Abdurrahman Güner / HAKSÖZ HABER
İstanbul Sözleşmesi çerçeve bir metin olarak 11 Mayıs 2011 tarihinde imzalanan Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi başlığına sahip uluslararası insan hakları sözleşmesiydi. Gece saatleri itibariyle Türkiye sözleşmeden ayrıldı.
Modernleşmenin ortaya çıkarttığı gerilimler Müslüman toplumlarda belli başlı kurumları sarstı. Bunlarında başında toplumun inşa edicisi aile vardı. Kadın-erkek ilişkisinde batı merkezli yaşanan değişim buraya da sirayet edince ortaya melez bir durum çıktı. Çok hızlıca geçmek gerekirse artık hiçbir şey eskisi gibi değildi. Aile ve insan daha farklı bir dünyanın içinde, geleneksel olanın ötelendiği bir anlam dünyasıyla karşı karşıya kaldı. Bu yıkıcı etkileşim bugün dahi devam ediyor…
Yaşanan değişimin bir neticesi olarak cinsiyet merkezli düşünce akımları toplumsal, siyasal vb. konularda söz söylemeye başladılar. Cinsiyetin bir yönüyle yeniden inşası anlamına gelen bu durum Simone de Beauvoir tarafından “kadın doğulmaz, kadın olunur!” şeklinde motto cümle ile çok başarılı bir şekilde özetleniyor. Kadınlık artık bazı çevreler tarafından ideolojik bir kimlik olarak görülmeye başlandı.
Tabi ki sürecin tümü göz ardı edildiğinde olayı anlamlandırmak güç olacaktır. Kadınlığın köpek ve köleyle eş değer olduğu Batı düşünce tarihinde kadın bir yönüyle öteki’dir. Batı da öteki olmak ise başlı başına siyasi, hukuki, ekonomik zorbalıklara maruz kalmanız anlamına geliyor. Bugün Müslüman azınlıklar bu muameleyi had safhada yaşamaktadırlar.
Bu bağlam atlanarak kadına karşı şiddet ve İstanbul Sözleşmesi’ni konuşmak da anlamlı olmayacaktır. Sorunumuz çok derin tarihsel ve düşünsel zeminlerden besleniyor. Ancak dindar-muhafazakarların hep bir ağızdan ‘İstanbul Sözleşmesi’ne takılmış olması çok sağlıklı bir okuma/değerlendirme yapılmadığını ortaya çıkartmıyor mu?
Çerçeve metin olması sebebiyle altına imza atan devletler üzerinde bu uluslararası sözleşmenin nasıl bir yaptırımı olduğunu düşünmek gerekiyor. Yani uygulanması veya uygulanmaması tamamen yürütmenin elinde olan bir metinle yıllardır uğraşılıyor. Yanlış anlaşılma olmasın. İstanbul Sözleşmesi cinsi sapkınlığa elverişli bir ortam sağlaması ihtimalinden dolayı bile kaldırılmayı hak eden bir metindi ve alınan bu karar hayırlı oldu. Sözleşmenin hiçte masum olmayan 'toplumsal cinsiyet' mantığı üzerine kurulu olan bakış açısı sorunları çözmek bir yana daha da derinleştiriyordu. Ancak bütün sorunların kaynağı bu metin miydi?
Şimdi İstanbul Sözleşmesi iptal edildiğine göre toplumsal problemlerin bir bir ortadan kalkması gerekiyor öyle sanıyoruz ki… Şiddeti, cinayeti kadınlıkla ilişkili bir bağlama sabitleyen cinsiyet merkezli ideolojilerin ortaya çıkarttıkları problemler kadınlık ve erkekliğin çatışma üzerinden anlamlandırılmasıyla zirve yaptı. Laik seküler kesimler sorunları 'dindar/geri kalmış' yaşam formlarıyla ilişkilendirip işin içinden sıyrılmaya çalışırken alkol, uyuşturucu ve fahşanın sorunların temel kaynaklarından birisi olduğu göz ardı edildi. Artık birbirine eş olan, birbirinin velisi olan Âdem ile Havva’nın neslinden değil birbirinin katili olan kadın ve erkek 'kimliklerinden' bahsetmek mümkün ne yazık ki! Biz ise tüm bunlara karşı siyasal, kültürel bir dil ve söylem geliştiremedik. Sadece sözleşmeyi tartıştık...
Medyasından siyasetine kadar çok kötü bir üslup ve çok dar bir çerçeveden ele alınan bu mesele, İstanbul Sözleşmesi karşıtları ve savunucularına indirgendi. Artık sözleşme yok. Peki, hiçbir kadın şiddet görmeyecek mi? Veyahut kadınlık üzerinden kimse ideolojik dayatmada bulunamayacak mı? Netice olarak elimize ne geçti ilerleyen günlerde göreceğiz!
Konu hakkında Özgür-Der tarafından gerçekleştirilen aylık panelde mesele asıl konuşulması gereken bağlamı üzerinden ele alınmıştı: