İsveçli Mühtedi Bir Ailenin Suriye’de Biten Hikayesi

Yıldıray Oğur, IŞİD saflarına katılıp ölmüş ve arkasında 7 yetim bırakmış İsveçli mühtedi bir ailenin hikayesini mercek altına aldığı yazısında, ayrıca batıda aşırı sağın yükselişi ile Türkiye’deki Arapça tabela tahammülsüzlüğünü de değerlendiriyor.

Yıldıray Oğur’un Karar’da yayımlanan konuyla alakalı köşe yazısı (20 Temmuz 2019) şöyle:

Bu Dünyada Var Olabilmek İçin

Patricio Galvez 30 yıl önce Şili’den siyasi nedenlerle İsveç’e göç etmiş genç bir müzisyen ve şairdi. 1989 yılında İsveçli bir üniversite öğrencisi olan Ulrika Pape ile evlendiler.

Amanda adında bir kızları oldu. Ama Amanda üç yaşındayken genç çift boşandı.

Ulrika, kızı Amanda’yla birlikte hayatın monoton aktığı bir İsveç kasabasında yaşamaya başladılar.

Ulrika bir yerel İsveç gazetesinde verdiği röportajda “İsveç’in en çok neyini seviyorsun” sorusuna “Erkeklerini” cevabını vermiş seküler bir İsveçliydi. Kızı tiyatroyla ilgileniyordu.

Oturdukları mahallede Kuzey Afrikalı Müslüman komşuları vardı.

Bir gün mahallerinde bir adam bıçaklanmış, ambülans Müslüman komşular arayınca gelmemiş, Ulrika arayınca gelmiş, bu ayrımcılık gazetelere haber olmuştu.

Ulrika ve Amanda’nın Müslüman komşularıyla ayrımcılığa karşı duyarlılıkla başlayan ilişkileri zamanla ilerledi.

Amanda, internetteki bloğunda nasıl “maşallah” demeyi öğrendiğini, korkularına karşı Ayet-el Kürsi’yi ezberlediğini yazmıştı.

2007 yılında anne-kız Müslüman oldular. Amanda henüz 17 yaşındaydı.

Ama onlara komşularının İslam’ı yetmedi, radikalleşmeye başladılar.

Amanda, 2010 yılında 20 yaşındayken Göteborg’da yaşayan Norveçli Michael Skråmo ile evlendi.

Aşçılık okulundan mezun olmuş Skramo da aslında standart sarışın bir İskandinavdı.

2005 yılında Arapça öğrenmek için Mısır’a gitmiş, dönüşünde Müslüman olmuştu.

Evlendiklerinde Skramo Göteborg’un tanınmış bir Selefi vaiziydi artık.

Çiftin, peş peşe iki erkek ve ikiz kız dört çocukları oldu.

2014 yılında Norveçli Michael ve yarı Şilili İsveç vatandaşı Amanda, en büyüğü dört yaşında olan dört çocuklarını da yanlarına alarak Türkiye üzerinden Suriye’ye geçtiler ve IŞİD’in kurduğu İslam Devleti’nin vatandaşı oldular.

Onlardan önce kayınvalideleri Ulrika Pape de yeni eşinden olan iki çocuğunu alarak IŞİD devletine gitmişti.

1.87 boyundaki İsveçli Ulrika Pape, IŞİD’in Rakka’daki kadın hapishanesinin eli kamçılı, kasap lakaplı gardiyanlarından Umm Hamza olmuştu.

Ulrika, 2016 yılında bombalamalar artınca iki çocuğunu alarak İsveç’e geri döndü ama IŞİD’i savunmaktan vazgeçmedi, adını değiştirip devlet korumasında yaşamaya başladı.

Michael ve Amanda çiftinin ise Rakka’da geçirdikleri beş yılda üç çocukları daha oldu.

Amanda, 2019’un başında Rakka’ya düzenlenen bir hava saldırısında öldü. Ondan bir kaç ay sonra da IŞİD’ın direndiği son kalesi Bağuz’daki çatışmalarda Michael vurularak hayatını kaybetti.

En küçüğü 1 yaşındaki Muhammed, en büyüğü sekiz yaşındaki İbrahim olan sarışın yedi İsveçli çocuk, YPG tarafından ele geçirilmiş Rakka’daki bir kampta yetim kaldılar.

İsveçli bir gazeteci yedi çocuğu kaldıkları kampta buldu. Çocuklar hasta ve açlık içindeydi. Görüntüler İsveç’te büyük bir tartışmaya neden oldu. İsveç Dışişleri Bakanı çocuklara sahip çıkılacağını açıkladı.

Bunun üzerine kızının çocuklarını almak üzere Şilili müzisyen ve şair dede Patricio Galvez,en yakın İsveç elçiliğinin olduğu Erbil’e gitti ve bir otelde çocukların getirilmesini bekledi.

İsveçli yardım ekipleri çocukları Suriye’deki kamptan alıp, Erbil’deki otele getirdiler.

Bu arada İsveç basını IŞİD’çi babaanne Ulrika’nın da Stockholm’den Erbil’e gittiğini, çocuklarla buluşup, onlara telefonundan IŞİD yapımı çocuk şarkıları dinlettiğini yazdı.

Gazetelere çıkınca, İsveç’te ismini değiştirerek devletin gözetimi altında yaşayan babaanne Stockholm’e geri döndü.

Bir süre sonra dede Galvez, yedi çocuğu da alarak İsveç’e geldi.

İsveç bir kaç aydır bu dramatik ve tuhaf hikayeyi konuşuyor.

Annesiz ve babasız kalmış İsveçli yedi sarışın çocuğun Suriye çölünün ortasında bir Kürt kampında İsveççe konuştukları sahneler insanda distopik bir film izliyor hissi uyandırıyor.

Halbuki bunlar artık yeni dünyanın hikayeleri.

O hikayelerden biri de bu aralar ABD’de yaşanıyor.

ABD, Somali doğumlu ilk başörtülü Kongre üyesi olan 37 yaşındaki İlhan Ömer’i konuşuyor.

Mogadişu’da doğmuş, ailesiyle Somali-Kenya sınırındaki bir mülteci kampına sığınmış, 1992’de mülteci olarak ABD’ye gelmiş ve geçen yıl kongreye seçilmiş İlhan Ömer, mülteci bir aileden geliyorum, başörtülüyüm, çok dikkat çekmeyeyim, haddimi bileyim demiyor, sivri diliyle İsrail’i, ABD dış politikasını, Trump’ı yerden yere vuruyor seçildiğinden beri.

Türkiye’de olsa ilk dakikada milyonlarca kişiden duyacağı sözü, nihayet geçen hafta Trump’dan duydu.

Trump, Ömer’e “ABD’yi beğenmiyorsan, geri kalmış ülkene geri dön” dedi. Tabii göçmenlik üzerine kurulmuş ABD, kongre üyesine çekilen “ya sev ya terk et” lafına karşı ayağa kalktı.

ABD’de ana akım medya, Demokratlar hatta bazı Cumhuriyetçiler Trump’a karşı başörtülü Somali doğumlu kongre üyesinin yanında duruyor.

Tıpkı, bir kaç ay önce Britanya’da kamuoyunun, “Trump’ı Londra’da görmek istemiyoruz” diyen ve Trump’ın ziyaretinde hiçbir davetine katılmayan Londra’nın Pakistanlı belediye başkanı Sadiq Khan’ın yanında durduğu gibi.

Trump’ın ülkedeki en yakın dostu ise Muhafazakar partinin başına geçip, Başbakan olması beklenen Çankırılı Ali Kemal’in torunu Boris Johnson.

Kimliklerin birbirinin içine girdiği, sınırların aşıldığı yeni zamanların haberleri bunlar.

90’larda üzerine klişe sözler söylenmiş küreselleşmeyi artık geri döndürülemez biçimde yaşıyoruz, artan etkileşimler, karşılaşmalarla oluşan bu yeni dünya istesek de istemesek de yeni cesur bir dünya. Bu dünyada büyük ideolojiler, kimlikler bükülüyor, iç içe geçiyor.

Bu dünyada her an karşınıza İsveçli sarışın Selefi cihatçı bir aile, Cumhuriyetçi başkana meydan okuyan başörtülü ama aynı zamanda Gay Pride yürüyüşlerine katılan Somalili bir kongre üyesi, ülkenin en ilerici fikirlerini savunan Pakistanlı sol-liberal Londra belediye başkanı çıkabiliyor.

Bu çeşitlilik, iç içe geçmeler karşısında geleneksel kimliğini kaybetme korkusuna kapılanlar, dünyada içe kapanmacı, mülteci karşıtı, milliyetçi popülist sağ hareketleri yükseltiyor.

Türkiye’de zaten sağdan sola yabancı düşmanlığı, kozmopolitizm karşıtlığı her zaman popüler bir fikir oldu. Çok kültürlülük, farklı kimlikler her zaman tehdit olarak göründü.

Bugün Türkiye’nin çoğunluğu da bu eski dünya görüşüyle bu yeni dünyaya bakıyor, anlamıyor, bilindik hayatın ve kimliklerin kaybı korkusu yeni düşmanlıklara dönüşüyor.

O yüzden İstanbul gibi çok dilli bir imparatorluğun başkentinde, tarih boyunca dünyanın her yerinden insanların geçiş noktası olmuş bir metropolde 2019 yılında Arapça tabelalar indiriliyor.

Bundan 100 yıl önce dört dilde dergilerin çıktığı Trabzon’da, Ortadoğulu yeşile hasret turistlerin bayıldığı Uzungöl’de Irak Kürdistan’ından gelmiş bir kadının, bebek arabasına taktığı Kürdistan yazılı flama turistlerin linçine sebep olabiliyor.

Ve çok muhtemelen o lince katılan ahali, turistleri gözaltına alan, sınır dışı eden vali, savcı, İstanbul’da tabelaları indiren valilik, bunu talep eden halk aynı zamanda Türkiye’nin yeniden Osmanlı gibi bir dünya devleti olmasını istiyor, bölgesindeki ülkelere hamilik yapan, aleme nizam veren büyük bir Türkiye hayal ediyor.

Halbuki daha ülkendeki Kürtlerle, ülkene sığınmış kapı komşusu Suriyelilerle, yanı başındaki Irak Kürdistan’ıyla birlikte yaşamayı beceremeyip, 72 milletin hamiliğine soyunmak, üstün açıkken bile görülemeyecek bir hayal.

Çok kültürlülükten, farklı kimliklerden, dillerden korkan, farklı fikirlere dahi tahammül çıtası düşük bir toplumun herkesin iç içe girdiği, melez nesillerin, kültürlerin ortaya çıktığı bir dünyayı anlaması, burada tutunması, kimliğini koruması, üretmesi, büyümesi de çok zor.

Türkiye, uzun bir süredir sarışın İsveçli sarışın cihatçılar, Amerikan başkanına meydan okuyan Somalili başörtülü kongre üyeleri dünyasını anlamıyor, yeni gerçeklere direniyor, gözünü kapatıyor ve taşralaşıyor.

Halbuki dünyadan kopup, taşralaştıkça Uzungöl esnafı çaya para vermemek için termoslarıyla gelen günlükçü yerli turistlere mahkum kalır, uzun yıllardır Erbil’de iş yapan Trabzonlu müteahhitler için de “bize her yer Trabzon” konforu bitebilir.

Not. Ayrıca böyle bir dünyada üç yıldır röportaj vermemiş eski Başbakan’la röportaj yaptılar diye Rus radyosundan gazetecileri kovdurabilirsiniz ama o seslerin çıkmasını yine de engelleyemezsiniz. Amerikan CNN’inden kovarsanız, Rus radyosuna, oradan kovarsanız Portekiz radyosuna çıkarlar, evlerinin mutfağından yayın yaparlar yine de diyecekleri merak ediliyorsa, haklı bir şey söylüyorlarsa seslerini muhakkak muhataplarına ulaştırırlar. Son gazeteci susturulduğunda son teknoloji televizyon stüdyolarının, kuşe kağıda basılmış gazetelerin yenmediği anlaşılacaktır...

Yorum Analiz Haberleri

Yapay zeka statükocu mu?: ChatGPT'de cevaplar neye göre değişiyor?
Devrim ile derinleşen kardeşlik: Suriye & Türkiye
Meşru olanı savunursan karşılığını elbet görürsün!
Türkiye solu neden hala Esed rejimini savunuyor?
Sosyal medyada görünürlük çabası ve dijital nihilizm