Türkiye’de önemli bir kitle Facebook ve Twitter gibi sosyal medyayı takip ediyor. Almanya’da yaşanan son olaylar Türkiye’de daha fazla gündem edinmiş ve Almanya’da ikamet ettiğimden ötürü sosyal medyada sık sık “Hamburg’da neler oluyor?“ sorularına sosyal medya üzerinden cevap vermeye çalışsamda bunun yeterli olmadığını gördüm. Sorular daha çok "Hamburg’da bir 'Gezi' olayı mı yaşanıyor?" bağlamında idi. Alman polisinin sert davranışı ve hak hukuka uymayan uygulamaları geçmiş olaylardan zaten biliniyordu ama nedense hiçbir polis yargılanmıyordu, bu da “Almanya polis devleti mi?“ sorusunu gündeme getiriyordu. Hamburg olaylarının yaşandığı o günlerde Alman polisi elinde çekiç ve bıçak var diye hasta bir insanı vurarak öldürmesi ve bu olayı meşru müdafaa olarak görmesi Bekir Bozdağ’ın bile bir açıklama yapmasına neden oldu.(1) Çünkü Emrah Kara 29 yaşında bir Türk vatandaşı idi.
İlk önce geçen sene yaz aylarında Taksim Gezi Parkında yaşananları Almanya medyasının nasıl aktardığına ve bununla birlikte kamuoyunda nasıl etki bıraktığına değinmek istiyorum. Karşılaştırmanın önemli olduğuna inanıyorum.
Taksim Gezi Parkı olayları Batı’nın “tarafsız“ medyasında
Batı medyası, özellikle Alman medyası, Gezi olaylarını haftalarca gündemden düşürmemiş, canlı yayınlar yapılmış, dergiler özel sayılar çıkarmış, hatta haftalık çıkan Der Spiegel dergisi 20 sayfalık Türkçe yayın yapmış. Hükümet politikalarından memnun olmayan Türkiye “halk“ı yine devletin kesmek istediği ağaç ve doğaya sahip çıkmış hükümetin polisi orantısız güç kullanarak önüne geleni tutuklamış ya da daha kötüsü öldürmeye kadar giden yöntemlerle işkence etmiştir. Alman medyası örgütlü protestoları görmezden gelmiş, hep ”halk“ kelimesini kullanmakta özen göstermiş. Oysa eylemlere TKP, BDSP, Dev-Sol, HKP ve BDP gibi sol ve devrimci örgütler katılmış açtıkları pankartlar, flamalar ve salladıkları bayraklar yokmuş gibi davranan Batı medyası hep “halk“ın ezildiğinden bahsetmiş. Şiddet mağduru örgütsüz “halk“ karşısında tek örgütlü olan “polis ve hükümet“tir konusu işlenmiştir.
Yapılan canlı yayınlarda gazeteciler ikide bir “aşırı gaz var“, “nefes almakta güçlük çekiyorum” deyip yayını yarıda kestiler, görüntüleri hazırlarken kullandıkları malzeme ile insanın dehşete kapılmamasının mümkün olmadığı, bir savaş yaşandığını ve polislerin gösterici avına çıktığını propaganda ederek “barış“ın gelmesini Başbakan Erdoğan’ın gitmesine bağladılar.
Almanya basını için Twitter gibi sosyal medyalar haber kaynağı oluvermiş ve oradan aldıkları haberleri izleyicilerine aktarmışlardır. Atılan bir tweette “30 muhalif avukat tutuklandı“ haberine atlayan bir “bağımsız“ medya organı “Erdoğan eğitim seviyesi yüksek olan herkese düşman“ deyip %50 seçmeni aşağılayabilmiştir. Hayvanlara bile yapılmazmış bu muamele ama bilinçli halk her gün buna maruz kalıyormuş!
Almanya’da yaşayan Türkiyelilerle yapılan röportajda bir genç kadının “ ... Biz yeniden eski Türkiye’mizi istiyoruz, modern, laik demokratik ve herkesin hakkının verildiği bir Türkiye..“ sözlerinin neden verildiğinianlamamak zor değil. Yapılan laiklik vurgusu ile şeriat hukukunun önplana çıktığı ve Erdoğan’ın cumhuriyetin ilkesi olan laikliği kaldırdığı hissine kapılıyor insan. Aman ne oldu böyle Türkiye’ye? Batı medyası her 10 senede bir gerçekleşen darbeleri unutmuş ama yine de darbe varsa ülkede onu da Erdoğan’ın yaptığı ve diktatör gibi hareket ettiğini yaygınlaştırmıştır. “Barışsever“ göstericilerinin kamuya verdikleri zarara hiç değinilmemiş; yüzlerce polis aracının yakıldığı, işyerlerine zarar verildiği, yüzlerce yaralı polisin olduğu takip ettikleri twitter hesaplarında geçmediğinden için olsa gerek.
Senelerden beri Avrupa İnsan Hakları mahkemelerinde Türkiye aleyhine binlerce dosyayı unutan Alman basını, cezaevlerinde çürüyen insanları, hukuksuz yargılamaları, faili meşhul cinayetleri, Kürt vatandaşlarına yapılan muameleyi şimdi görmezden gelmiş eski günler özlemi çeken insanlara yer vermiştir. “Tarafsız“lığını ise şöyle göstermeye çalışmıştır. 15 dakikalık analiz programına çok kötü almancası ile bir kişiye 2 kelime söyletirip “Erdoğan’ı destekliyoruz“ ile karşı tarafa yer verilmiş olmuştur. Adet yerini bulsun ve bağımsız bir yayın yaptıkları ortaya çıksın. Yemezler..! Kıt almanca geri kalmışlığın ifadesi ve eşinin başörtüsü ise bu olayın tuzu biberi. “Bakın işte bunlar Erdoğan taraftarı.“
Yine ilginç görüntü olarak 15 kişilik bir grubun Gezi parkı olaylarını protesto etmek için bir Türk Konsolosluğu’nun önünde açtığı çadırda Atatürk’lü Türk bayrağı ekrana geliyor ve bir kaç saniye sonra ulusçulardan olduğu anlaşılan grup sonra Kürtçe şarkı söylemeye başlıyor. Önemli olan ulusçu olmak, hangi ulustan olursan ol gibimi yorumlasak bilemiyorum. Aslında Türkiye ile ilgilenmek halen oranın siyasetinin bir parçası olmak eskiden “entgre olmamış yabancı“ olarak lanse edilirdi ama bu sefer değişiklik arzediyor “bağımsız“ alman basını için. Gün Erdoğan’ı devirme günüdür! Sen daha anlamadın mı? İstifa etmeli Erdoğan yoksa savaş çıkacak! Onun için Entregrasyon Asimilasyon tartışmalarına girmek yanlış. Hay Allah deyip hayretle izlemeye devam ediyorum.
Daha sonra olayları analiz için çıkan İran kökenli güya “zeki“ kadın yorumcu şöyle başlıyor akıl dolu analizine: “Tango dansı ederken insanın iki elide dolu olurken nasıl oluyorda bu dans eden insanların ellerinde polise atmak için taş olur?“ Yeniden Hay Allah..! 10-14 yaş arası çouklara anlatılan masallardan farkı olmayan bir yorum. İkinci “akıl“ dolu yorumundaki cümle ise, “Bu dans eden insanların yanına Erdoğan’ın kendisi gelmiyor ama saldırgan polisini yolluyor“. Hay Allah, Merkel Almanya’da gerçekleşen tüm gösterilere kendisi gidip polisi göndermiyor olmalı. Bu kadar yeter derken devam ediyor bombalamaya; Erdoğan parlamentoyu devre dışı bıraktığı ve diktatör gibi yanlız başına hükmettiği imajı veren yorumcu insanı hakketende yoruyor. Türkiye’de seçim falan olmadığı hissine kapılıyor insan. Sanki insanların temel haklarından olan protesto gibi ellerinden alınmış, nefes almaya bile izin verilmediği vurgulayan yorumcu Taksim ve Gezi parkının günlerce işgal edildiği unutmuş olmalıki bu hükümetin Taksim’i 1 Mayıs gösterilerine açtığını ise saklamak zorunda kalıyor. Erdoğan’a halkın yakarışlarını dile getirken ajitasyon yapma sanatınıda gösteriyor: “Erdoğan size sesleniyorum: lütfen protesto eden çocuklarımızı serbest bırak!“. Nasıl olduysa yinede o çocuklar evde durmayıp Taksim’e gidip ve Avrupa’nın projesi olan “özgürlük“ değerine sahip çıktıkları anlatıyor. Türkiye’deki her insanın ayağında pranga olduğunu söylemek istesede utancından dile getiremiyor yorumcumuz. Asıl meselenin gezi parkının ağaçları olduğunu unutmuş olsaki ağzındaki baklayı çıkarıp şöyle bitiriyor: “Gizli bir şekilde İslamcılık yayılıyor“. Psikolojik harekatlar konusunda mahir olan kemalist çevreler Batıyıda arkalarına alıp ajitasyon ustalığı ile Ak Parti şahsında İslam düşmanlığı yapmıştır ve buda devam etmektedir.
Hamburg’ta neler oldu?
Hamburg Almanya’nın kuzeyinde ikinci büyük şehri olup aynı zamanda kendi başına ayrı bir eyaleti oluşturmaktadır. Avrupa Birliği'ndeki en büyük 6. metropolü olan Hamburg 2 milyona yakın nufüsa sahip. Nüfus yoğunluğuna bakacak olursak İstanbul ile neredeyse aynı orana sahip (2.314 kişi/km²). Nufüsün %14’ü yabancı olmasına rağmen %30’u da yabancı kökenli olup Alman vatandaşlığına geçmiş insanlar. İşsizlik oranı ise %7,5.
Mülk sahiplerinin sorumlulukları
Hamburg kenti Almanya’nın en zengin kentlerinden biri olmasına rağmen kapitalist düzene karşı olan sol kültürüde içinde barındırıyor. 80’li yılların sonunda Batı Avrupa’nın özellikle Almanya’da büyük kentlerde boş duran binalar solcu gençler tarafından işgal ediliyordu. Sol düşüncenin en önemli siyasi söyleminde mülk sahibine sosyal sorumluklar yüklendiği için mülk sahiplerinin onarmadığı, kimseye kiralamadığı ve çürütmeye bıraktıkları binaları işgal etme hakkına sahip olduklarına inanılmış ve evsizlerden üniversite öğrencilerine yeni imkanlar yaratılmıştır.
İşgal sadece konutlarla kalmıyordu aynı binaların alt kaltlarına kafeler, basit imalathaneler, dükkanlar, dayanışma ve kültür merkezleri açılıyordu ve alternatif bir bir yaşam şekli oluşuyordu. 80’li yıllarda en önemli işgallerden biri olan Hamburg Hafenstr deki evler idi. Lise’de okurken Hamburg kentine gidip bu evleri yerinde görme imkanım olmuştu.
Rote Flora işgali
21 Aralık’ta yapılan gösterinin merkezinde “Rote Flora“ adı altında kültür merkezide 89 yılında işgal edilmiş 1835 yılında yazlık bir tiyatro olarak inşa edilmiş bir bina idi. Adını bir parkın içinde bulunduğu için Flora’dan alan bina işgalden sonra “Rot“ (kırmızı yada kızıl) kelimesi eklenmiş ve “Rote Flora“ olarak tarihe geçmiştir. Kamuya ait bina işgal edildiğinde Hamburg Eyalet hükümeti işgale göz yummuş hatta bazı kolaylıklar tanımıştır. Bir çok devlet desteğide alan alternatif kültür projeleri bu binanın içinde hayat bulmuş turistlerin uğradığı bir çekim merkezi oluvermişti.
“Rote Flora“ 2001 yılında bir emlak yatırımcısına satılmış ama sözleşmede onarım işleri hariç binaya dokunulmayacağı garantisi alınmıştı. Almanya’nın çoğu zengin şehirlerinde kentsel dönüşüm projelerinden ötürü orta ve dar gelirlilerin yaşadıkları mahalleler azalmaya başladı, birde kiraların son yıllarda %30’a varan artışları insanları zor durumda bırakıyor. Kısacası “Rote Flora“ yeniden inşa edilip, içinde bulunan tiyatrosu, atölyeleri, sineması, balo ve konser salonu para karşılığı kiralanacak düşüncesine şimdiki kiracılar karşı çıkıyorlar ve bina sahipleri ve kiracıları mahkemelik oluyorlar. Eyalet yönetiminin arabuluculuğu sonuç vermiyor ve protestolar başlıyor.
Protestolar
Protesto eylemlerine sadece binanın kiracıları değil geniş halk kitleleri katılıyor. 2010 yılından beri belli aralıklarla gösteriler yapılıyor ve örgütlü solun katılımıyla birlikte polis ile çatışmalar çıkıyor ve şiddet uygulanıyor. Bir taraftan polis şiddeti diğer taraftan kamu malının verilen zarar ile bugünlere geliniyor. Hessen eyaletinin polis yetkilisi attığı tweette: “Bunlar protestocu değil, beş para(2) etmez adamlardır“ iletisi polis teşkilatının olaya nasıl baktığının bir göstergesi.
21 Aralık’ta ne oldu?
21 Aralık’ta “Rote Flora Kültür Merkezi“ nihayet kapatılması polisinde mülk sahibinin mahkeme kararını uygulatmakta ısrarlı davranışı işi çığrından çıkarıyor. 8000 gösterici toplanmış sadece kültür merkezini değil aynı zamanda Irkçılığa karşı, Lampedusa mültecilerine(3) destek ve soylulaştırmaya(4) karşı gösteri için yürüyüşe geçtiği an polis tarafından jop, biber gazı ve tomalarla durdurulmuş ve polisin ilk açıklamasında göstericilerin şiddetinden bahsedilmişti. Youtube’te dolaşan videolarlardada görüldüğü gibi bir tane bile fişek atılmamıştı, polisin göstericilere saldırdıktan sonra atılmıştı fişekler. Daha sonra köşeye sıkışan polis göstericilerin erken bir şekilde yürümeye başladıkları açıklaması yaptı. İkinci açıklamada ilginçti, erken yüründüğü için göstericilere orantısız güç kullanılmıştı. Hiçbir uyarı yapmaya ihtiyaç duymadan polis yetkilileri kafa, kol kırarak dağıtmaya çalışmıştı sakin başlayan yürüyüşü. 120 polisin ve 500 göstericinin yaralandığı eylemin sorumlu polis müdürü Peter Born yaptığı açıklamada sadece polislerin yaralanmasından bahsederken göstericilere değinme ihtiyacı hissetmemişti. Israrlı sorulara dayanamayıp “benim bilidiğim 2 kişi“ deyip günün yalanını atabilmiş ve polisin doktorlara ve çalışanlara baskı yapıp göstericiler tarafındaki yaralananlar hakkında bilgi vermemeleri bilgisi ortaya çıkınca polis yeniden gündemin merkezinde durmayı başarıyor.
Polisin (yalan) stratejisi
Polisin strajesisi aslında göstericileri hiç yürütmemekti. Polis tarafındanda ateşe körükle gidilmesi bilinçli yapılan bir olay olduğu söyleyen Kendini sorumlu hisseden ve polisin tutumuna eleştirisel bakan ve sıkı takibe alan Federal Çalışma Grubu’dan Thomas Wüppesahl. Kendisi 1971’de komiserliğe başlamış ve Yeşiller partisinin milletvekilliğini seçilmiş bir kişi. Polisin bir yalanınıda ortaya çıkaran Wüppetal, yürüyüşe başlamadan önce polise köprüden taş atıldı iddiasını yaptığı basın açıklamasında yalanladı ve polis sözcüsü bu konudada suskunluğunu korudu.
En son yürüyüşü dağıtma nedeni olarak polis müdürünün “400-500 kişinin maskeli olduğu“ açıklaması doğru kabul etmemiz gerekiyor ama 8000 göstericinin yanında bu orantının bir şey ifade etmediğini belirtmekte yarar var. 1985 yılında yine Hamburg şehrinde bir işgal olayından sonra çıkan yasada, polisten başkasının maskeli olmamasını, yapılan ihtardan sonra maskelerin indirilmemesi halinde polise eylemi dağıtabileceği ve gözaltına alabileceği yetkisi verilmiştir. Ama bu yaşanan olayda polis ne ihtarda bulunmuş nede yaptığı ilk açıklamalarında bu konuya değinmiştir. Bu nedenle polisin bu konudada sınıfta kaldığı sözkonusudur. İçişleri senatörü Michael Neumann(5) yaptığı açıklamada “Kanunlar özgürlük haklarını kısıtlamak için vardır.!“ cümlesi olaylara nereden baktığını görmemiz için önemlidir. Hamburg'da emniyet güçleri tarafından göstericilere uygulanan taktiği savunan Neumann, şiddetin hiçbir zaman bu toplumda yer bulmayacağını savundu ama şiddetin polis tarafından başlatıldığını yorgunluğundan unutmuş olması gerekir.
“Davidwache“ karakolu saldırı yalanı
Sene sonuna doğru, 28 Aralık gecesi 300 maskeli kişinin bir karakolu bastığını bununla beraber polis arabalarına zarar verip taş attıklarını öğreniyoruz basından. Basında aslında Polisin yaptığı açıklamayı kaynak kabul edip “iddia“ ibaresi ile değil gerçek kabul etmiş ve polisin mağduriyeti(6) işlenmiştir. Karakol camlarının kırıldığını ve 150 polis memurunun karakolu korumak zorunda kaldığını ve 4 göstericinin tutuklandığı haberi aniden göstericiler sadece şiddet istiyorlar(7), kültür merkezi falan hikaye olarak algılanabiliyor. Soysal medyadan bu olayı soran arkadaşlara bende maskeli göstericilerinin karakolu bastığını aktardım ama tam bir hafta sonra bunun aslı astarının olmadığını duyunca nasıl dezenformasyon yaratıldığına şahit olmuştum.
Olmayan bir olayın ödülü: 10.000 Euro
28 Aralıktaki olayların aydınlanması için ve karakola saldırganların bulunması yardımcı olanlara verilmesi öngörülen 8 bin euroluk ödül 10 bin euroya çıkarılmış ama olayın görgü tanıkları sadece 20 kişinin eğlendiğini, maskeli olmadıklarını ve siyahta(8) giyinmediklerini söylemişti. Göstericilerin avukatı Andreas Beuth polisin yaptığı açıklamadan hemen sonra bu olayın böyle olmadığını açıkça bildirsede 9 gün sonra polis kendisi yalan attığını itiraf edecekti. Polis sözcüsü Mirko Schreiber bir hafta önce karakol saldırısının yerini değiştirdi ve 200 metre geriye aldı. Olabilir, hiç yanılmayan Alman poliside yanılabilir dedik ama karakolun güvenlik kamerasına bakmalarıda akıllarada mı gelmedi? Bilinçli bir şekilde yapılan açıklama yalanının tam saldırıdan 13 saat sonra yapıldığını gözönünde bulundurursak “strajetik dezenformasyon“ ile polis mağdur gösterilmek istenmiş. Olay yerinin ve olayın yanlış aktarılması basında göstericilere karşı nefret uyandırılması başarılmıştır. 9 gün sonra bu olayın böyle olmadığı açıklamak ise polisin hangi metodla çalıştığını ve yalan atmanın sıradan bir olay olduğunu anlamış oluyoruz.
Polis sendikası son olaylardan sonra polis güçlerine karşı sivil şiddetin bitmemesi halinde silah kullanılmasını serbest bırakılmasını ve olağanüstü hal ilan istemesi ise yalanın atılma nedenini bize göstermiş oldu.
Olağanüstü Hal: Polis kontrol “dışı“
Savaşların ilk mağduru “gerçekler“ olduğunu buradada öğrenmiş olduk. Hamburg’ta savaş yaşanıyor diyor bir taraf, hayır içsavaş var diyen diğer birtaraf. Hamburg polisi istediğini nasıl elde etmiş?: Bir yalan üretilmiş ve olağan hal bölgesi ilan etme hakkı doğmuş. “Tehlike“ diye adlandırılan bölgede polis istediği kişiyi kontrol edecek, istediği kişiyi gözaltına alabilecek, istediği kişiyi bölgeden uzaklaştırabilecek.(9) 50 bin insanın yaşadığı bir bölge polis ile dolup taşacak. Ekmek almaya çıkan bir gencin üstünde otonom grupların tuttuğu birinci lig takımlarından St. Pauli’nin(10) tişörtü varsa yandı. Kimlik sorulmaması ve sorgulanmaması mümkün değil. Bu bölgede yaşayan, gezen, geçen herkes potansiyel suçlu muamelesi görebilecek.(11) Üstüne üstlük Amerikan Büyükelçiliğinden yapılan açıklamada da Hamburg’a gidilmemesi tavsiyesinde bulunulduktan sonra vay o bölgede gezintiye çıkanlara.
Güvenlik güçlerinin güvenliği
Hamburg’un eski ırkçı Senatörü (Eyalet başbakanı) Schill zamanını hatırlatan uygulamalarda ilkönce “Güvenlik güçlerinin güvenliği“ önplanda idi. Şu anki iki polis müdürüde Schill zamanında atanmışlardı; ideolojileri belli idi. Almanya yılbaşında atılan bombalar ve havai fişekler artık gerçek bomba gibi algılanıp hemen bir grup polisin orada bitmesi ile olaylar başlıyor. Hamburg’un eğlence yerinde hertürlü insan ikamet etmekte, hemde sıkışık bir halde: Zengini, fakiri, doğuştan Alman, sonrada kendini Alman gibi hissetmeye başlayan, tembel ve çalışkan, toplumun her kesiminden insan var. Bununla beraber asıl polisin çok hassas olması gerekirken tam tersine gergin olması insanları tedirgin ediyor.
2005’ten beri zaman zaman birkaç saatliğine polisin olağanüstü haklara sahip olduğu dar alan şu anda büyük bir mahalle kadar. Polisin yaptığı açıklamada haftasonu 400 kişi kontrol edilmiş; nedensiz bir şekilde. Buda elbette üniformaya karşı bir nefreti getirmekte.
Halkın bu alanda polisle dalga geçtiği ve provoke ettiğinede değinilmeli: Polislerin önünde insanlar şeffaf bir küçük naylon poşetin içine koydukları uyuşturucu süsü verilen karbonatı paraya karşı değiştikleri yada su şişesinin kapak bölümüne yerleştirilen küçük bir havlu ile molotow kokteyl süsü verilmesi yada kırmızı ışıkta geçerken iki elin havaya kaldırılması bölge insanının yaşanan olaylara rağmen espri anlayışının halen yüksek olduğunu göstermekte.
Karşılaştırma
Geçen yaz Taksim Gezi parkı olaylarından çok etkilendiği ve kaygı duyduğunu belirten Almanya Şansölyesi Angela Merkel ne olduda kendi ülkesindeki olaylar hakkında bir tane bile açıklama yapmamıştır. Neredeyse Almanya’dan her kanalın bir temsilcisi gözlem için Türkiye’ye gitmiş iken Hamburg’a lokal muhabirlerle ve polis açıklamaları ile yetinen basın ne kadar “tarafsız“ olduğunu göstermiş oldu.
Gösterilerinin temelinde sadece işgal edilen bir binanın savunulması değil aynı zamanda ülkede sevilmeyen mültecilerin haklarının savunulması, üstüne üstelik birde ırkçılığa karşı gösteri yapmaları elbette ulusçuluk tanımını(12) ırka dayandıran Almanya’da pirim yapmayacaktır.
Avrupa basını sık sık Türkiye’de bağımsız basının yokluğundan bahsederken neden kendi ülkelerindeki önemli bir olayı gündemlerine almazlar. Ülkenin en önemli haber bülteni olan ARD kanalının “Tagesschau“de olaylar 1dk 21sn işlenmiştir. Oysa Gezi parkından sık sık canlı yayın yapan yine aynı kanalın haber bülteni idi.
Basın ve eyalet yetkilileri göstericilerin hepsinin şiddet eğilimli radikal sol gruplar olarak işlenmişti oysa asıl örgütlülük Gezi parkında idi. Fotoğraflardan da görüleceği gibi Hamburg’ta hiçbir göstericinin elinde bir sol partiyi yada sol örgütü andıracak bir şey yok. Sadece konu ile alakalı pankartlar mevcut.
Şiddetin bilançosu(13) değinecek olursak; Gezi parkı eylemlerinde 214 özel araç, 240 polis aracı, 90 belediye otobüsü ve 45 ambulansın kullanılamaz hale geldiği ve 58 kamu binası, 68 mobese kamerası ve 337 işyerinin tahrip edildiği, 14 parti binasının hasar gördüğü ve toplamda yaklaşık 150 milyon zarardan bahsedilmekte. “Rote Flora“ eylemlerinin bilançosu(14) ise 1.1 Milyon Euro. Şimdi 150 milyon TL’lik zarar veren Gezi eylemcileri barış için, bir kaç ağaç içinmi bu kadar zararı veriyorlar birde Alman basını tarafından barışcıl göstericiler olarak sunuluyor. Oysa kendi ülkelerinde açılan zarar 100 kat daha az olmasına rağmen bu göstericiler radikal sol otonom terörist olabiliyorlar.
Almanya’da polis Tomaların kullanmasının zorunlu olduğunu basın tarafından savunulurken Türkiye’de Tomaların kullanılması polis şiddeti olarak kayda geçmiştir. Buradada iki yüzlü davranan Alman basını herşeyden sorumlu tuttuğu Erdoğan’ı Gezi olaylarından ötürü “diktatör“ derken Merkel’e laf atma gibi lükse gitmemiştir.
Federal Almanya’nın milletvekilleride Türkiye’ye özel ilgi göstermişler Claudia Roth gibi Yeşiller partisinin esbaşkanı Gezi parkı için dayanışma göstermiş meydanlarda cirit atmıştır. Oysaki Erdoğan Almanya’ya geldiğinde ve buradaki ülkenin Anti İslamizm siyasetini eleştirmiş ve Roth gibi milletvekillerden “bizim içişlerimize karışma“ gibi cevap almıştır. Claudia Roth Gezi parkını Almanya’nın içmeselesi gibi görüyor olmalıki İstanbul’da polise karşı eline taş alabilmiştir.
İlk başta sorduğumuz soruya cevap bulmakta zorlanmıyoruz.
Evet Almanya bir polis devleti.
DİĞER FOTOĞRAFLAR İÇİN TIKLAYIN
DİĞER FOTOĞRAFLAR İÇİN TIKLAYIN
Dipnotlar:
1-Emrah'ın şizofren hastası olduğunu ve tedavi için eve gelen doktorlar ile yaşadığı tartışma sonucu eve özel komando timlerinin çağrıldığını anlatarak, "Komando timleri üzerine köpeği salıyorlar. Emrah can havliyle elinde bir çakı var sanıyorum, her evde vardır bu, köpeği yaralıyor. Hatta şunu geçmemeliyim, içeriye girmeden önce Emrah can havliyle 'Allah Alllah' diyor. Onlar da 'haydi seni Allah'ın kurtarsın bakalım' diyor ve düşünmeden gövdesine sıkıyorlar" dedi. (Hürriyet Avrupa)
2-Almanca: Abschaum, İngilizce: Scum. Köpük anlamında pis, beşpara etmez, aşağılık..
3-Lampedusa Akdeniz’de İtalya’ya bağlı 21 km²'lik bir ada. Tunus ve Libya’dan gemilerle bu adaya gelen Afrikalı mültecilerle meşhur olmuştur. Uzun zamandan beri her yıl azalan mülteci sayısı Ekim 1996’nın rakamlarına ulaşması polisin tutumunun neden böyle olduğunun cevabıdır. Polis bir kaç haftadan beri bölgede siyahi insanları kontrol ediyor ve Almanya’ya gelmemeleri için hayatı yaşanmaz hale getiriyor.
4-Varlıklı insanların bir mahalleye yerleşmesi ile mahalle yapısının ve karakterinin değiştirilmesi için emlak fiyatlarının ve kiraların artmasıyla daha az varlıklı insanların uzaklara taşınmak zorunda kalışı
5-Federal Uyum Bakanı Aydan Özoğuz'un eşi
6-Karakol saldırısı ile yaygın olan sosyal medya Facebook’ta „Karakol dayanışması“ 60 bine yakın üye toplanmış. Hergün karakola gelip onlarca kişide geçmiş olsun ziyaretinde bulunmuştu. Sosyal Demokratların Belediye Başkanı Olaf Scholz, Polislerin „yaşadıklarının çekilmez“ olduğunu ve „polislerle dayanışma“ çağrısı yaptı
7-Hamburg eyaletinin İçişlerinden sorumlu senatörü Michael Neumann: „Saldırganlar yurtiçinden ve yurtdığından şehrimize geldiler ve aşırı şiddetten başka bir düşünceleri yoktu“ yapılan saldırı hepimize yapılmıştır.
8-Otonomların, “radikal” solun giyim tarzı
9- Almanya’nın Hamburg kentinde bazı bölgelerin “tehlikeli bölge” ilan edilmesi ve sol-sosyalist gruplara yönelik baskılar, Frankurt’ta ve başka şehirlerde protesto edildi.
10- St. Pauli’nin lig maçında Sosyal demokratların mülteci politikaları sloganlarla ve pankartlarla eleştirilmişti.
11- Hamburger Morgenpost gazetesine açıklama yapan bir kişi yürüyüş yaptığı sırada 30 dakika içerisinde 3 kere durdurulduğunu bildirdi. Bölge, bu zamana kadar şehir yöneticileri tarafından çevrelenen en geniş alan.
12- Fransa ise ulusçuluk anlayışını vatandaşlığa dayandırıyor.
13- Valilik açıklaması
14- Hamburg şehrinin açıklaması