Din nerede yaşar? Daha doğrusu bir dine inanan insan, inandığı düsturları nasıl yaşatır? Kalplerin, sahibine dahi kapalı mûtena köşelerinde mi? Ya da yaşanan hayata dokunması istenmeyen mâbedlerde mi?
“Öğretileri böylesine bir anlayışa dâvet eden bir din var mıdır?” abes sorusunu dahi sormadan sözü direkt bize; laiklerimize ve onların inanç algısına getireceğim.
İnanç özgürlüğüyle bir problemi olmayan toplumun laik kesiminin, bu yazının konusu olmadığı âşikârdır. Sivil hayatta önemli bir yer tutsalar da sistem adına karar alacak bir konumları olmadığı, laiklik adına sergilenen trajikomik hâdiselerden sorumlu olmadıkları için.
Sorunun kaynağına, yani dinî inançları insan kalbine, inanç pratiklerini de mâbede hapsetmeyi laiklik zanneden dogmatiklere sözüm.
Türkiye dindarlığından bahsettiğimize göre de; din olarak İslâm’dan, mâbed olarak câmiden ve inançlı insan olarak da inandıklarını farklı oranlarda da olsa amele döken birey ve toplum bazında Müslüman halktan bahsediyoruz demektir.
Jakoben laiklerin “modern öncesi” yaşatılagelmiş din tasavvurunun yerine, modern hayatta ikâme etmek istedikleri tarz dindarlığı, makûl ölçüler içinde izah edebilecek birini bulmak mümkün değildir. Onun adına “dindarlık” denmez zaten. Hem inanacaksınız, hem de inançlarınız sizin davranışlarınıza, hayat tarzınıza, nesnelerle temasınıza, varoluşu anlamlandırmanıza bir etki etmeyecek, bunun mümkün olmadığını görmek için filozof olmaya gerek var mı, Allah aşkına!..
Bunlar, ya inanmanın ne demek olduğunu bilmiyorlar, ya da inançları topyekûn insan hayatından kovmak istiyorlar; fakat bunu açıkça söylemeye cesaret edemediklerinden olsa gerek, sûret-i hakdan gözükme bağlamında, bunu laikliği koruma kisvesi altında sağlamaya çalışıyorlar.
İkincisine denecek söz yok. Zira, gerekçesi ne olursa olsun, dini hedef almıştır. Hiçbir zaman sizi anlamaya çalışmayacak, hak ve hukuk kaygısı taşımayacaktır. Modeli, Stalin Rusyası’dır.
Ama birinci şıktaki ihtimali inceleyecek olursak, inanmanın, literatürdeki ifadesiyle “iman etme”nin anlamını bilmiyorlar demektir.
Şöyle ki; iman etmek, her şeyden önce dinde inanılması zaruri olan hususları kalben tasdik etmektir. Bir diğer ifade ile inanmak, kalbin amelidir. Dil ile iman edilen temel esasları ikrar, organlar ile de bunları hayata tatbik etmek imanın tamamlayıcı cüzleridir. Takrir dilin, dille söylenen hususları hayata geçirmek de organların imanıdır.
İslâm’a dair biraz olsun malûmatı olan herkes bu hakikati bilir.
Hâl böyle iken, imanı kalbe, ibâdeti câmiye hasretmek nasıl mümkün olabilir ki?..
İnanç kalbin ameli ise, kalb de bazı şeylerin iyi, bazılarının da kötü olduğuna inanıyorsa, insan davranışları bu esasa göre şekillenecektir, aksi düşünülemez. Meselâ, Nur Sûresi’ne iman etmiş bir Mü’minenin başörtüsü giymesi bu imanın doğal sonucudur. Başörtüsü giymenin gerekliliğine inanıp da bunu yerine getirmemek sakıncalıdır; çünkü kimse inandığının aksi gibi yaşayarak ne doğal olabilir, ne de mutlu.
Yine meselâ, faiz almanın haram olduğuna inanan bir kişinin faizden kaçması kadar doğal bir şey olabilir mi? Sorun, hem faizin haram olduğuna inanmak, hem de faiz almaktadır, aksi değil.
Jakoben laikler de bunun aynısını İslâm için değil ama bir dogmaya dönüştürdükleri laiklik için istiyorlar. Hatta daha fazlasını da istediklerini söyleyebilirim...
Geçen günkü Fatih Altaylı’nın sunduğu televizyon programına katılıp da ‘Atatürk’ü sevmediğini’ söyleyen başörtülü hanımı hatırlayın. Bu hanım bir anda linç girişimine maruz kaldı. Bir gazete, internet sitesinde “İşte alçaklığın geldiği son nokta” gibi absürd mü absürd bir spotla okuyucusunun karşısına çıkarken kalplere dahi tahakküm arzusunu dillendirmiş olduğunun farkında mıydı acaba?..
İnsanların “Allah’ı sevmemek” gibi hürriyetlerinin olduğu ve bu hürriyetlerinin kanunlarla muhafaza altına alındığı bir ülkede, İslâm’ın insanları “Allah’ı sevmeye dâvet ettiği” ama zorlamadığı bir gerçeklikte, Atatürk’ü sevmemeyi; “İşte alçaklığın geldiği son nokta” diye hakâretâmiz bir uslûbla savaş gerekçesi görenler, aslında “kör bir dogmatizme” inandıklarını ilan ediyorlardı.
İşi öyle bir kerteye vardırıyorlar ki; “Ben laikim” diyen insanları, bu iddialarını söz ve fiilleriyle isbatlamaya çağırıyorlar, sanki isbatlamak zorundalarmış gibi. Ama “İslâm’ı sevdiğini” söyleyen insanların bu sevgilerini kalplerinde saklı tutmalarını isteme garabetini de normal görebiliyorlar. Paradoksa bakın!..
Bu meyanda jakoben laiklere diyeceğimiz odur ki; imkânsız talep ve dayatmalarla dini yaşanan hayattan tecrit etmek mümkün değildir. Bunu Stalin Rusyası bile başaramamıştır. Elinizde bulunan gücü, toplumun inancını yaşamasında pozitif kullanın, bu sizin de gücünüz olur.
Vakit gazetesi