Tarihi gerçekleri eğip bükmenin ve milliyetçi bir hamasetle yeniden kurgulamanın geçer akçe kabul edildiği bir vasatta, Vahap Coşkun, Falih Rıfkı Atay’ın ünlü Zeytindağı adlı eserinden kalkarak, yakın döneme dair bazı gerçeklere değiniyor ve Osmanlı’nın yönetimini ele geçiren İttihatçıların çürürken nasıl çürüttüklerini vurguluyor.
Vahap Coşkun’un konuyla ilgili yazdığı iki yazıyı birleştirerek iktibas ediyoruz:
Zeytindağı (1) “Yok Kanun, Yap Kanun” / 28.03.2018 – Serbestiyet
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Falih Rıfkı Atay’ın Zeytindağı eserini “Cumhuriyet devri edebiyatının en büyük hadiselerinden biri” olarak kıymetlendirir. Behçet Kemal Çağlar, Zeytindağı’nı okumanın “adeta bir borç ve vazife” olduğu kanısındadır. Hüseyin Cahit Yalçın ise Zeytindağı’nı “ Türk’ün acı günlerini bütün neşeleri, heyecanları ve ıstırapları ile yaşatan bir abide” olarak niteler ve ekler: “Bir muharrir, bütün ömründe böyle bir kitap yazabilmişse, dünyaya beyhude gelmemiş demektir.”
Zeytindağı, I. Dünya Savaşı’nda Dördüncü Ordu Komutanı sıfatıyla Suriye cephesini yöneten Cemal Paşa’nın emir subayı olarak görev yapan olarak Falih Rıfkı Atay’ın Suriye ve Kudüs günlerini kaleme aldığı kitaptır. Dördüncü Ordu’nun karargâhı, Kudüs’teki Zeytindağı’nın tepesindeki Alman misafirhanesidir; kitap da adını buradan alır. Atay, Cemal Paşa’nın hizmetinde dört yıl çalışır ve bu süre içinde tanık olduklarını ayrıntılı bir biçimde okurlarına aktarır.
Keskin bir gözlemcidir Atay; eseri çok zengin detayları barındırır. Zeytindağı’nın satırları arasında gezinirken, ülkenin yakın tarihine yön veren aktörlerin karakterleri, vazife alanında bulunan (Şam, Halep, Beyrut, Kudüs vb) şehirlerin coğrafi ve demografik hususiyetleri, Arap toplumu ve aşiretlerinin sosyolojik yapıları, Ortadoğu’da Osmanlı’ya dönük tutumlar gibi birçok konuda değerli bilgilere ulaşırsınız.
Devlet kudretinin çeteleşmesi
Atay’a göre İTC’nin hüküm sürdüğü dönemlerde ülke ya anarşinin ya da şahsi istibdadın çilelerine maruz kalmıştı. İTC’de hiçbir vakit belli bir fikir ve düzen sistematiği yerleşmiş değildi (s. 99-100). Partinin iplerini ellerinde tutanlar kendi şahsi güçlerini azami kılmaya çalışıyordu. Böylece devletin kudretinin de azalmasına neden oluyorlardı.
Bunun kabulü imkânsız bir yanlış olduğuna şüphe yoktu. Çünkü devlet kuvvetinin yerini hiçbir şahsi kuvvet tutamazdı. Devletin kanun ve otoritesinin egemen olduğu bir ortamda en azılı katilin bile “eli titrek bir hâkim” tarafından mahkûm edilip “bir çingene”tarafından asıldığı unutulmamalıydı. Oysa İTC, bir eşkıyanın peşine sürdüğü devlet kuvvetini bile çeteleştiriyordu. Sorumsuz adamlar ve onların davranışları, İTC’yi soysuzlaştıran en önemli âmildi (s. 42-43).
Savaş döneminde ülke en büyük zararı iki şeyden görmüştü: Biri, atalet içindeki bürokrasiydi. Atay, çok ağır sözlerle yüklenir bürokrasiye. Diğeri ise, yönetim kademesinin hukuk ya da kanun anlayışıydı. Bir keresinde yaveri, Cemal Paşa’ya “emrettikleri hususun mevcut kanunlar dairesinde halledilemeyeceğini” söylemişti. Paşa hemen bir kâğıt istemiş ve Harbiye Nezareti’ne acil koduyla bir telgraf çekmişti: “ … numaralı kanunu şu şekilde değiştirerek bana metnini müstacel telgrafla bildiriniz.”
“Yaparım olur, bozarım olmaz”
Atay hayretler içerisindedir; “Bir kumaş bile bu kadar kolay ısmarlanmaz” diye anlatır ruh halini. O, “en kötü kanun bile kanunsuzluktan daha iyidir” prensibine bağlı olduğunu söyler ve bunun bir devlet için vazgeçilmez olduğunun altını çizer. Oysa İTC liderlerinin kanun anlayışları farklıdır; onlar kendi sözlerine kanun muamelesi yapılmasını istemektedir.
Mesela Enver Paşa hukuk mevzubahis olduğunda “Yok kanun, yap kanun” der. Yanındakiler bu sözle ne murat edildiğini anlamadıklarında “Yaparım olur, bozarım olmaz” diyerek meseleyi açıklığa kavuşturur. Cemal Paşa da farklı düşünmez: “Bir şey yapmak istiyorum, kanun karşıma çıkıyor. Kanun nedir? Ben yaptım, ben bozarım.”
Hukukun ve hukuk güvenliğin çanına ot tıkayan bu anlayış, nihayetinde ülkenin her yerinde can ve mal güvenliğini ortadan kaldırmıştı. Bu güvensizliğin en ağır halleri Suriye sahasındaki sürgünlerde kendini gösteriyordu.
“Ermeni tehciri için yapılan kanundan 4. Ordu da istifade ederek ‘zararlı gördüğü kimseleri ve aileleri harb sonuna kadar sürgün etmek’ usulünü tutmuştu. Her gün vilayetlerden, mutasarrıflıklardan teklifler alırdık: ‘Şu aileler muzırdır, münasip bir yere sürülmesine müsaade buyurulması rica olunur.’ Cevap formülü son derece basit idi: ‘…’e sürülmesine, münasiptir.’ Yalnız kasaba ismini açık bırakıyorum. Erzincan’dan Bursa’ya kadar beğendiği yerin ismini koymak kumandanın elinde idi.” (s. 97-98.)
Cemal Paşa’nın adamı
Savaş döneminde “İttihatçı” sıfatı, İTC saflarında yer alan bir kimseyi anlamayı ve tanımayı sağlayan bir sıfat olmaktan uzaktı. Zira “İttihatçı demek, partinin anonim ve silik bir unsuru demekti. O zamanlar insanların üzerine yapışan damga ‘adam’ sözü idi. Cemal Paşa’nın adamı, Enver Paşa’nın adamı, Talat Paşa’nın adamı…”
Herkes biri ile irtibatlandırılıyor ve onun adamı olarak biliniyordu. Öyle ki Atay bu vaziyeti “Kendi kendinin adamı kimdi bilmiyorum” diyerek anlatır. Birisinin adamı olarak damgalanmak, onun en çok ürktüğü konudur. Ancak korktuğu ve nefret ettiği şey başına gelir; uzun bir müddet “Cemal Paşa’nın adamı” damgasını taşır (s. 43).
Osmanlı’nın kaderini elinde tutan üç kişi vardır: Enver, Cemal ve Talat Paşalar. Atay, özel kaleminde çalışmasına rağmen Talat Paşa üzerinde çok durmaz. Bir fikir adamı olarak Talat’a çok değer vermediğini belirtir. Bir zamanlar kendisine çok kudretli görünen Talat’ın gerçekte Enver Paşa’nın gölgesinde kaldığını söyler.
Enver için ise hiç de müsbet bir hissiyatı yoktur Atay’ın. Onun için Enver “Ortaçağ Müslümanlığını bütün yeşilliği ile devam ettirecek” biridir ve dolayısıyla Enver’in savaştan galip çıkması bile ülke için bir zafer anlamına gelmeyecektir. “Hayır, Türkiye’yi kurtarmak için Alman zaferi yetmezdi. Enver’den ve Almanlardan da kurtulmak lazımdı.” Ama her şey Enver’in kontrolü altındaydı; öyle ki “1914’te İstanbul’un havası Enver’le kaplı, onunla aydınlık, onunla kapanıktı.”
“Bu adamın yeri tımarhanedir”
Atay, 1918’e gelindiğinde İTC genel merkezinin savaşın kaybedildiğini gördüğünü belirtir. Artık zaferden umut kesilmiştir. Gerçeği kabul etmek lâzımdır; bir barış teklifinde bulunmak dışında çıkar bir yol kalmamıştır. Gelin görün ki hiç kimsenin bu acı gerçeği Enver’e söyleyecek cesareti yoktur. Düşünür taşınır; Enver’in sözüne değer verdiği Necip Bey’den (Atatürk’ün umumi kâtibi Hasan Rıza Soyak’ın babası) durumu Enver’e açmasını rica ederler. Necip Bey “memleket meselesi” der ve kalkıp Enver’in yanına çıkar. Lisan-ı münasiple vaziyeti izah eder.
Enver sonuna kadar dinledikten sonra “ Vah Necip Bey vah!” der. “Seni de zehirlemişler. Sen ki maneviyata inanırsın, bilmiş ol ki, ben Allah tarafından büyük Türk hakanlığını kurmaya vekilim. Git evinde rahat uyu!”
Necip Bey eve döndüğünde son derece sinirlidir: “Eğer bu adam Harbiye Nazırı, Başkumandan Vekili ve Yaver-i hazret-i şehriyarî olmasa, yeri doğrudan doğruya tımarhanedir.” (s. 35-36)
Falih Rıfkı’nın Cemal Paşa ile olan mesaisine bir sonraki yazıda devam edelim.
*
Zeytindağı (2) “Tarihin hakkı tarihe, Cemal’in hakkı Cemal’e” / 31.03.2018 – Serbestiyet
Enver, Talât ve Cemal Paşalar arasında Cemal’e yakınlık duyar Atay. Ona göre, kendi gençliğinin beklediği özgürlükleri -- yani kadın, düşünce ve hayat özgürlüklerini -- ancak Cemal Paşa ve onun kafasındakiler sağlayabilir(di). Onun maiyetinde Dördüncü Ordu’da çalışmaya başladığında Atay’ın ilk dikkatini çeken, Osmanlı’nın bu topraklardaki zayıflığı oluyor.
“Çıplak İsa, Nasıra’da marangoz çırağı idi; Zeytindağı’nın üstünden geçtiği zaman, altında kendi malı bir eşeği vardı. Biz Kudüs’te kirada oturuyoruz. Halep’ten bu taraf geçmeyen şey yalnız Türk kâğıdı değil, ne Türkçe ne de Türk geçiyor. Floransa ne kadar bizden değilse, Kudüs de o kadar bizim değildi. Sokaklarda turistler gibi dolaşıyoruz.” (s. 43)
Osmanlı, kök salmamıştır bu topraklara. “Kudüs’ün en güzel yapısı Almanların, ikinci en güzel yapısı yine onların, en büyük yapısı Rusların, bütün öteki binalar İngilizlerin, Fransızların, hep başka milletlerin idi… Geç kalmıştık. Artık ne Suriye, ne de Filistin bizim idi. Rumeli’yi kaybetmiştik. Lübnan havası bize Dobruca havasından yüz kat daha yabancı idi. Fakat her yere ‘bizim’ diyorduk.” (s. 45)
Osmanlı yönetimi “Halep’ten Aden’e kadar süren o koca memlekette” bir Arap meselesi olduğunu düşünür. Atay’a göre ise gerçekte böyle bir mesele yoktur. “Arap meselesi denen şey Türk düşmanlığı hissi idi. Bu hissi ortadan kaldırınız, Suriye ve Arabistan meselesi Arap saçına döner, karmaşıklığın içinden çıkamazsınız.” (s. 47) Arapların arasında birçok ihtilaf söz konusuydu ama Türklerden hoşnutsuzluk noktasında çoğu hemfikirdi.
“Suriye, Filistin ve Hicaz’da ‘Türk müsünüz?’ sorusunun birçok defalar cevabı ‘Estağfurullah’ idi. Bu kıtaları ne sömürgeleştirmiş ne de vatanlaştırmıştık.”
“Her tarafta benim sürdüklerim var”
Falih Rıfkı’ya göre İngilizler, Ruslar, İtalyanlar ve Osmanlılar arasında bir sıralama yapılsa, Suriye, Filistin ve Hicaz’ı en az bilen ve anlayanlar Osmanlılar olurdu. Yani buraları hakkında en az bilgisi olanlar “bu kıtanın asıl sahipleri” idi. “Her tarafı top arabası ile geziyor ve hırsız memur kafasının tası içinden seyrediyorduk.”
Bir keresinde Beyrut’ta eğlence düzenlenir. Cemal Paşa kurmaylarıyla birlikte katılır. Eğlence bittiğinde Falih Rıfkı kaldığı otele doğru yürür. “Yollarda benzi sarı ve zayıf halk selama duruyor. Bir gün Kurmay Başkanı bana demişti ki: Suriye’de bizim ne kadar temelsiz olduğumuzun en iyi misali nedir bilir misiniz? Yüzüne baktım: Şu sekiz yaşında çocuğun korkudan bana selam duruşu.” (s. 89)
Cemal Paşa’nın gayesi, Osmanlı’nın temelsiz ve az bilgi sahibi olduğu bu coğrafyayı Osmanlılaştırmak idi. Bunun için bir taraftan zora, diğer taraftan da imar ve ıslah siyasetlerine müracaat etti. Zor ve imar siyasetleri arasında ise öncelik zordaydı. “Filistin için tehcir [göç ettirme], Suriye için tedhiş [şiddete başvurma] ve Hicaz için ordu kullandık.”
Suriye’de neden yoğun bir tedhiş politikasına gerek duyulduğu konusunda Atay’ın bir fikri yoktur; bunu “Tiflis sokaklarında öldürülen Cemal Paşa bir sır olarak toprağa götürmüştür.” (s. 51)
Zeytindağı’nda Cemal Paşa’nın estirdiği zulüm fırtınasına dair bolca hikâyeler bulunur. Cemal Paşa, ahalinin gözüne korku salmak için baskıyı had safhaya çıkarır, çok sayıda kişi ve aşiret hakkında idam ve sürgün kararı verir. Bazı uygulamaları Atay’ı dehşete düşürür:
“Acaba insanın öldüreceği kimseleri, önceden, sağ olarak karşısında dizlerine kapatmaktan ve dik boyunlarını eğdirmekten aldığı zevk nedir? Bir defa, Mahmut Şevket Paşa Vakası sürgünlerinden birinin, kendini affettirmek için eski İstanbul muhafızına yolladığı telgrafı Cemal Paşa’ya verdiğim zaman, sakalı arasında bir tebessüm dalgası dolaşarak şunu dediğini hatırlarım: Her tarafta benim sürmüş olduklarım var.” (s. 53)
Cemal Paşa’nın bıyığı
Cemal Paşa, her şeyi silindir gibi öylesine ezip geçer ki onun zulmüne dair masallar alır yürür. Meselâ Suriye’de Cemal Paşa’nın yönetimini anlatmak şöyle derler: “Eğer Cemal Paşa birisiyle görüştüğü zaman burnunu kaşırsa sürgünü düşünüyor, sakalını karıştırırsa affedip affetmemeyi düşünüyor demektir. Yalnız bıyık burmasından korkunuz, o zaman bu görüşmenin ölüme kadar yolu vardır.” (s. 57) Ancak Araplık cereyanını durdurmak için uygulanan bu tedhiş politikası beklenenin tersine neticeler verir; Arap milliyetçiliğini harlar.
Atay, geçmişi bugünün kıstaslarına vurmanın yanlış olduğunu söyler. Birçok eleştirisi olsa da bir konuda İTC’ye hakkını teslim eder: İTC’nin Osmanlı’nın hiçbir hak ve nüfuzundan vazgeçmeye razı olmadığını belirtir. “İTC; Arnavut, Ermeni, Rum ya da Arap bütün azınlıkların milliyetçi ve istiklâlci unsurlarının can düşmanı idi.”
İktidardakilerin karar ve davranışlarının doğruluğunu yanlışlığını belirleyen de bu ölçüt olur. Nitekim Cemal Paşa, Üçüncü Ordu Komutanı olan ve Harbiye Nezareti’ne gönderdiği şifreli telgrafla Ermeni tehcirini başlatan Mahmut Kâmil Paşa hakkında bazı şüpheler olduğunu Enver Paşa’ya yazarken bir ikazda bulunur: “Eğer,” der, “Erzurum cephesinde vatana iyi hizmet ediyorsa hiç kurcalamayalım.” (s. 52)
“Katiller ordusu”
İTC’nin karakterini anlamak için Atay’ın iki anekdotunu da aktarmak faydalı olabilir. İlki, 1908’den 1918’e kadar İTC’nin politbürosunda yer alan Dr. Nâzım ile ilgilidir. Falih Rıfkı, Harbiye mektebindeyken İTC genel merkezinin sivil çeteler oluşturduğunu ve bu çetelere tanıdık isimlerin kumanda ettiğini duyar. Kendisi de katılmak ister. Bunun için İTC’nin önde gelenlerinden Dr. Nâzım’ı görmesi istenir.
Falih Rıfkı genel merkeze gider, bekleme odasında Dr. Nâzım ile görüşür. İsteğini anlatır. Nâzım Bey yüzüne bakar ve güler: “Biz çetelere hapishaneden adam alıyoruz, dedi. Senin gibi genç arkadaşların yeri orası değildir. Bu katiller ordusundan bir şey anlamadım. Kafamdaki harp şiiri söndü. Ters yüz gene Harbiye Mektebine döndüm.” (s. 39)
İkinci anekdotun başrolünde ise Halide Edip ve Bahaettin Şakir vardır. Suriye’yi Osmanlılaştırmak fikrini takıntı haline getiren Cemal Paşa, Beyrut’taki Amerikan ve Fransız okullarına benzer modern Türk okulları kurmak için kolları sıvar. O sırada İstanbul’da bulunan Falih Rıfkı’dan Halide Hanımı ve onun beğeneceği birkaç öğretmeni Şam’a getirmesi için uğraşmasını ister. Teklifi alan Halide Hanım bir süre düşündükten sonra kabul eder ve Şam’a doğru yola çıkar.
Bir katilin elini sıkmak
Adana’dan sonraki bir istasyonda trene, Hüseyin Cahit’in ifadesiyle “Ermeni tehciri işinin en büyük amili ve haliki” Bahaettin Şakir gelir ve Falih Rıfkı tarafından Halide Hanımla tanıştırılır. Halide Edip, Şakir’in ismini ve önemini bilir, ama Ermeni politikasındaki belirleyiciliğinin farkında değildir. Şakir ise kendinden emindir, bir Türk milliyetçisinin başka türlü düşünüp davranmasına ihtimal dahi vermemektedir.
“Uzun bir konuşmadan sonra Bahaettin Şakir trenden indi. Halide Hanım beni alıkoyarak:
Bana bilmeden bir katilin elini sıktırdınız, dedi. Aşağıda vedalaştığımız Bahaettin Şakir ise kulağıma eğilerek: Senin gibi yetişecek kıymetli gençleri, bu kadınla temas etmeden menetmelidir, diyordu.” (s. 77-78)
Ne işimiz var burada?
Zeytindağı’nın sayfalarını dolaşırken Atay’ı saran “Ne işimiz var buralarda?” hissiyatını duyumsamamak mümkün değil. Falih Rıfkı, o topraklardaki Türk hoşnutsuzluğuna tanık olur. Kendisi de Araplara karşı olumlu duygular taşımaz. Sıradan insanların ve aşiret liderlerinin yaşam tarzları, düşünceler ve değerleri hakkında bilgi verirken üsttenci bir dili benimser. Satırlarına da Arapları küçümseyen bir bakış egemendir.
Kaldı ki, Osmanlı buraları o güne kadar yurt edinememiştir. Bundan sonra da yurt edinebileceği yoktur. O halde bu topraklara bu kadar yatırım yapmanın manâsı nedir? Hayıflanır Falih Rıfkı; Osmanlı’nın kıt kaynaklarının Anadolu’ya değil buralara akıtılmasından rahatsızlık duyar.
Filistin bozgunundan sonra Cemal Paşa, özel bir trenle İstanbul’a gider. Yol boyunca Anadolu’nun fakir ve harap olmuş beldelerinden geçer. İçini çekerek “Keşke vazifem buralarda olsaydı” der. Falih Rıfkı da aynı düşüncededir: “Keşke vazifesi oralarda olsaydı. Keşke o altın sağanağı ve enerji fırtınası, bu durgun, boş ve terk edilmiş vatan parçasının üstünden geçseydi!” (s. 117)
Atay’ın gözünde, Anadolu’dan esirgenen ama oralara dökülen emek ve servet heba edilmiştir:
“Hiçbir tarafı yapılmamış olan bir vatanın bayrağı Kahire’ye dikilmek için havaya giden bu enerji, boş Anadolu’yu zengin ve ümranlı bir vatan yapmak için hiçbir vakit kullanılmadı. Türk, harbde kullanılmış, kıymetlendirilmiş, destanlaştırılmış, sulhte ise bırakılmıştır.” (s.136)
Falih Rıfkı’nın bir “keşke”si daha bulunur. Ona göre, Enver’in yerine Cemal Harbiye Nazırı olsaydı, Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı’na girmez ve batmazdı. (s. 96)
“Osmanlı tarihi bir yalan âlemidir”
Zeytindağı yayınlandıktan sonra Falih Rıfkı sert eleştirilere uğrar; onun dört yıl yanında kaldığı kumandanını sattığı ve eserin Cemal Paşa’ya saygısızlık içerdiği belirtilir. Falih Rıfkı bunları kabul etmez. Bir kimseyi yüzde yüz övmenin ya da yüzde yüz yermenin gerçekle bağdaşmadığını söyler. Gerçek bu değildir; gerçek belki de ikisinin arasında bir yerdedir. Ancak “kulluk ahlâkına” sahip olanlar, tarihi mutlak övgü veya mutlak yergi şeklinde yazarlar. “Osmanlı tarihi, bu sebeple bir yalan âlemi olmuştur. Yalan, Şark’ta ayıp değildir.”
Atay, icra ettiği görev itibariyle kendi öyküsünün merkezinde yer alan Cemal Paşa’yı hatâsıyla sevabıyla yazdığını belirtir. “Zeytindağı’nda tarihin hakkını tarihe, Cemal Paşa’nın hakkını da Cemal Paşa’ya verdim” der. Bu nedenle eserinin kimi yerinde Cemal Paşa’yı büyütür, kimi yerinde ona sert eleştirilerde bulunur. Doğrusunu öğrenmek isteyenler için bunların son derece tabii sayılması gerektiğini, çünkü gerçeğin zaten böyle bir şey olduğunu belirtir.
Dört-beş yıl gibi kısa bir sürede bir imparatorluğun çöküşüne ve de yeni bir devletin doğuşuna tanıklık eder Falih Rıfkı. Çok az kimseye nasip olacak böylesine mühim iki hadiseye (hem de bu hadiselere yön veren aktörlerin yanında bulunarak yapılan) tanıklık, Zeytindağı’nı her daim okunmaya değer kılıyor.
(*) Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı (Pozitif Yayınları, İstanbul, 2017).