"Kadın cinayetleri"nin ötesindeki şiddet döngüsü

ESRA SARAÇ AY

Haksozhaber'de bir önceki yazımda cinsiyetin oluşumu, gelişimi ve görünümü ile cinsiyete dayalı görevlerin toplumlara göre nasıl değiştiğini, kadın ve erkek olmanın vehbî (Allah tarafından takdir edilen) ve kesbî (kendi yaptıklarımız) yanlarını ayırt ederek kültürel bazı olguların zulme yol açtığını ve eleştirel düşünmemiz gerektiğini ifade etmiştim. İlgili pek çok konu olmakla beraber onları başka sefere erteleyerek burada bir kısmını ele alacak; aile içi şiddeti, kadınla ilgisini, nedenlerini ve sonuçlarını konu edineceğiz. 

Aile kurumu bizim kalemiz; içine doğduğumuz, bizi koruyan, kollayan, hayata hazırlayan, içinde nefes aldığımız ve hayat bulduğumuz en güvenli yerdir. Bu cümleyi bu şekilde bitirmeyi çok isterdim ama maalesef kimileri için o kadar da güvenli olmayan aile kurumu, İstanbul Sözleşmesi imzalanmadan, eşcinsellik tartışmaları gündemimize girmeden ve 6284 sayılı yasadan çok önce de bir takım sorunları barındırmaktaydı. Bu, kurumun bizatihi kötü olmasından değil, aile içindeki sorumlulukların ve bazı avantajlı pozisyonların, hevasının peşinden sürüklenenlerce kötü emellerine alet edilmesinden kaynaklıdır. Oysa bir Müslüman için aile, İslami yaşantının merkezidir, haremdir, kıymetli ve dokunulmazdır. Ancak günümüzde pek çok çocuk, genç, kadın veya erkek doğrudan aile üyesi olan kişilerin şiddet veya istismarına uğramaktadır.

Bir Sosyal Sorun Olarak Şiddet

Hayatın hemen her alanında karşımıza çıkan şiddet temelde güçlüden güçsüze yönelen bir olgudur. Zaten insan, karşısında kendini güçsüz hissettiği birinden çekinir ve ona öfkesini göstermez. Ancak karşısında güçlü hissettiği kişiye ve onun güçsüzlüğü oranında öfke gösterir. Gücün ne olduğu ve nasıl elde edildiği ise kültürel bir konudur. Günümüzde para, statü, fiziki güç nedeniyle kendini güçlü hisseden insanlar, bunlara sahip olmayanlara karşı öfkelerini pervasızca, sınırsızca yöneltir. Ve şiddetin kurbanı sadece kadınlar değil, mülteciler, çocuklar, engelliler, yoksullardır.

Vahşi kapitalizm insanlar arasında rekabete yol açar ve bu da hırs, açgözlülük, bencillik, haset gibi ahlaki zaafları besler. Şiddetin nedenlerinden biri olan aşırı yoksulluk da vahşi kapitalizmin bir sonucudur. İnsanların birbirinden habersiz olması, birbirinin sorunlarına karşı duyarsızlaşması, toplumsal denetim mekanizmalarının azalması/yok olması da postmodern döneme ait sonuçlardır. Cinayete varan şiddet eylemlerinin faillerine bakıldığında sıklıkla uyuşturucu kullanımı ve alkole rastlanır.

Sosyal nedenlerin dışında insanları şiddete yönelten bireysel nedenler de incelenmelidir. Pornografi, özellikle ergenlik döneminde, beyindeki karar verme mekanizmalarını bozar. Alkol ve madde kullanımı muhakemeye engel olur. Zevk merkezli yaşamak, sadece zevk aldığı şeyleri yapmak insanın kendi üzerindeki kontrolünü zayıflatır. Bireycilik, insanın sadece kendini düşünmesi, başkalarına karşı duyarlı olmaktan ve başkalarını anlamaktan gittikçe uzaklaştırır. Kötü geçirilen bir çocukluğun ağır izleri insanları mağdur olmaya ya da başkalarını mağdur etmeye götürür. Bazıları duygusal açlığını başkaları üzerinde baskı kurmaya çalışarak giderir.

Bunların İslami yaşam tarzı ile engellenebilir olduğunu rahatlıkla söyleyebilir ve hatta bunu bir çözüm olarak da öne sürebiliriz. Ancak yeterli olmayacaktır. Zira kendini İslam'a nispet ederek yaşayan kitleler dahil hemen herkeste güç paraya/statüye vs. dayalıdır, gücü olan güçsüz olan üzerinde dilediğini yapma cüretini kendinde bulur. Gücü üzerindeki tasarruf yetkisini sadece Allah'a has kılan insanlar azınlıkta. Bu nedenle insanları şiddete yönelten ya da maruz bırakan nedenleri anlamak gerekir.

Duyguları Yaşa(yama)ma Handikabı

İçine doğduğumuz ve içinde yaşadığımız ortam davranışlarımızı büyük ölçüde belirler. İhtiyaçlarımız, duygularımız ve içgüdülerimiz vardır ama bunları nasıl ifade edeceğimizi, nasıl gerçekleştireceğimizi ebeveynlerimizden/ilk çevremizden öğreniriz.  Duygular, düşüncelerden farklı olarak kendiliğinden gelir ve hayatımızı kolaylaştırmak için bize yol gösterir, işleri bitince de kendiliğinden gider. Bir duygu içinde yeterince kalırsak, ondan kaçınmak, bastırmak ya da yok saymak yerine yeterince hisseder ve ifade edersek nötrleşecektir. Sevindirici bir haber aldığımızda hissettiğimiz mutluluğun bir süre sonra azalması gibi acı bir olay yaşadığımızda üzüntüye kendimizi bırakır, yas tutarsak bir müddet sonra o acı ilk andaki gibi hissedilmeyecek, hafifletecektir. Acının ve üzüntünün bizde bıraktığı ise olgunlaşma olacaktır.

Öfke; bizi koruyan, haksız ve yanlış durumlara tepki göstermemizi sağlayan bir duygudur. Öfke fıtridir/doğuştan tüm insanlarda bulunur ama ifade biçimlerimiz farklı farklıdır, ebeveynlerimizden öğreniriz. Kimileri öfkelendiğinde bir şeyler kırmak, kimisi bağırmak, kimisi de uzun uzun konuşmak, şikayet etmek ister. Bu seçimlerimiz çocukken gördüklerimizle doğrudan ilgilidir. İşler yolunda gitmeyince anne babanız ne yapıyordu? Sorunları nasıl çözüyor, öfkelerini nasıl ifade ediyorlardı? İşte bunlar normlarımızı oluşturur. Bu normlara ya teslim olur ya tam tersini yapar ya da bu gibi durumlara girmekten kaçınırız. "Beni kızdırdın, dayağı/fırçayı hak ettin”, "kızgınım ve bunu söylemeliyim/tartışmalıyız", "beni kızdırırsan sonuçlarına katlanırsın", "aman bana kızmasınlar da ne olursa olsun... " gibi tutumların farklılığı erken yaşlarda edindiğimiz bu deneyimle açıklanır.

Çoğumuz çocukken öfkeli davrandığımızda "anneye/babaya kızılmaz!" tepkisiyle karşılaşmış, duygularımız hakkında konuşma ve öfkelenme hakkına sahip olmamışızdır. Belki çoğumuz dayakla, aşağılanmayla, alayla terbiye edilmişizdir. Bugün kendimizin ya da bir başkasının öfkesiyle baş edemeyişimiz bundandır.

Öte yandan çocukken her zaman itaat etmesi, herkese her zaman nezaket göstermesi, kan kussa kızılcık şerbeti içtim demesi, uyumlu olması öğretilmiş bir çocukluk yaşayanlar var. Bu nedenle büyüdüğünde kendisine yapılan haksızlıklara ses çıkaramayan, zorbalığa/şiddete/istismara maruz kaldığında kendini suçlayan bir kişilik yapısı ortaya çıkar.  Bu "sessiz insanlar" çoğunlukla ifade etmedikleri, şikayette bulunmadıkları için fark edilmezler. Çünkü kendi duygularını değil başkalarının (güçlü olanın) duygularını algılamaya programlıdırlar.

Duygular doğru yolu bulmamız için iç dünyamızdaki yol işaretçilerimizdir, onları dinlemeli ve anlamalıyız. Düşünceler ancak duygularımızı özgürce hissettiğimizde ve yaşadığımızda bize yardımcı olabilir. İnsanlar öfkelendiğinde öfkesi hakkında konuşabilse, öfkelendiğini fark edebilse, duygularını görebilse yıkıcı davranışları çok daha kolay kontrol edebilir, kendini çok daha iyi koruyabilir, başkalarına da zarar vermez. 

Çevrenizdekilerle ilişkilerinizde sınırlarınız sürekli ihlal ediliyorsa ya da siz onların sınırlarını zorluyorsanız; iletişimde sıklıkla aşağılama, alay/rencide etme dili kullanıyorsanız; öfke patlamalarınız varsa bu çocukken gördüğünüz kötü muamele ile ilgili olabilir.

Ebeveynlerimiz de tıpkı bizim gibi ve belki daha da ağır bir şiddetle terbiye edildikleri için daha iyisini yapamamış olabilirler. Ama yine de bunu mazur görmek gerekmez. İnsanlığa örnek olarak gönderilmiş Peygamberimiz yaşamında kimseyi azarlamamış, hor görmemiş, alay etmemiş, aşağılamamış, dayakla terbiye etmemiştir. Kendimizi terbiye edemiyor, Peygamberimizin ahlakını örnek alsak bile uygulayamıyorsak öfke patlamalarımızla kimseye daha fazla zarar vermeden tedavi olmak durumundayız.

Aile İçi Şiddet Kime Zarar Verir?

Öfke kontrolü konusunda sorunlar yaşayan bir aile içinde tartışma çıktığında fiziksel güç bakımından üstün olan taraf, tahrik ve hakarete karşı gücünü kullanmaktan başka bir yol bulamaz. Aslında kendisi de bir şiddet mağduruyken fiziksel güç avantajıyla öne çıkar. Kadına yönelik şiddet kavramı da işte burada ortaya çıkar. Kadın, sırf kadın olduğu için, (az önce ikisi de birbirine eşit biçimde söverken sorun olmaz) fiziksel güç bakımından zayıf olduğu için, sözlü çatışma şiddete döndüğünde (şiddet sıklıkla iki tarafın da uyguladığı bir şey olsa da) daha fazla zarar görür. Ancak biliyoruz ki ilişkilerde şiddetten başka onur kırıcı pek çok şey de olur. Öte yandan konuşma, neden bulma ve argüman üretme bakımından güçlü bir kadın varsa da sözlü çatışmada eşitsiz bir durum oluşur. Ağır konuşan, rencide eden bir kadına karşı (ağır konuşmakla dövmek aynı şey olmasa da) erkek haksızlığa uğradığını hisseder ve şiddetin dozunu arttırır, bu karşı tarafı daha da öfkelendirir ve böylece bir kısır döngü içerisine girilir. Ya birinin pes etmesi ya da birinin etkisiz hale getirilmesi(!) çatışmayı sonlandırır. Halbuki çok daha insani çatışma yolları vardır. Taraflar bu kısır döngüden besleniyorsa, daha iyi/sağlıklı bir çatışma görmediler/tecrübe etmedilerse daha iyisi için uğraşma gereği duymazlar. Çünkü yaşadıklarının ve yaptıklarının normal olduğunu düşünür. Sosyal sistem güç üzerine kurulu olduğu için, kimin kime gücü yeterse o kazanır. Hikayenin görünmez kurbanları ise çocuklardır. Ev içinde yaşanan her tür şiddet; birbirine bağırmak, kişilere değil kapılara vurmak dahil en fazla çocuklara zarar verir. Onları eminlik duygusundan yoksun bırakır, şiddet uygulamaya ya da şiddete maruz kalmaya meyilli hale getirir. Fiziksel veya psikolojik şiddetin doğrudan hedefi olmamış olsalar da hikayedeki en büyük zararı çocuklar, dolayısıyla gelecek nesiller görmektedir. Böylece aile kurumu da güvenilmez hâle gelmektedir.

Güçlünün gücünü sorumsuzca kullandığı bu düzende kişiler güç sembollerinden ne kadar mahrumsa o kadar zarara açık hale gelmektedir. Mülk, para, statü, yaş vs… her birinin azlığı kişiye baskı ve şiddetin kapılarını açar. Mesele "kadın cinayetleri"nin ötesindedir. Mesele güç sahibi kişinin sahip olduklarını adalet ve merhametten yoksun olarak kullanmasıdır. Güç kontrolsüz, merhametsiz, bencilce, heva ve heves uğruna kullanıldığında sadece kadınları değil, mültecileri, yoksulları, hayvanları, tabiatı ve çocukları mağdur etmektedir.

Yasalar güç sahiplerini denetlemeyi amaçlar ama ironiktir ki yasaları yapanlar da güç sahipleridir. Yeterince gücünüz varsa yasalar yapar, yasalar çiğnersiniz, kamuoyu veya gündem oluşturursunuz, medyayı yönetir, ülkeler işgal eder adına da insan hakları dersiniz. Yasalar vicdanlara ulaşamaz. Suçluyu suç işlemeden önce durdurabilecek bir muhakeme becerisine ulaştırmak gerekmektedir. Peki, bunu ne sağlar?

Din: Kalpsiz Dünyanın Kalbi

Yasalar insanlar üzerinde yeterince etkili olmayabilir ama din insana haddini bildirir. Kur'an bize sıklıkla kul olduğumuzu hatırlatır. Sadece bir kul... Güç sahiplerine tevazu emredilir, birine yardım ettiğimizde ondan teşekkür bile bekleyemeyiz; birinin sözünü dinleyeceksek o, Allah olmalıdır. Kur'an bizi sürekli tevbeye ve af dilemeye davet eder. Çünkü çok hata yaparız, kendimizden hiçbir zaman o kadar da emin olamayız. Allah'ın azametini ve kudretini sıklıkla anlatır. Böylece umulur ki kullar tanrıyı oynama cüretini göstermesin, haddini bilsin, kendine kulluk beklemesin ve başkasına kul olmasın.

İnsanlara kendini kontrol etme becerisini kazandıracak olan şey sadece dindir. Sadece din insanlara anlam ve amaç verebilir, vicdan ve ahlak oluşturabilir. Çünkü kimseye inanmadığı bir şeyi yaptıramazsınız, olmayan bir vicdanı oluşturamazsınız. Sadece kendini bilen, rabbine teslim olan bir insan gücünü dilediğince kullanma imkânına sahip olduğu halde bundan vazgeçebilir.

Emr-i bilmaruf  ve nehy-i anilmünker sorumluluğumuz nedeniyle önce kendimize sonra çevremize sadece Allah'a kul olmayı yeniden öğretmek; çevresindekilere zulmedenlere, gücünü kötüye kullananlara haddini bildirmek; insanların birbirine karşı sorumluluklarını hatırlatmak; merhamet ve adalet gibi değerlerimizi siyasi hesapların ötesine taşımak; sessizlerin sesi olmak gerekir. Bu bağlamda ihtiyacımız olan; mesajı çağlar boyu devam eden rehberimiz Kur’an ve örnekliği çağları aşan Peygamberimizin sünnetidir.