Zafer Burakmak’ın bahse konu yazısı şöyle:
Reçeteyi Zehir Etmek
Her ne kadar çoğunlukla kötü kavramlarla anılsa da, toplumların birlikte yaşamalarının vazgeçilmez sosyal bir olgusudur devlet denen mekanizma. Devletin sosyal, demokratik, monarşik, sosyalist, İslami temelli ya da liberal gibi tanımlamaları ayrı tartışma konusu. Ancak büründüğü kimliksel değerlerinin yanında sürekli daha iyiye götürülmesi gereken bir gerçek. Hele ki günümüzdeki şehirler, tarihi imparatorlukların nüfuslarını katlamışken. 1800’lü yıllarda Osmanlı İmparatorluğu'nun devasa coğrafyasında nüfus 26 milyon iken, Anadolu’da bu rakam 6 milyon 700 bin civarıydı. Bugün İstanbul’un nüfusu 15 milyonu aşmış durumda.
Toplumların bu kadar genişlediği ve hayatın komplike hale geldiği bir zamanda, birlikte yaşayabilmenin anahtarı, yine kötülüklerin kaynağı haline getirdiğimiz bu sistemler maalesef. Her ne kadar uğruna savaşılacak malzemeler kılınsalar da barış içinde yaşayabileceğimiz yegane reçete bu.
Teorikte bir kısım anarşistler dışında devletsizliği savunan kimse yokken bunları hatırlatmamızın sebebi, devlet denilen yapıların tarihsel süreç içerisinde savaş mantığıyla okunmasındandır. Bir vakanın tarihsel okumasının amacından ziyade sonuçlarından hareketle yapılması yanlışı, bu örnekte de kendini göstermiş, birlikte yaşamak zorunda kalan geniş kitlelerin zorunlu reçeteleri, savaş gerekçeleri olarak görünmüştür. Bu temel yanlış, küçük açı farklarının büyük sonuçları doğurması gibi kötü sonuçlar doğurmuştur. En temel tanımlamalar anlayışları, anlayışlar konumlandırmaları, konumlandırmalar ise somut icraatları tamamlar. Çünkü neyi nasıl konumlandırdığınız, ona yaklaşımınızı ve ondan beklediğinizi belirler. Öyle ki isimlendirmelerin ve tanımlamaların bile uzun zaman dilimlerinde geniş kesimler üzerinde etkilerinin olduğu kaçınılmaz bir gerçek.
Konumuz olan devlet, Batı dillerine Latince “Status” kelimesinden gelmiş. Bu kelime İtalyanca, statü, hâl, durum, vaziyet anlamlarına gelmekle birlikte, 16. yüzyılda “Stato”ya dönüşerek devleti ifade etmek için kullanılmış. Süreç içerisinde de İngilizceye “State”, Fransızcaya “Etat”, Almancaya “Staat”, İspanyolcaya “Estado” şeklinde geçmiştir. Yani bir coğrafyanın devleti, onun hali, statüsü, gücü, vaziyeti anlamına gelir. Devletin adaleti, merhameti ve refahı o toplumun aynasına; zulmü, çirkinliği de gölgesine dönüşür. Öyle anlaşılır zira bir devlet, coğrafyasının durumunu, ahalisin hâlini yansıtır.
Türkçeye ise “elden ele geçen” anlamına gelen Arapçadaki “devl” kelimesinden gelir. Bu kelimenin kökeni ile “gücün insanlar arasında dolaşmasının” anlaşılması gerekirken maalesef süreç içerisinde bir anlam kaymasına uğramış ve devleti ele geçirilmesi gereken bir nesneye dönüştürmüştür. İslam dünyasındaki aşiret reisleri, bölge liderleri, farklı dinlerdeki grupları da düşündüğünüzde, farklı kesimlerce fethedilecek bir makam olarak algılanmasının dehşeti katlanır. Bunun sonuçlarını da görüyoruz maalesef. Birlikte yaşamanın en zor olduğu coğrafyaların başında Ortadoğu geliyor. Farklı güç dengeleri, her erkten güçlü kılınması gereken bir yapıyı yani devleti oluşturmak yerine, ele geçirilecek bir makam olarak görüp, uğruna savaşılacak bir fitne unsuru kılmışlardır. En temelde, herkesin belirli oranda haklarından feragatte bulunarak, gücünü karşısında sınırlayarak, bir diğerinin hakkını da düşünerek var kıldığı devlet denilen sistem, tüm bu sayılanların aksine bir savaş gerekçesi kılınmakta, bir diğerinin hakkını gasp etmeye aracı olarak görülmektedir.
Pekiyi, Ortadoğu’nun bir parçası olan Türkiye’de durum çok mu farklı? Çeşitli yapılar arasında devlet, ele geçirilecek bir nesne değil mi? Kemalistler, FETÖ ya da diğer yapılar arasında yaşananlar, halka hizmet götürme yarışı mı yoksa devleti ele geçirme kavgası mıydı? Hadi bunlar sistem dışındakiler ya devletin gücünü kullanarak başa gelen siyasi partilerin kavgaları? Tepeden tırnağa kadar kadrolaşma hırsına yenik düşmeyen kaç parti biliyorsunuz? Maalesef küçük bir köydeki muhtar seçimi bile bir savaş ortamı yaratabiliyor bölgemizde. Öyle “hizmet için gelmelisiniz” süslemelerini zikretmeyeceğim elbet, ancak bu makamların, birlikte yaşamanın bir zorunluluğu olduğunu da unutmamamız gerek. Devlet denilen yapıda, toplumun her kesiminin ağırlığınca söz hakkı ötelenirse birilerinin devleti, diğerlerinin hedefi haline gelir. Bu da beraber yaşamak için icat olunmuş düzenin, kavga sebebi olması sonucunu doğurur.