 1960’lı yıllarla birlikte kullanılmaya başlanmıştır. İkinci dalga feminizmin mahiyeti ve 60’lı yıllar anlaşıldığında neden özgül bir kavrama ihtiyaç duyulduğu da anlaşılacaktır. Birinci dalga hareketi temelde oy hakkı, eğitim hakkı gibi temel hakların elde edilmesi mücadelesiydi. Yeni feminizm olarak da anılan ikinci dalga ise öncekilere göre daha radikal çözümler talep ediyordu.

Birinci dalga hareketi daha talepkâr bir üslupla kendini ifade ederken, yeni feminizm kadın-erkek eşitliğini sağlamak için patriarkal olarak tanımladığı sistemle mücadele edilmesini öngörüyordu. Esasında yeni feminizm bir eşitlik talebinin sürdürücüsü değildir. Çünkü kadınların gerek kendi içlerinde gerekse erkeklerden farklı olduklarını tespit etmişlerdi. Bu yaklaşıma göre zengin ve yoksul kadınlar sınıf farkı nedeniyle, siyah ve beyaz kadınların ırk nedeniyle, eğitimli ve eğitimsiz kadınların toplumsal statü nedeniyle birbirinden farklı ayrımcılık ve ezilme pratiklerine tabi tutulmuşlardı. Cinsiyet merkezli düşünce artık feminist harekette hakim konuma yerleşmiştir. Temel hak ve özgürlüklerin yanı sıra cinsellik, kadınlara yönelik şiddet, kadınların görünmeyen ev emeği, beden gibi yeni sorun kümeleri de teşkil edildi. Eşitlikçi söylemin özellikle çalışma koşulları üzerinden çok daha esaslı bir şekilde bu dönemde ortaya çıkartıldığını görmekteyiz. Ayrıca toplum tarafından şekillendirildiği iddiasıyla ev kadınlığı, annelik 'toplumsal rol' olarak tanımlanıp bu dönemde tartışılmaya başlandı. Annelik artık birçok feminist için ideolojik olarak ret edilmesi gereken bir şey haline geldi.

Simon de Beauvoir

Feministler esas olarak bu yeni dalgayla birlikte politikleştiler. Bu zamana değin politika-dışı olarak görülen sorunlarını “özel olan politiktir!” sloganıyla bir ideoloji haline getirdiler. Özellikle Simone de Beauvoir, kadınlığın özgüllüğünü vurgulamak için söylediği “kadın doğulmaz, kadın olunur!” sözü ikinci dalganın perspektifini büyük ölçüde yansıtmaktadır. Yeni dalga feminizmin birinci dalgadan bir diğer farkı erkeklerden ayrı örgütlenmeleri ve faaliyetlerini büyük oranda erkeklere kapalı gerçekleştirmeleriydi. Türkiye’den örnek verecek olursak İttihat ve Terakki hükümeti zamanında “Osmanlı Kadınları Çalıştırma Cemiyeti” gibi dernekler teşkil ettirilmişti.

Süreç Süfrajette’in insan yaratılışına aykırı çalışma koşulları üzerinden başlayan hak vurgusunun kadınlık ideolojisi haline getirilmesiyle son buldu. Bugün feminizm tıpkı komünizm, faşizm, liberalizm gibi bir dünya görüşü olarak kitlelere hitap ediyor. Yeryüzünü ifsat eden ideolojik düşünce en temelde kutsal olanı dışlarken kendisine yeni bir merkez inşa ediyor. Ekonomi-iktisad ilişkileri, ırk, maddi koşullar üzerine inşa edilen merkez, feminizmde cinsiyettir.

Eşitlikçi düşüncenin üstünlükçü ideolojilerden temel bir ayrım içerdiği düşünülmemelidir. Her ikisi de dinlerin kutsallık iddialarını ortadan kaldırmak ve aşkın olan ile irtibatı silmek istemektedir. Eşitliğin Fransız Devrimi’nin üç temel mottosundan birisi olduğu düşünüldüğünde kavramın politik bir zeminden beslendiği ve düşünüldüğü kadar masum olmadığı ortaya çıkacaktır. Kadınların yaşadıkları sorunların çözümünün eşitlikçi veya üstünlükçü söylemde olmadığı anlaşılmalıdır. İnsan-alem ve insan-Allah ilişkisi üzerine çok daha esaslı soruların sorulması lazım gelmektedir.

Öncelikle sanık sandalyesine konulması gereken modernleşme ve onun getirisi olan düşünme biçimleridir. Var olan dünyada eşitsizlik, adaletsizlik ne türlü zorbalık varsa bunu inşa edenler içinde yaşadığımız dünyayı kuran felsefi, siyasi akımlardır. Bu yönüyle kadınların yaşadıkları sorunlar üzerine kafa yormanın vardığı neticenin zikredilen düşünme biçimleri ile hesaplaşma olması gerekmektedir. Ancak ne hikmetse bunların tartışma konusu yapılmadığı bir vasat ile karşı karşıyayız. Burada bir yön değiştirme metodu uygulandığı aşikardır. Kapitalizmin tüm araçlarının bugün feminist söyleme hizmet ediyor olması da popülist bir yeni inşa edici söylemle baş başa kaldığımızı göstermektedir. Müslümanların duygusal yaklaşımlardan ziyade önce anlamaya dönük kritik eden bir perspektifle meseleye yaklaşması gerekiyor.

Nasıl ki kadınların köle gibi çalıştırılmasını, aşağılanmasını kabul edemezsek kadınlığın ideolojik söyleme indirgenmesini de kabul edemeyiz. “Kadın doğulmaz, olunur!” diyen Simone de Beauvoir’in fark ettiği ideolojik söylemin gücü, kadınların yaşadıkları problemlere çözüm olmamıştır. Sorunu daha da katmerleştirmiştir. Üstünlüğün takva ile ölçüldüğü değerler dizgesinde kimse eşitlik veya üstünlük iddiasında bulunamamaktadır. Allah’ın koyduğu bu ölçü kadınlık veya erkeklik sorunlarından ziyade çok daha derin paradigmal bir soruna dikkat çekmektedir. O halde yapılması gereken Kitabı Kerim’de kurulan düşünce dünyasından ve Sünneti Seniyye’de inşa edilen formlardan hareketle ideolojik değil din-i ilahi merkezli değerlendirmeler yapmaktır.


[1] Nezihe Muhiddin’in hikayesi oldukça ilgi çekicidir. Yıldıray Oğur’un kaleme aldığı yazı geniş bir çerçeve sunuyor. CHP’nin Nezihe Muhiddin’e gösterdiği tepki Kemalistlerin kadın hakları konusundaki karnesini gözler önüne seren cinsten.

Tatava yapınca üzerine basılıp geçilmiş bir kadının hikâyesi... başlıklı yazıya bakılabilir: https://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/yildiray-ogur/578883.aspx

(İncelememize katkılarından dolayı Mustafa H. Aydın'a teşekkür ederiz.)

Yorum Analiz Haberleri

Meşru olanı savunursan karşılığını elbet görürsün!
Türkiye solu neden hala Esed rejimini savunuyor?
Sosyal medyada görünürlük çabası ve dijital nihilizm
İran aparatlarının komik antipropagandalarına vakit ayırmak bile coğrafya için zaman kaybı...
Nasıl ki ilk Müslümanlar tüm zorluklara rağmen direndiyse Gazzeliler de öyle direniyor!