Kabak tadı

Törenlerin sıkıcılığından söz ediyordum. Her yerde öyledir de, burada iyice öyledir. Formalite ve formalizm, töreni tamamen ruhsuzlaştırır, birtakım ezberlenmiş jestlerin, klişelerin tekrarına indirger.

Belki bu sıkıcılığı yok etmek işin, cihet-i askeriye, yeni bir tören eğlencesi icat etti. Şimdi, bütün toplum, “resepsiyona gidecekler mi, gitmeyecekler mi” sorusuna kilitleniyor. Medyamız da haberin bu türlüsüne düşkün. Gerçekte hiçbir ciddi içeriği olmayan bir konuda türlü türlü yorum, ince hesap, gırla gidiyor.

Genelkurmay da kurmaylık becerilerinin önemli bir kısmını bu alana yığmış gibi görünüyor. Herhalde günler öncesinden başlayarak, dakikaları, saniyeleri de hesaplayarak, “resepsiyona gitmeme” planları yapıyorlar.

Medya da bunları deşifre ediyor, ne anlama geldiğini bize tercüme ediyor. Onun da töreni var; heyecanlı bir sesle, yarı bağırarak konuşacaksın, ayrı cümleyi kelimelerin sırasını değiştirerek birkaç kere söyleyeceksin, bir “maç spikeri”nin “nefes nefese”lik temposunu yakalayacaksın.

Ama bu iş artık kabak tadı verdi. Her yıl, her yıl, “gidecekler mi, gitmeyecekler mi?” “Alternatif resepsiyon var mı? Kaçta başlıyor?” ve buna benzer konuların ısıtılıp önümüze sürülmesi bıktırdı iyice. Durum gülünç, ama güldürmüyor bile.

Bir iş böyle yılan hikâyesine dönüp uzadıkça uzarsa, aslında her insan etkinliğinde bir miktar bulunan “absürdite” gitgide ortaya çıkar ve başka, o kadar absürd olmayan ögeleri de bastırır, bir tek kendisi boy göstermeye başlar. Bu başörtüsü işi epeydir bu kanala girdi; buna en fazla meraklı olanlar, bu absürditeyi de en fazla sergileyenler oluyor. “Kral çıplak” esprisi gibi, şu ortamda, onun kritik bir ânında birisi çıkıp “Aa! Bu durum komik!” dese, belki herkes gülmeye başlayacak ve “kriz” falan diyerek üzerinde uzun uzun, ciddi ciddi konuştuğumuz şeyin aslında saçma sapan bir konu olduğunu anlayacağız. Ama o noktaya bir türlü gelemiyoruz ya da bunun “komik” olduğunu söyleyen kimse çıkmıyor.

Oysa, örneğin CHP’nin ve Genel Başkanları’nın durumuna bakın... Kılıçdaroğlu’nun bu kepazelikten sonra da Başbakan için “Karısını ve kızını ikna edememiş” diyerek bu işten sıyrılma çabasına ve bu manevrasının dâhiyane derinliğine bakın. Bir partinin şu hallere gelişine bakın...

Ama bakılamıyor. Daha doğrusu, önerdiğim şekilde, mizahtan bakılamıyor. Kılıçdaroğlu’yu bir sosyal-demokrat partinin başındaki adam gibi görmeye çalışırsanız (ve öyle olduğu söyleniyor) durum trajik. Oysa parti başkanı rolüne çıkmış bir Groucho Marx gibi seyredecek olursanız, son derece başarılı. Ama örneğin Tayyip Erdoğan kaşlarını çatarak, yüzünü gererek, sesini yükselterek cevap verme gereğini duyuyor, belli ki. O zaman ne mizah kalıyor, ne bir şey!

“Başörtüsünü simge haline getirdiler!” Kim getirdi? Bunun üstüne bu kadar kuru gürültü kopararak, bütün bir toplumun işini gücünü bununla kilitleyerek, bunu bir anayasal sorun haline getirerek o küçük bez parçasından bu “büyük” sorunu yaratmayı kim başardı? Her kimse, bu saçma bir şey olduğu için, bütün bu gürültü bir “sorun- olmayan- sorun” üstüne koparıldığı için, bu kof direniş de sönümlenecek, üniversite mi, resepsiyon mu, oralarda başörtüsü olacak.

O zaman ne olacak, ne diyeceğiz. “Laiklik”, bozguna mı uğramış olacak? “İrtica” zafer mi kazanacak?

Bana göre böyle sonuçlarla ilgisi yok bunun, ama şimdiye kadar bu patırtıyı koparmış olanlar dediğim sonucu çıkarmalı. Ama yalnız ne “zafer”dir, ne “hezimet”tir, bundan ibaret değil topluma empoze edilen kavram kargaşası. “Kamu alanı” diye hiçbir yerde benzerini bulamayacağınız bir saçmalıkla yıllar geçirdik. Şimdi gel de anlat işin doğrusunu, “kamu alanı” ne demektir? “Kamu” nedir, “devlet” nedir?

“İçtihat kapısı kapandı” diye bir deyim vardır. Bir tarihte o “kapı” kapanmış ve İslâm’da “yenilik” konuşulamaz olmuş. Bunun tartışılır bir temeli var; Gazalî, İbn Rüşd tartışması falan.

Ama öyle görünüyor ki Kemalizm dininde öyle bir kapı zaten hiç yapılmamış. Sonradan değil, baştan kapalı.

TARAF