Kur’an ve rahmet ayı mübarek Ramazan’a kavuştuğumuz için Âlemlerin Rabbi Allah-u Teâla’ya binlerce kez şükrediyoruz. Evet, bütün dertlere, telafisi çok zor kayıplara ve katlanması çok zor acılara rağmen şükrediyoruz Rabbimize. Ancak bizim şükrümüz zilleti içselleştiren sapkın bir tutumun aksine sabır ve sebatla, azim ve cihadla meczolmuş ıslah ve inşa edici bir şükürdür. Hayatı ve bütün bir dünyayı olabildiğince güzelleştirmeyi ibadet bilen aklıselim bir kalbin şükrü, yeryüzünden fitneyi tamamen söküp atıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar topyekûn ve kesintisiz bir savaşa ahdetmiştir.
Peki, Ramazan’ı idrak etmeye başladığımız, ibadet ve dualarımızı çoğaltıp hayır ve güzellikte yarışacağımız şu günlerde ırkçı siyaset ve nefret ideolojisi üzerine bahis açmak da nereden çıktı? Şefkat ve merhamet üzerine birbirimize daha çok nasihatler edeceğimiz, yetimi ve yoksulu koruyup kollamak üzere seferberlik ilan edeceğimiz, muhacir ve mücahitlere Allah için destek olmak üzere maddi-manevi imkânlarımızdan daha fazla paylar ayıracağımız şu rahmet ayında ırkçılık gibi, nefret gibi tartışmalara girmek tuhaf hatta kutuplaştırıcı bir tutum sayılmaz mı? Yok, hiç de tuhaf sayılmaz bilakis adalet ölçüsüne riayet ederek bu tür tartışmaları kamuoyun en geniş kesimlerine ulaştırarak ırkçı nefret suçlarıyla mücadele etmek insani ve İslami vazifemizdir.
Ulusal Kimliği ve Menfaatleri Din Edinmek!
Kur’an-ı Kerim “emri bil maruf / iyiliği emretme” ibadetini “nehyi anil münker / kötülükten alıkoyma” ibadeti ile tamamlar. Hayra çağırma ibadetiyle eş zamanlı olarak işleyen ve hayatı bir bütün olarak inşa eden “iyiliği emretme ve kötülükten alıkoyma” ilkesi dünya ve ahiret için muhakkak uyulması gereken bir kurtuluş reçetesidir (Al-i İmran/104). Şeytanın adımlarını takip edenlerce kadim zamanlarda kavmiyetçilik olarak zuhur eden, modernleşme sürecinde kan ve kafatası kimliğine yaslanan ırkçılık ve sonrasında sofistike bir dizi değerle “hayali cemaat” olarak inşa edilen ulusalcılık suni ayrışma hatları icad ederek muhayyel üstünlük ve ayrıcalıklı kimlikler oluşturdu.
Fransız ulusal kimliğini Alman, Rus, Sırp veya Ermeni ulusal kimlikleri takip ettiği gibi ilerleyen zamanda Türk, Arap, Kürt ve Fars ulusal kimlikleri üzerinden siyaseti, toplumu, kültür ve tarihi tanımlamak biricik ve kutsal istikamet haline getirildi. Kurulan her modern devlet kendi ulusunun faziletlerini önce icat ediyor sonra da diğer ulusların faziletleriyle yarıştırıyordu artık. Böylelikle seküler değerler dizgesinde ulusal kimlik her şeyin üstüne ve önüne yerleştiriliyordu. Ulusal çıkar deyince akan sular duruyor nihayet din ve ahlak duygusu, adalet ve merhamet hissi bile ancak ulusal çıkarlara hizmet ettiği ölçüde makbul sayılıyordu. Bu manada bize dayatılan tecrübeye göre İslami değer, söylem ve sembolleri de Türk ulusal çıkarlarına amade kılmak çok makbul ve zaruri bir sosyal mühendislik işlemi addediliyordu.
Şimdi bu ulusalcılık diye pazarlanan ama esasını ciddi ciddi ırkçı siyasete ve nefret ideolojisine yaslayan konunun bu gün adım attığımız rahmet iklimi Ramazan’la alakasına gelelim. 10 yıldır korkunç bir yıkım ve katliamla yanıp kavrulan Suriye’den ülkemize ve dünyanın dört bir tarafına kaçıp sığınan milyonlarca mülteci gerçeği önümüzde duruyor. Suriye’den keyfe keder olsun diye değil işkence, tecavüz, hapis ve vahşetten kaçmak için canhıraş bir biçimde çıktı milyonlarca insan.
Mülteciler, muhacirler, yabancılar dünyanın birçok noktasında sıkıntı ve endişe kaynağı olarak işaretleniyor maalesef. Fakat işi daha aşırı uçlara taşıyıp meseleyi ırkçı-ayrımcı siyasetlerinin malzemesine çeviren, toplumu yabancı düşmanlığına teşvik edip nefret ve çatışma ortamını körükleyen aktör ve örgütler sadece kendi toplumları için değil bütün bir insanlı adına daha büyük risk ve tehditler oluşturuyorlar.
Mazlum Doğu Türkistanlı Uygur mu, Suriyeli Arap mı?
Normal şartlar altında Hükümetler mülteci ve yabancılara karşı düşmanca politikalar icra ederken muhalefet partileri mültecilerin haklarını korumak, özgürlüklerini genişletmek ve refahlarını arttırmak üzere politika yürütürler. Fakat Türkiye’de durum tam tersine işliyor. CHP ve İYİ Parti Suriyeli muhacirleri hedef tahtasına koyup halkı Hükümete karşı kışkırtmayı temel strateji belirlemiş durumda. İşsizlik, enflasyon, yüksek dolar kurundan atanamayan öğretmenlere hatta Ege ve Akdeniz sahillerinde rahatça güneşlenemeyen tatilcilerin sorumlusu olarak da Suriyeli muhacirleri göstererek taban tutmaya ve genişletmeye girişiyorlar inatla. Bu partiler bütün iyilik, güzellik ve refah vaadlerini Suriyelileri derhal geriye postalamak için sandıktan alacakları vizeye bağlamış durumdalar.
Bu ırkçı siyaset ve nefret ideolojisinin bazı sembol isimleri de var elbette. CHP meselesini bir kenara koyup bugün için İYİ Parti’nin “yabancı düşmanı” siyaseti üzerinde duralım. “Suriyeliler yabancı mı?” Neden Müslüman kardeşimiz, komşumuz ve Allah’ın emanetleri yabancı olsun ki? Bizler neo-Nazi miyiz, faşist miyiz? Yoksa ulusal menfaatleri din edinmiş ve Allah’ın emrettiği adalet ve merhamet duygularına sırt çevirerek asalet ve fazilet sahibi olabileceğimizi, dünya ve ahirette kurtulabileceğimizi mi sanıyoruz? İslami kimliği tahfif ve tahkir edip Ata/Türkçü kimlikle yoluna devam edeceklere söyleyecek fazla bir söz yok.
Irkçı ve provokatif siyasetin sembol isimlerinden biri olan İYİ Parti Grup Başkan Vekili Lütfü Türkkan hiç utanıp sıkılmadan Suriyeli muhacirleri dün şöyle tehdit ediyordu: “Şimdiden hazırlık yapmalarını tavsiye ediyoruz. Ya kendi ülkelerine dönecekler ya da Avrupalılar misafir edecek. İşgalciden farksız olan Suriyelilerin kalmasına müsaade etmeyeceğiz.” Lütfü Türkkan’ın ırkçı-ayrımcı söylemlerle toplumu Suriyeli mültecilere karşı kışkırtmak üzere ürettiği yalan ve tehditler Ümit Özdağ’la yarışacak kadar kabarık bir sicil oluşturuyor. MHP’den ayrışma sürecinde birlikte hareket edilen Sinan Oğan İYİ Parti’ye hiç sokulmamış, Ümit Özdağ patırtılı bir şekilde ihraç edilmiş ama “yerli malı Wilders” misyonuyla faşist iklimi tırmandıran Lütfü Türkkan rotayı belirler hale gelmişti.
Hatırlayacak olursak İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener geçen haftalarda çok güzel bir iş yaparak Doğu Türkistanlı bir kız kardeşimizi grup toplantısında kürsüye çıkarmış ve Çin Devleti’nin toplama kamplarında işlediği zulümleri anlatmasına fırsat vermişti. Bu tavır bir taraftan AK Parti ve MHP’nin Çin’e yönelik hemen hiçbir tepki içermeyen siyasetlerine yönelik kamuoyunda olumlu bir karşılık da bulmuştu. Öyle ya Doğu Türkistan’da Çin’in işlediği bin bir türlü işkenceye karşı mazlum Uygur kardeşlerimizin safında yer tutmamak büyük bir utanç kaynağıydı.
Peki, Sn. Meral Akşener Halep’ten, Humus’tan, Hama’dan, Deyriz Zor’dan veya İdlib’ten Türkiye’ye sığınmış bir kız çocuğunu grup kürsüsüne çıkarıp şöyle diyemez mi acaba? “Anlat kızım Baba Hafız Esed ile oğlu Beşşar Esed size nasıl kıydı? Esed rejiminin işkencehanelerinde kaybolan anaları babaları bir anlat bize. Anlat kızım; Rusya ve İran orduları Suriye’nin güzelim şehirlerini nasıl barbarca harabeye çevirdiler? Bombardıman edilen hastane ve okulları, varil bombalarıyla kan deryasına çevrilen fırınları ve pazaryerlerini anlat kızım. Ayağı kolu kopmuş kardeşlerini, bombardıman altında travma yaşayıp dengesini kaybetmiş komşularını anlat” deseydi daha doğru ve güzel bir siyaset tarzı izlemiş, adalet ve vicdanın sesine uymuş olmaz mıydı?
Riyakârlığa ve gösterişe hiç prim vermeden şu sorunun cevabını arayalım: Doğu Türkistan’daki Çin zulmüyle Suriye’deki, Esed+Rusya+İran zulmü arasında nasıl bir tefrik yapacağız? Doğu Türkistanlı kardeşlerimizi Çin, Suriyeli kardeşlerimizi Esed+Rusya+İran “terörist” ilan etti diye onlara yabancı ve işgalci muamelesi mi yapacağız?
Doğrudan ve net olarak ifade edelim: İYİ Parti ırkçı siyasetiyle, nefret aşılayan ideolojisiyle hayırlı hiçbir sonuç elde edemez ve edemeyecektir de. Bu ülke ve toplum ırkçı-ayrımcı siyasal söylem ve projeleri ustalıkla tarihe gömmesini bilmiştir. Kemalist devlet sınıflarının en kudretli olduğu dönemde Ata/Türkçü Türk Tarih Tezi’nin, Güneş Dil Teorisi’nin nasıl rezil ve zelil bir biçimde çöplüğe atıldığını unutmuşçasına siyaset yapmaya kalkanlar iflas manifestolarını şimdiden hazırlayabilirler.
Bir kez daha vurgulamakta fayda olur: Irkçılık şeytani bir hastalık, nefret ideolojisi Hitler ve Stalin’den Beşşar Esed ve Şi Jinping’e miras kalan hızlı bir çürüme ve çöküş yoludur. Bu sapkın yol hiçbir ülke ve topluma şeref ve haysiyet kazandırmadığı gibi temel hak ve özgürlükleri felce uğratıp refah ve güvenliği de çok uzak bir hayale dönüştürür.
Rahmet iklimini ırkçı siyaset ve nefret ideolojisiyle zehirlemekte inat edilmez umarız.
*
Yazarımız Yeni Akit’te yayımlanan bu yazısını sitemiz için genişletmiştir