secakirgil@yahoo.com
'1915-Ermeni Mes’elesi’ etrafında Almanya’nın aldığı son kararlar karşısında dile getirilen itirazlar genelde onların mantığı karşısında biraz zayıf kalıyor. Çünkü, ‘Siz önce kendi yaptığınız soykırımların hesabını veriniz.’ deniliyor. Yanlışlık burada...
Çünkü, adamlar, tarihlerinin her dönemi için olmasa bile, en azından, Adolf Hitler döneminde ve ‘holocaust’/’pogrom’ diye anılan o korkunç jenosid/soykırım uygulamalarının bedelini-hesabını verdiler-veriyorlar ve utancını en azından zâhiren hâlâ da hissettiklerini dile getiriyorlar, diplomasi planında... Çünkü, Hitler Almanyası, 6 yıllık 2. Dünya Savaşı’ndan korkunç şekilde yenik çıktı ve yahudiler de kendi mazlumiyetlerini, bütün galib devletlerin temel mes’elesi hâline getirmeyi bildi.
Ve Almanya, sadece savaş sonrasında yeni kurulan İsrail rejimine değil, Hitler döneminde zarara uğramış dünyanın başka yerlerindeki bütün yahudilere karşı da milyarlarca dolar tazminat ödedi ve hâlâ da ödemekte... Bu durumda, almanlar, ‘Biz hatalarımızı kabul ettik, bedelini ödedik; siz de itiraf edin ve bedelini ödeyin...’ dediklerinde, sizin, ‘Siz önce kendi hesabınızı verin...’ sözleriniz havada kalmaz mı?
Bu vesileyle hatırlayalım ki, ermeni örgütlerini ve son 25 yıldır var olan Ermenistan Devleti’ni heveslendiren de, II. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan bu tazminat ödeme durumunun kendilerine de uygulanabileceği ihtimali oldu. Şimdi, ‘Sadece kabul edin... Başta bir talebimiz yok.’ diyorlar. Ama, kabul hâlinde, mantıken daha başka talebler de arkasından gelecektir. Esasen, Ermenistan, Batı Ermenistan dediği, Doğu ve Orta Anadolu’ya kadar uzanan bölgeler üzerinde de hak iddia ediyor...
Bu, olabilir mi?
Bu gibi durumlarda, kesin ‘hayır’ veya ‘evet’lerin bir gerçekliği yoktur. Bunun yolu, uluslararası sahnede daha da güçlü olmaktır. Ama, uluslararası baskılara bel bağlayarak hayallere yatanlar, daha ağır kâbuslarla uyanabileceklerini de hesab etmelidirler.
İstanbul’un Fethiyle İçerden de Hesablaşmak mı?
‘Ermenî Mes’elesi’ etrafında odaklanan baskılar yoğunlaşırken; içerde de bazıları, o dışardaki düşmanların çabalarına paralel şekilde, başka tahribat alanları oluşturmaya çalışıyorlar.
Hatırlayalım, Gezi Hadiseleri sırasında, ‘Zulüm, 1453’de başlamıştı...’ gibi alçakça yazılar yazılabilmişti, İstanbul’un mâlum semtlerinin duvarlarına...
Birisi film yönetmeni, diğeri Aydın’daki Adnan Menderes Üni.’den bir prof., kendi halklarının değerleriyle savaşmayı göze almış bir mankurt gözüdönmüşlüğüyle, İstanbul’un fethi hadisesine, o fethin geçen hafta kutlanan 563. yıldönümü vesilesiyle saldırdılar; cür’etkârlığın da ötesinde bir küstahlıkla...
Film yönetmeni olan M. Altıoklar isimli kişi, o fethi, ‘İki dandik takayı Haliç’in uysal sularından geçirip, küçük bir kasabanın alınması’ gibi gösterirken; E. Bardakçıoğlu isimli prof. ise, ‘muhteşem bir uygarlık olan (...) Konstantinopolis’in barbar ve bağnaz bir kabile tarafından işgalinin yıl dönümü’nden söz edebildi.
Hemen açığa alınınca da, o prof., özür diledi. O küstahlık, özür dilemeyle giderilebilir mi?
Sen İstanbul’un fethini, düşman tarafın o zamanki din adamlarının ağzıyla ‘korkunç bir barbarlık’ olarak nitele; sonra da, cebini ve kürsünü kurtarmak kurnazlığıyla özür dile...
***
Bazıları da, konuya, emperyal güçlerce son yüzyıldır ‘uluslararası hukuk’ diye oluşturulup dayatılan penceresinden bakarak ‘başkalarının topraklarını ele geçirmek, hak mı?’ diyor.
İslam’da, şartları doğduğunda, savaş, ‘İlâ’y-ı Kelimetullah/Allah’ın dinini yüceltmek’ hedefiyle yapılır/yapılmalıdır. Memleketler ele geçirmek hedef değil, sonuç olabilir.
İstanbul’un fethine de böyle bakmak gerek...
Star