Medyakronik'in (üç editöründen birisi olduğum için söylemiyorum, gerçekten de bir başka idi o!) "Akademi" sayfasında yayımlanan Aydın Uğur'un "Zihinlerin Yeni Efendisi: Medyalar" başlıklı güzel yazısı şöyle son buluyordu:
"İnsanlığın dehasının icad ettiği bir büyük kurum, medya, bir yol ayrımına vardı. Teknoloji adlı kurumun vardığı yol ayrımını andırıyor bu. İnsan aklının üzerinde temellenen teknoloji kendisini doğuran aklın tam karşıtına dönüşme eğilimini barındırdığını, her an barbarlığa dönüşebileceğini göstermişti. Benzer bir süreç medya katında gözleniyor. İnsan dehasının bilgiyi yaygınlaştırmak, aydınlatmak üzere yarattığı medya tam karşıt oluşuma, körleştirmeye hizmet edebileceğini hissettirmeye başladı.
İnsan dehasına yeniden iş düşüyor."
Aydın bu yazısını ilk olarak 1991'de Körfez Savaşı'nda medyaların halini gözledikten sonra Birikim Dergisi'nde yayımlamıştı. Hepimizin hatırladığı gibi medyalar Körfez Savaşı ile yepyeni bir döneme adım atıyordu. Bu dönüşümün ne kadar çok sayıda yazıya ve araştırmaya konu teşkil ettiğini de hatırlıyorsunuzdur.
Körfez Savaşı'na ilişkin haberciliğin akıllarda en çok kalan özelliklerinden birisi televizyon izleyicilerine savaşı "canlı yayın" misali ekranlarından izleme imkanı sunmasıydı. Ama unutmadan: Bu görüntüler "yerde" olup bitenleri değil, savaş uçaklarının hedeflerini nasıl da isabetle "vurduklarını" önümüze getiriyordu. Bu durumu saptayan şu satırlarda söylendiği gibi:
"Körfez Savaşı'nın yaşandığı senelerde çocuk olanların bugün anımsadıkları tek şey, okuldan eve gelip de televizyon karşısına geçtiklerinde görmüş oldukları bilgisayar oyunu şeklindeki savaş görüntüleridir."
Körfez Savaşı'nda medyaların üstlendiği bu habercilik geçen zaman içinde çok eleştirildi. Savaşı, bir takım hedefler üzerine bomba yağdırmayı televizyon izleyicileri için bir "bilgisayar oyunu"na dönüştüren bu "habercilik" tarzı çok kınandı.
Oysa bugün bakıyorum da, bütün bu yazılıp-çizilip-konuşulanlardan sanki hiç ders alınmamış... Üstelik geçen zaman içinde iletişim teknolojisi de geliştiğinden, savaş uçaklarının hedeflerini (tam isabet!) vurmalarını önümüze getiren görüntülere artık gazetelerin internet sayfalarında da kolaylıkla ulaşılabiliyor. Şu türden anonslar altında: "İşte hava harekâtının ilk görüntüleri"(!)
Şimdi soralım: Bu mudur savaş, savaş bu "hedef tutturma" oyunundan mı ibarettir? Savaşın bu tarz haberleştirilmesi bana ister istemez eski Amerikan filmlerinde izlediğimiz beyaz adam-kızılderili savaşlarını hatırlatıyor... Her iki taraftan da ölenler var ama bu ölenlerin ne halde olduklarını hiç görmüyoruz; uzaktan atılan bir ok, ya da uzaktan atılan bir kurşun ile atlarından düşenler var sadece... Ha bir de arada bir bir kızılderilinin elinde baltasıyla bir beyazın kafa derisini yüzmesi. Bu sahnelerde de görebildiğimiz kızılderilinin elinde sallanan bir peruktan ibaret... (Bildiğim kadarıyla savaşa yönelik bu "hijyenik" bakış Sam Peckinpah'ın "Vahşi Belde"si (1969) ile yıkıldı.)
Dikkat ederseniz savaşlar "bize" hemen her zaman böyle anlatılmış zaten. Tıpkı bugün de sürdürülen "kurtuluş günlerinde" sahnelenen müsamereler gibi. Savaşın gerçekte nasıl bir şey olduğu, savaşta nasıl bir vahşetin yaşandığı gibi konular pek ilgimizi çekmemiş. Ülkenin İkinci Dünya Savaşı'nda taraf olmamasının da etkisiyle "savaş" denilince aklımızda sadece "kahramanlık hikayeleri" kalmış.
Bugün Tehcir'e tabi tutulan Ermenileri çocuğu yaşlısı ile dağ yollarında perişan vaziyette görüntülemiş kareler önümüze gelince belki de bu bilinçsizliğimizin ters tepmesinin bir sonucu olarak hemen başlıyoruz aynı şarkıyı söylemeye: "Ama onlar da bizi..."
Oysa Batı, hepimizin binlerce romanı, hikayesi, çizgi romanı, anısı ve filminden hatırladığı gibi, "savaş"ın gerçek yüzünü olabildiğince yakından görmeye, tanımaya çalışmış ve bu gayreti sonucunda da mesela Avrupa Birliği gibi savaşı dışlayan bir birlik fikrine ulaşmıştır. Batı'da özellikle Birinci ve İkinci Savaşa ilişkin ne kadar çok yayın vardır... Adam öldürmenin "oyun olmadığını" anlamak ve anlatmak için ne kadar bol malzeme vardır.
İsterseniz fazla uzağa gitmeden bir de bizdeki duruma bakalım: "Kürt sorunu"nun bir ürünü olarak doğan PKK ile savaş neredeyse otuz yıldır devam ediyor ama bu savaşın nasıl bir şey olduğuna ilişkin bilgimiz ne kadar az. Bu savaşın canlarını aldığı ve sakat bıraktığı on binlerce kişiden kaçının hikayesini biliyoruz? Bu savaşın toplum olarak bizi nasıl erittiğinin bilincine şehit cenazeleri ve gaziler için düzenlenen birkaç özel günün dışında gerçekten varabiliyor muyuz? Yıllardır süren bu savaşın nasıl bir şey olduğu hakkında medyalarımız bugüne kadar bize ne taşıdı? Genelkurmay'ın helikopterlere bindirip "cepheler"e taşıdığı –ve asker üniforması giydirdiği- gazetecilerimiz bize "İşte savaşın gerçek yüzü!" dedirtecek tek bir haber veya görüntü aktardı mı? Demek ki biz bu otuz yılda da "adam öldürmeyi oyun sandık".
Bana göre, bu ülkenin medyalarının ana gövdesi militarizm ("militarizm"in sadece YAŞ'ı ilgilendiren bir konu olmadığını söylemeye gerek var mı?) bağımlılığını sürdürdüğü müddetçe "terörle mücadele"nin başarılı olabilmesi imkansızdır. Çünkü gerçekten, adamların niyeti bambaşka!
YENİ ŞAFAK