Şimdi gelelim 1 Mayıs 1977 meselesine. 1 Mayıs 2012 Salı günü, yattığım yerden telefon bağlantısıyla, 35 yıl öncesi hakkında Belkıs Kılıçkaya’nın sorularına cevap verdim. Daha sonra Taraf’tan telefon açtılar; o sorulara da cevap verdim ve ertesi gün yayınlandı.
Kıyamet koptu. Bir haftadır söylenmedik şey kalmadı hakkımda. Herkes kendisinin o halini değil, benim 20-25 yaşıma (bir örnekte, çocukluğuma) varıncaya kadar geçmişimi sorguluyor. Bazı sitelerde üç beş günde “her şey” konuşulmuşçasına hüküm verilmiş : “Uyduruk tezler iflâs etti.” Bu aculluk biraz komik oluyor doğrusu.
Söylenenleri (çoğu zaman bağırılanları) izledim, kaydettim. Derledim. Alt-konulara ayırdım. Bekledim. Şimdi, yeniden ve daha sistematik olarak anlatmayı deneyeceğim.
Vurun fakat dinleyin. Ya da isterseniz dinlemeyin, bana ne. Ya da isteyen dinlesin, isteyen dinlemesin. “İmanını” ne yapsam değiştiremeyeceklerim var. Zaten değindiğim küçük ortamlarda onların sesi çok çıkıyor. Aynı kafadaki on kişi omuz verip nakarat tekrarı yapınca, bütün dünya bu sanıyorlar. (Hep öyle sandılar ve bu, solun sonu oldu.) Öte yandan, daha ciddi ve vicdanlı bir şekilde düşünen, hatırlayan, tartan ama ortalığa dökülmeyen bir sessiz çoğunluk da var. Dahası, hele bugün, “özel” ve dışarıya kapalı tartışmalar imkânsız. Belki hep imkânsızdı (ve olmamalıydı), ama günümüzde bunun hiç mümkünatı yok. Bütün bir toplum şu veya bu şekilde her şeyi izliyor. Onun için, orta ve uzun vâdede, iflâs eden nedir, bunu bir daha düşünün isterseniz.
Geçelim. Şu ana sorunlarla başlayacağım. Bir, ne dediğim, ana fikrimin ne olduğu. İki, neden konuştuğum.
Normal olarak, birincisinden başlamam gerekir. Hattâ ikincisinin hiç olmaması gerekir. Evet, altını çiziyorum, mantıken düşünürseniz, normal bir toplumda, normal bir hayatta ikinci soru diye bir şey olmaz aslında. Toplum vardır, bu toplumda çeşitli insanlar vardır, onların değişik fikirleri vardır, bu fikirlerini herhangi bir zamanda söyleyebilirler; belirli fikirleri olması, bu fikirleri (ister x, ister y, ister w noktasında) dile getirmeleri için yeterli sebeptir. Esasen fikirler açıklanmak için mevcuttur.
Ne ki, bizim toplumumuz pek normal değil; hele “sol”umuz (ya da, eski soldan arta kalan küçük cemaat öbekleşmelerimiz) hiç normal değil; onun için, ne olduğu veya dendiğinden çok, “neden dendiği” ve özellikle de “neden şimdi dendiği”ni tartışıyor. Askerî vesayeti gerileten Ergenekon ve Balyoz süreçlerinde buna defalarca rastladık : neden şimdi ? İllâ bir komplo, gizli bir hesap, bir kötü niyet olması gerek ! Aynı mantık bu olayda da su yüzüne çıkıyor.
4 Mayıs Cuma akşamı, CNN Türk’te Şirin Payzın’ın programına katıldık : ben, Cemil Koçak, Mehmet Karaca, Bülent Uluer. Daha başından itibaren şunu gördüm (ve orada da söylediğim için, burada tekrarlayabiliyorum) : bütün kişisel nezaketi, sıcaklığı, efendiliği içinde Bülent Uluer’in, tüm eski solcu düşünce alışkanlıkları yerli yerinde. (1) “Söylenmemesi gereken”leri var –çünkü devletin, egemenlerin ekmeğine yağ sürer. Şimdi örneğin 1 Mayıs’ta pek de bir devlet tertibi olmadığını söylersek, bu kimin işine gelir ? O zaman 12 Eylül öncesi kahve taramalarının, Marmara vapurunun batırılmasının, AKM yangınının da devletin değil solcuların işi olduğunu mu söyleyeceğiz ? Ertuğrul Özkök’lere, Güneri Cıvaoğlu’lara koz vermiş olmuyor muyuz ?
(2) “Değişmez şeytan”ları var : her zaman ve mutlaka devlet sorumludur. Derin devlet var mı ? Var. Kontrgerilla var mı ? Var. Öyleyse başka şeye gerek yok; 1 Mayıs 1977’yi de onlar yapmıştır.
(3) “Özel ortam”ları, “iç” ve “dış” konuları, yakın geçmişteki bir diğer tartışmada Taner Akçam’ın kullandığı ifadeyle “bizim mahalle”si var. Kendisi de aynı terimi en başta kullandı zaten : Sol içi düşmanlık ve çatışmaları sadece “bizim mahalle”de konuşuruz. Hattâ öyle ki, meselâ sosyalizmi ve Sovyetler Birliği’ni, ya da 1936 yargılamalarını [o da sol içi çatışma değil mi ? o da faraza kapitalizmin ekmeğine yağ sürmez mi ?] alenen tartışabiliriz ama bizim kendi sol içi şiddetimizi tartışamayız.
(4) Öyleyse, benim (güya) 35 yıl sustuktan sonra tam da şimdi konuşmamın özel bir nedeni olmalı(ymış). Yani, tam da 12 Eylül’ün sorumluları yargılanmaya başlar ve 1 Mayıs 1977 faciası da iddianamede yer alırken benim sol içi çatışmadan oldu demem, biraz fazla tesadüf değil miymiş ? Acaba kasıtlı mı yapmış mışım, 12 Eylülcüleri kurtarmak için ? Tesadüf bile olsa, yarın öbür gün bu, Kenan Evren’lerin en azından 1 Mayıs’tan sıyırmasına yaramaz mıymış ? (Esefle görüyorum ki aynı argümanları, EDP başkanı Ferdan Ergut da kullanmış. Böylece “yarar” üzerinden konuşan bir tarihçi olmuş.)
Burada ne yok ? Gerçek kaygısı diye bir şey yok. Her şey “siyasî yarar” üzerine kurulu. Her şey “kol kırılır, yen içinde kalır” mantığına dayalı. Hayır, olmaz, bundan hiçbir yarar da sağlanamaz. Yen içinde kalmaz; çıkartır ve burnuna dayarlar doğrusunu; sonra bin beter mahcup olursun. Gerçi bu enkazdan yeni ve taze bir sol doğacağına dair pek umudum yok ama, eh işte, çıkacağı varsa da gerçek dışılık üzerine hiçbir şey inşa edemezsin artık.
Öyleyse neden “şimdi” konuştum ? Çok basit. 1 Mayıs yıllardır gündemde değildi. Yeni yasallaştı ve iki yıldır kutlanıyor. Onun için gazeteciler sormaya başladı, eskiden ne olmuştu diye. Ben de unutulan, unutulmak istenenleri hatırlattım. Ve evet, tam da bu sol alışkanlıklar profiline tahammül edemediğim için, kabul ederim ki sert ve acı konuştum.
TARAF