Kaçak güreş

Etyen Mahçupyan

Mustafa Erdoğan geçen hafta Neşe Düzel’e herkesin beğenisini kazanan bir söyleşi verdi. Benim de katılacağım tesbitlerinden biri AKP’nin Kürt meselesindeki bakış açısının yanlışlığı üzerineydi: “Başlangıçta din kardeşliğiyle bu işin çözüleceğini düşündüler. Sonra Kürtleri AKP’lileştirerek durumu rahatlatmayı tasarladılar.” Buna son seçimler öncesindeki yerele ‘hizmet’ götürme stratejisini de ekleyebilirsiniz ama gözlem esas olarak doğru. Nedeni ise AKP’nin “işin rantını, başta Kürt siyasi hareketi olmak üzere başka siyasi partilerle paylaşmadan” almak istemesi. Doğrusu durumun ‘diğer’ siyasi partiler açısından da benzer olduğunu söylemeden geçmemek koşuluyla, Erdoğan’ın bu gözlemine de katılmamak mümkün değil. Kısacası AKP Kürt meselesinin etnik temeli ile yüzleşmekten hoşlanmayan ve muhtemel bir çözümün rantını tümüyle kendisine almak isteyen ‘tipik’ bir Türkiye partisi.

Buna paralel olarak, yine kimsenin fazla itiraz edemeyeceği bir diğer tesbit, iktidar partisinin “meselelerin büyüklüğü karşısında bocalıyor ve Silahlı Kuvvetler’le ilgili konularda sürekli geri adım atıyor” olması. “Sorunun çözümünü, ‘şimdi gücümüz yetmez’ diyerek hep erteliyor ve zamana yayıyorlar. Kararlı davranmadıkları için sorun hiç çözülmüyor.” EMASYA Protokolü’nün kaldırılması AKP’nin niyet ve iradesi hakkında daha olumlu bir kanı uyandırsa da, sivil/asker ilişkisi alanında hükümetin kolaylıkla atabileceği adımlar düşünüldüğünde, Erdoğan’ın tesbitini yadırgamak için bir neden yok. Söylenen şey AKP’nin asker karşısında siyasi risk almaktan kaçınan ve durumsal davranan niteliğiyle ‘tipik’ vasfını pekiştirdiğidir.

Öte yandan yine Erdoğan’ın işaret ettiği üzere “AKP bu ülkede demokratikleşme için en çok çaba harcayan siyasi parti.. ama demokrasiyi kendi başına bir siyasi değer olarak almıyor.” Buna rağmen demokratikleşme için uğraşmasının nedeni ise “sadece kendi tabanına yönelik bir demokratikleşme ve özgürleştirme” yapamaması, “haklı sıkıntılarını çözmek için daha geniş bir desteğe ihtiyaç” duyması. Aslında karşımızda yine ‘tipik’ bir Türkiye partisi var. Amacı kendi tabanının taleplerine yanıt vermek ama mecbur kaldığı oranda genel bir demokratikleşmeye de fırsat tanıyor.

Tablonun niçin böyle olduğunu, AKP’nin ‘tipik’ özellikleri niçin aşamadığını ise Erdoğan şöyle ifade etmiş: “AKP’nin kendi yapısından ve tabanından kaynaklanan bir sorunu var. Hem tabanda, hem yönetimde ‘statükocu güçler’ gibi düşünenler var... AKP’nin teşkilat yapısının da, tabanının da demokrat olduğu söylenemez.”

Şimdi kendimize samimi bir soru soralım: Çıkarcılığı, korkuları ve yapısal handikaplarıyla epeyce aşina olduğumuz bir parti profili çizdiğini düşündüğümüz AKP’den böylesine yüksek beklentilerimizin olmasını nasıl açıklayabiliriz? Gerçekleşen ufak reform adımlarını bir lütuf olarak algılamaktansa, AKP’yi ne mantıkla ‘yeterince reformcu olmadığı için’ eleştiriyoruz? Daha da ilginci, bu tür beklentiler acaba neden laik kesimde yoğunlaşıyor? Eğer AKP’nin temel sorunu ‘yapısal’ ise bu kolay değişmeyecek bir duruma işaret ediyor... O zaman bu partiden reform yapmasını beklemek saçma değil mi?

Sorun şu ki, laik kesim olarak bizler ‘ötekiler’ söz konusu olduğunda yapısal analizle yetinmeye çok yatkınız. Söz konusu yapısal analiz yanlış değil... Ne var ki ‘ötekinin’ içsel değişimini ve bizzat bizim ‘öteki’ üzerindeki etkimizi dikkate almıyor. Böylece AKP’nin önündeki seçeneklerin ve nihayette yapılan tercihlerin siyasi analizini yapmamış oluyoruz. Oysa olumlu beklentilerimiz, bu dile gelmeyen siyasi analizle ilişkili.

Yapılacak ilk tesbit AKP teşkilatının da tabanının da çok hızla değiştiği ve statükocu güçlere yakın olanlar kadar ‘değişimci’ de barındırdığıdır. Eğer trendin yönüne bakarsak, değişimcilerin her katmanda hızla arttığını gözlemleyebiliriz. Buna karşılık laik kesimin örgütlü aktörleri AKP’nin yanında değil karşısında yer almakta ve reformları bizzat engellemekteler. Danıştay’ın son katsayı kararı yeterli bir örnek... CHP’sinden TÜSİAD’ına, oradan sendikalarına kadar laik kesimin, reformculuk bir yana bayağı statükocu olduğunu görmezden gelemeyiz. Bu durumda AKP’nin seçeneklerinin son derece kısıtlandığını ve risk almama eğiliminin doğal olarak arttığını da takdir edebiliriz. Laik kesim reformlardan yana örgütlü tavır sergileyebilse ve AKP tereddüt gösterseydi, dindar kesimin yapısal analizi anlamlı olabilirdi. Ancak durum tersine...

Bana kalırsa laik kesimdeki bizlerin AKP ve dindarlara ilişkin yapısal analizlerden hoşlanmamızın nedeni, kendi yapısal analizimizi yapmamamızla paralel gidiyor. Laik kesimin bütün handikaplarını siyasi alana ve CHP’ye yıkarak kendimizi kurtardığımızı sanıyoruz. Ne CHP’li ne de AKP’li olmak gibi ‘siyaseten doğru’ pozisyonların ahmaklığına sığınıp aklımızca ‘temiz’ kalıyoruz.

Aslında Türkiye’nin asıl meselesi ve demokratikleşememesinin nedeni, laik kesimin kaçak güreşmesi, devlet otoritesine bağımlılığını sürdürmesi, rüştünü hâlâ ispat edememesidir.

TARAF