Metin Karabaşoğlu / Haksöz Dergisi Sayı: 333 - Aralık 2018
Şura Suresinin 38. ayeti, önceki ve sonraki ayetle birlikte, müminlerin altı vasfını bize bildirir. O iman edenler ki büyük günahlardan ve hayâsızlıktan kaçınırlar, öfkelendiklerinde dahi bağışlar ve affederler, Rablerinin çağrısına uyar ve namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine verilen rızıktan Allah yolunda harcarlar, bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman birbirleriyle yardımlaşırlar ve aynı zamanda “Onların işleri aralarında istişare iledir.”
Bu ayetlerde münhasıran ‘iman edenler’in bir özelliği olarak zikredildiğine göre, demek ki şura, istişare ve meşveret, müminlerin arasıra yaptıkları birşey değil, onların ayırıcı bir vasfı, hayatlarının bir vazgeçilmezi ve olmazsa olmazıdır. Müminler meşveret eder, istişareye başvurur, şuraya önem verir. Diğer bir ifadeyle, istişareye yakınlık imandaki yakînin, istişareye mesafe ise imanın gerektirdiği ahlâk ve yaşayışta bir zaafın alâmetidir.
Meşveret, istişare ve şuranın Allah indinde ne kadar değerli olduğunu, Âlemler Rabbinin doğrudan Peygamberine de istişareyi emretmesiyle daha bir berraklıkla anlaşılır. Kureyş’in hayli kalabalık bir orduyla Medine üzerine yürümekte olduğu haberi ulaştığında, Resûlullah aleyhissalâtu vesselam konuyu ashabıyla istişare eder. Kendisinin görüşü, meydan savaşı yapılmayıp, şehre girişi sağlayan kapıları kapatarak şehri savunma yönündedir. Ama Bedir Savaşına katılamayan sahabiler ile genç sahabilerin bir meydan savaşı yönündeki görüşüne göre bu görüş azınlıkta kaldığı için, çoğunluk görüşüne uyarak Kureyş’i karşılamak üzere ordu toplanır ve Uhud Dağı eteklerinde meydan savaşı gerçekleşir. Ancak Resûlullah’ın okçular ve ganimet ile ilgili iki talimatına riayet edilmemesinin bir sonucu olarak, kazanılmak üzere olan savaş müminlerin ciddi kayıplar vermesiyle neticelenir. Meydan savaşı, Resûlullah’ın aksi yöndeki görüşüne rağmen, çoğunluğun görüşü bu yönde olduğu için gerçekleşmiş; savaşta da Resûlullah’ın iki emrine riayet edilmemiştir. Bu şartlar, bu sonuç ve bu psikoloji içinde müminler artık Resûlullah bizden bir konuda görüş sorsa da söylemeyiz, söyleyemeyiz, o ne diyorsa o deriz diye düşünme eğilimindedir. Lâkin gelen ayetler, işte o şartlarda, Resûlullah’a istişareyi emrederek, müminlerin ayırıcı vasfı ve hayatlarının olmaz olmaz ilkesi olarak meşveret ve şurayı bir kez daha teyit eder: “… Onları affet, onlar için mağfiret dile, iş hakkında onlarla istişare et ve bir karar verince de Allah’a tevekkül et.” (Âl-i İmran, 3/159)
Nitekim Mekke, bu kez Hayber Yahudileri ve müşrik kabileleri de yanına alıp birleşik hizipler olarak çok daha güçlü bir orduyla yeniden Medine üzerine yürüdüğünde Resûlullah aleyhissalâtu vesselam Allah’ın kendisine emrettiği şekilde önlerindeki bu iş hakkında onlarla istişare edecek, ‘işleri aralarında meşveret ile’ olan müminler de bu davete icabet edip istişarenin hakkını vererek görüş bildirecek, neticede kaynakların Selman-ı Farisî’nin önerisi olarak bildirdiği görüşün isabetinde karar kılındığı için, İslâm’a karşı birleşmiş hizipler Medine ile aralarında engel olarak karşılaştıkları hendek sebebiyle şaşkına dönecektir.
Kur’an, başkaca ayetleriyle de istişare, şurave meşvereti müminlerin hayatının bir vazgeçilmezi olarak emreder ve resmeder. Müminlere, yaşadıkları ortak hayatın bütün meseleleri yanında, aile hukukunu ilgilendiren hususlarda da istişare emrolunmuştur. Meselâ Bakara Suresinin 233. ayeti, bebeğin sütten kesilmesine dair zamanlama konusunu anne ile babanın istişaresine havale eder. Öte yandan Firavun’un idam fermanı karşısında Mısır’ı terkederek Medyen’e gelmiş Hz. Musa’nın çoban olarak istihdamı konusunda, Şuayb aleyhisselamın kızıyla istişaresine ve kızının fikrine itibar etmesine; bir başkasının tarlasına girip zarar vermiş sürü hakkındaki davada Davud aleyhisselamın oğlu Süleyman’ın da görüşünü dinleyip bu görüşe itibar etmesine; keza Süleyman aleyhisselamdan gelen mektup konusunda Sebe melikesinin maiyetiyle istişaresine atıfta bulunarak, meşveret ve istişarenin gerekliliğini hayatın içinden örneklerle bize öğretir. Dahası, henüz ilk insan yaratılmamış iken, Âlemler Rabbinin meleklere “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.” buyurup onların fikrini sorması dahi (Bakara, 2/30), bazı müfessirlerin, meselâ İşârâtü’l-İ’caz tefsirinde Bediüzzaman Said Nursî’nin dikkat çektiği üzere, “mukavele ve muhavere şeklinde, müşavere üslûbunu insanlara öğretmek içindir. Yoksa Cenâb-ı Hak, müşavereden münezzehtir.”
Diğer taraftan, Âlemlerin Rabbi, ‘ulu’l-emre itaat’e dair ayette müminleri Allah’a ve Resûlüne mutlak surette itaati emrederken, ‘ulu’l-emre itaati Allah’ın kitabına ve Resûlullah’ın sünnetine uygun olma şartına bağladığı gibi, bir ihtilaf durumunda meseleyi Allah’a ve Resûlüne götürmeyi bize emretmektedir (Nisâ, 4/59). Bunun bir manası, birinin söylerken diğer herkesin sorgusuzca itaat etmesi değil, bilakis istenen ve emredilen hususun Kur’an ve Sünnet muvacehesinde müzakeresidir. Kaldı ki Kur’an, müminleri ‘İşleri aralarında istişare iledir.’ diye tarif ettiğine ve Resûlullah’a dahi müminlerle istişareyi emrettiğine göre, ulu’l-emr’in ‘sizden olan ulu’l-emr’ ifadesinin hakkını ancak iş hususunda müminlerle meşveret, şurave istişare etmekle verdiği izahtan varestedir.
Velhasıl, aralarında nüanslar olsa da aynı kökten gelen ve aynı öze işaret eden nitelikler olarak şura, meşveret ve istişare, Âlemler Rabbinin müminlere emrettiği ve onların bir vasfı olarak belirlediği bir keyfiyettir. Ve hangi konuda olursa olsun Kur’an’daki her bir emir, son tahlilde kulluk durumuna atıfta bulunuyor ve ona uymak bir kulluk sınavı anlamını taşıyor olduğuna göre, meşveret, şura ve istişarenin hayatlarımızda yer edip etmediği hususu esasen bir ubudiyet talimi ve sınavı niteliğindedir.
Bu açıdan bakılırsa, en basit tabiriyle en az iki insanın biraraya gelip bir konuda müzakere etmesi, fikir alışverişinde bulunması anlamına gelen; yerine göre, herkesi bağlayıcı şekilde, uyulacak bir ortak karara ulaşma manasını da içeren istişare, şura ve meşveret, şu dünyadaki bir işte en uygun düşünceye ve karara ulaşmak için değildir sadece. Bilakis istişare, en başta, bir kulluk sınavı niteliğindedir; kişinin, kendisini Allah’a mahsus sıfatlardan uzak görüp görmediğinin; bilgisinin, görgüsünün, bakışının herşeye nüfuz etmediğinin farkında olup olmadığının sınanması manasını da içermektedir. Aynı şekilde, bu insanlık durumunda yalnız olmadığının, sadece kendisinin değil, diğer insanların da aynı durumda olduğunu kabul ve idrak ettiğinin teyidini de içerir. İstişare, “Ben bilirim” diyenin yönelmek isteyeceği mecra değildir. Ancak “Her bilenin üstünde, daha iyi bilen birisi vardır.” (Yusuf, 12/76) diye bilen ve diyebilen kişi, yani kulluğunun, yani ulûhiyete ait sıfatlardan uzaklığının gerçekten idrakinde olan biri hakkıyla istişare edebilir.
Açarsak; kendisini herşeyi bilir, bütün bileşenleri kuşatır, en iyisini düşünür, en iyi çözümü bulur durumda gören, yani bir bakıma Allah’a mahsus sıfatlarla kendisini tarif etmeye kalkışan, yani benliğini ilahlaştıran biri istişareye ‘tenezzül’ etmez, bilakis başkalarıyla istişareyi ve bu meşveretten çıkan sonuca riayet etmeyi kendisine ‘zül’ görür. Onun için istişare, bir ‘düşkünlük’ göstergesi, âcizlerin ve cahillerin işidir. Ama hakikat-ı halde, insan tam da böyledir. Allah dilemedikçe hiçbir şeye muktedir olamaz, Allah bildirmedikçe asla bilemez: “İsteyen de aciz, kendisinden istenen de.” (Hacc, 22/73); “Muhtaç olan sizlersiniz, Allah ise hiçbir şeye muhtaç değildir.” (Furkan, 35/15); “Allah bilir, siz ise bilmezsiniz.” (Bakara, 2/216)
O halde, insanlık durumunu, kul olduğunu, ulûhiyet ve rububiyete ait vasıflardan uzak olduğunu bilen kişinin kârıdır istişare. Buna karşılık herşeyi bilme, görme, kuşatma gibi, insanlık durumuna aykırı ve kulluğun edebine zıt iddialara yakınlığı ölçüsünde kişi istişare ve meşveretten uzaklaşır. Benzer şekilde, kendisini bizatihi hakikati her yönüyle kavrayıp kuşatamaz halde görmekle birlikte; başka bir insanı herşeyi bilir, bütün ihtimalleri kuşatır, en iyisini düşünür, en iyi karara ulaşır durumda gören biri de istişare ve meşveret etmez, edemez.
Yani insan olan, kul olan, kulluğunun idrakinde olan ve kula kulluktan uzak olan istişare ederken; kendisini veya başka bir insanı ulûhiyete mahsus sıfatları haiz görüp ‘ilahlaştırmaya’ kalkan kişiler ancak istişareden yüz çevirir.
Bu denklemi, tek tek kişilerden alıp, ‘şahs-ı manevî’ler, yani tüzel kişilikler veya topluluklar için de uygulayabiliriz. Zira tek tek kendilerini herşeye yeter görmemekle birlikte beraberliklerine bu vasıfları yakıştıran bir ekip veya topluluk da kendisi dışından birinin görüşüne kapalı olacaktır. Burada ise bir kişinin değil ama bir ‘tüzel kişiliğin’ bir bakıma ilahlaştırılması halinin devreye girmesi sebebiyle, o tüzel kişilik yüceltilirken onun dışında kalanlar ‘düşük’ ve ‘düşkün’leştirildiği için onların ne düşündüğünün, nasıl baktığının, meselenin onlar aynasında nasıl göründüğünün bir önemi olmaz böylelerinde.
Bu manaların ışığında, istişare dediğimiz şey, basitçe, bir konuda en iyi ve en uygun çözüme ulaşmak için yapılan bir müzakereden çok daha öte ve yüksek bir boyut içerir. Allah kullarına istişareyi emreder; çünkü kula yakışan, kendi aczini, diğer insanların da aczini kabul edip, kulluğun idraki içinde omuz omuza verebilmektir. Kulluğunu bilen, istişare eder. Kulluğunu bilene, istişare yakışır. Kendisini veya bağlandığı kişiyi veya ait olduğu tüzel kişiliği ‘ilahlaştıran’ ise istişareyi bir ‘zaaf göstergesi,’ ‘acz ilanı’ ve ‘zül’ olarak görür, dolayısıyla istişareye dair ilâhî emre uymaya ‘tenezzül’ etmez.
Bu açıdan baktığımızda, bir ortamda şura, meşveret ve istişarenin varlığı, esasen, o ortamdaki hiç kimsenin ‘herşeyi bildiğini’ düşünmediğinin, hakikati kuşatmaya muktedir olmadığının farkında olduğunun, bu yöndeki iddiasına karşı nefsinin iğvasını aşabildiğinin, insanlık durumunu doğru değerlendirdiğinin göstergesidir. Diğer taraftan istişare, kulluğunun idrakinde olan kişinin, kula kul olmaması gerektiğinin de farkında olduğunu gösterir. Çünkü hakikati kuşatmaya muktedir durumda olmayan sadece kendisi değildir, karşıdaki kişi de benzer haldedir. Dolayısıyla istişare, hiçbiri tek başına hakikati kuşatma iddiasında olmayan ‘yarım’ların bir araya gelmesiyle tam bir bakış ve görüş edinme çabasıdır.
Buna karşılık, cüz’î iradesini küllîleştiren ve mutlaklaştıran kişi istişareye ‘tenezzül’ etmediği gibi, iradesini sıfırlayan kişi de kendisini istişareye ehil görmez. Ama hem kendisi hem diğer insanlar açısından ‘cüz’î irade’nin yerini olması gerektiği şekilde tespit eden; yani kendisine bir irade ve dolayısıyla seçme özgürlüğü ile birlikte karar verme yeteneği verildiğinin farkında olan ama öte taraftan bunun mutlak ve kuşatıcı olmadığını da bilen kişidir ki hem iş hususunda başkalarıyla istişare eder hem de başkalarının istişare davetine icabet eder.
Şemâil-i şeriflerde, Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın haline ve ahlâkına dair rivayetlerde onun ‘insanların en çok istişare edeni’ olarak da temayüz etmesi, bu hakikatle ilgilidir. Nitekim Ebu Hureyre radıyallahuanh, “Hz. Peygamber’den daha çok, ashabıyla (arkadaşlarıyla) istişare eden kimse görmedim.” (Tirmizî, Cihad, 34) diye bildirmektedir.
İstişare, şura ve meşverete dair bu Kur’anî ve nebevî gerçeklik, hakikatli bir meşveret ve istişarenin olmazsa olmazı olarak ‘hürriyet’in de haberini verir bize. Hürriyet, meşveretin ikizidir yahut zeminidir. Çünkü ancak mutlaklaştırılmaktan veya sıfırlanmaktan uzak iradeler, ifade ettikleri düşünce, dile getirdikleri görüşten dolayı bir damgalanma yaşamayacakları, başlarına bir bela gelmeyeceği konusunda emin olduklarında meşveret ve istişare manası hakkıyla gerçekleşebilir. Bir ortamda gerçek anlamıyla istişare varsa, bu, aynı ortamda hürriyetin de varlığının delilidir. Öte taraftan istişaresizlik veya görünüşte istişare gibi göründüğü halde hakikatte tek fikrin ve tek adamın onaylanmasının ötesine geçmeyen her türlü tablo ise hürriyetsizliğin haberini vermektedir.
Gelin görün ki Kur’an’ın müminlerin ayırıcı bir vasfı olarak ‘şura’yı emr ve işaret etmesine ve Asr-ı Saadet’in meşveretin geniş toplumdan aileye her alanda nasıl tatbik olunacağını gösteren destansı örnekliğine rağmen, sonraki asırlarda ve bugün, siyasette, iş hayatında, ailede, cemaatî hayatlarda meşveretin yolunu kesen türlü çeşit istibdatlar çıkıyor karşımıza. Özellikle de muktedir durumda bulunduğumuz ‘mikro iktidar’ alanlarında, meselâ evde, işte, arkadaş çevresinde istişareye açık olup olmadığımız, farklı fikre ne derece kulak ve kıymet verdiğimiz, alınmış bir ortak karara ne derece itibar ve riayet ettiğimiz, kulluk durumumuza, kendimizi gerçekten ne halde gördüğümüze, mutlaklaştırılan veya sıfırlanan iradeler ifrat-tefritini aşıp ‘cüz’î iradeler’ buluşmasını başarıp başarmadığımıza dair ipuçları veriyor. Bu meyanda, Uhud ve Hendek’te Resûlullah’ın örnekliği apaçık ortadayken, ‘istişare’yi basitçe ‘danışma’ya indirgeyip meşveret ve şuranın tanımını ‘bypass’ etmeyi hedefleyen yaklaşımlar dahi çıkıyor karşımıza.
Hâlbuki Bediüzzaman’ın ayetten aldığı dersle yüz on sene önceden söylediği gibi, “Asya’nın bahtının miftahı meşveret ve şuradır.”
O halde, mevcut bahtsızlığımız da istişare, meşveret ve şuranın hakikatinden uzaklığımızdandır.