Sadece Türkiye açısından değil iddia sahibi hemen bütün devletler açısından uluslararası ilişkilerde şiddetli bir dalgalanma yaşanıyor. Amerika’nın Avrupa Birliği’yle yaşadığı gerilime mukabil Avrupa, Rusya hatta Japonya gibi ülkelerle yeni anlaşmalar yaparak kendini sağlama almaya gayret ediyor. Aynı durum Türkiye için de geçerli; Çin’le kurulacak ilişkiler yakın vadede istenen sonuçları üretmeye imkân vermediği için Rusya ve İran’la geliştirilen yakınlıklarla Amerika’nın dengesiz politikalarına karşı bir denge kurmaya çalışıyor.
Trump yönetimindeki Amerika en büyük rakip olarak gördüğü Çin’le, en fanatik düşman ilan ettiği Kuzey Kore’yle ve NATO’nun tehdit konseptinde tanımladığı Rusya’yla inişli çıkışlı temasların ardından gülücükler saçarak, sempati haleleri uçurarak diplomasi masasına oturabiliyor. Ne var ki aynı süreçte Avrupa Birliği, Japonya ve Türkiye gibi müttefikleriyle neredeyse tamamı tahrik ve tahrip edici dayatmalarla Amerika mevcut kanalları tıkayarak, kurulu köprüleri yıkarak belirsizliği derinleştiriyor. Bütün bunlar olurken Amerika’nın en hızlı ve umursamaz bir biçimde İsrail’in işgalini derinleştirmek, İran’ı bölgeden tecrit etmek gibi öncelikli ajandası işlemekte olduğunu görüyoruz.
Irkçı-Ayrımcı İşgal Kanunlaştı
İsrail Meclisi (Knesset) anayasa hükmünde değer atfettiği ‘temel kanunlar’ına Yahudi Ulus Devlet Yasası’nı dahil ederek ırkçı-ayrımcı işgal politikalarını resmileştirmiş oldu. İsrail Meclisi’nde 55’e karşı 65 oyla kabul edilen yasa işgali derinleştirme ve kanuna uygun hale getirmenin yanı sıra ırkçı-ayrımcı Siyonist İsrail rejiminin Filistin halkına karşı tehcir başta olmak üzere türlü zulümleri uygulayabilme meşruiyetini tanıyor. Yahudi Ulus Devlet yasası Filistin halkını da Filistin ülkesini de tümden inkar üzerine kurulmuş durumda.
İsrail fiili durumunu yasal hale getiriyor evvela. Mesela İsrail bir Yahudi devletidir, İsrail dünyadaki tüm Yahudilerin tarihi anavatanıdır, gibi tanımlarla Filistin halkı yabancı, sonradan gelme, mülteci ve ikinci sınıf vatandaş statüsüne indirgeniyor. Dünyadaki tüm Yahudilerin İsrail’e dönme hakkına yapılan vurgu üzerinden Filistin halkının asla geriye dönüşünün tanınmayacağı da vurgulanıyor. Yine kendi kaderini tayin etme hakkı sadece Yahudilere aittir hükmüyle ülkenin geleceği ırkçı-ayrımcı kimliğiyle bilinen işgalci unsurlara hasrediliyor. Kudüs’ü İsrail’in başkenti ilan ederek, Yahudilerin dini günlerini resmi tatil sayarak bu ırkçı-ayrımcı politikaların en provokatif haliyle tırmandırılacağı ilan edildi.
İsrail’in yanında kim duruyor? Elbette Amerika alenen destekliyor hatta teşvik ediyor İsrail’in bütün saldırgan politikalarını. Ancak İsrail için hemen yanı başında Sisi Cuntasının egemen olduğu Mısır asıl olarak kolaylaştırıcı bir rol oynuyor. Sisi Cuntasının görevi tüm imkanları seferber ederek Filistin mücadelesini boğmaya endeksli. Sisi Cuntasının gerek Amerika’dan gerekse Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan’dan bu rolü dolayısıyla destek bulduğunu hemen herkes biliyor. Suudi Arabistan Veliaht Prens Muhammed Bin Selman’ın Amerika ziyaretiyle ortaya saçılan yeni vizyonu şimdilerde olup bitenlerin hazırlığı mesabesindeydi zaten.
Türkiye ise ilk andan itibaren diplomatik açıdan oldukça sert tepkiler gösterdi. Avrupa’nın oldukça mülayim ve etkisiz birkaç beyanı üzerinde fazlaca durmaya hacet yok. Türkiye Dışişleri Bakanlığı hukuk ilkelerinin hiçe sayıldığı gerekçesiyle kararı yok hükmünde addedip kabul edilemez ilan etti. Ayrıca uluslararası toplumu Filistin halkının yanında durmaya davet etti. Şüphesiz Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuya ilişkin beyanları en sert olanıydı. Erdoğan İsrail’i açıkça Hitler’in faşist ruhunu hortlatmakla suçladı. Siyonist, faşist, ırkçı karakterini tescilleyen vahşetlerine vurgular yaparak Yahudi Ulus Devlet Yasası’na karşı çıktı.
Ahlaki ve hukuki zemini çok güçlü olan Türkiye’nin bu çıkışı yalnız kalacak gibi. Belki burada İsrail’e karşı izlenen politikalarda yapılan yanlışlara, yalpalamalara ve abartılı özgüvenli söylemlere ilişkin de bir muhasebe yapmak gerekiyor. Mesela Mavi Marmara davasının düşürülme sürecinde alınan kararlar, davanın düşürülme sürecinde İslami yardım kuruluşlarına ve İslami kimliğe yönelik ahlaksız troller tarafından yapılan çirkin saldırıları sessizce seyretmeler… Mesela Mayıs 2010’da ancak Türkiye’nin onay vermesiyle İsrail’in OECD üyeliğine ön açmak gibi… Mesela Mayıs 2016’da İsrail’in NATO’da temsilcilik açma talebi için Türkiye’nin vetosunu kaldırma kararının yanlışlığı gibi… İsrail’le anlaşarak çözüm üretebilmenin ne kadar imkanlı olduğunu devlet de toplum da medya da iyice idrak ediyordur herhalde.
Komşu Ama Müttefik Olur mu?
Amerika-İran arasındaki ilişkiler Obama dönemi sonrasında Trump tarafından alt üst ediliyor. Obama yönetimin nükleer enerji konusunda P5+1 ülkeleriyle İran arasında gerçekleştirdiği anlaşmayı Trump tümden iptal edecek saldırgan girişimlerde bulunuyor. Ayrıca Obama döneminde hiç sorun edilmeyen aksine alttan alta Suudi Arabistan ve Türkiye’ye karşı Irak, Suriye ve Yemen’de önü epeyce açılan İran’ın bu bölgelerdeki askeri varlığı tartışılıyor artık.
Amerika’nın haydut bir devlet olduğu, İran veya başka bir ülkeye ambargo uygulamak, bütün ülkeleri bu ambargonun parçası kılmak gibi bir hakkının olmadığı, olamayacağı aşikardır. Ancak İran’la ilişkiler söz konusu olduğunda Türkiye’nin Amerikan ambargosuna katılmamak gibi bir tutum sahibi olmaktan öteye bir rol oynaması gerekir. Hem dışişleri Bakanı Çavuşoğlu hem de Cumhurbaşkanı Erdoğan Amerikan’nın ambargo çağrısına rest çektiler. Daha ilerisi İran’ın komşu, kardeş ve stratejik müttefik olduğunu vurguladılar. İran gerçekten de komşu bir devlet ama kardeşliği ve stratejik müttefikliği ise ciddi ciddi tartışılmaya değer olmalı.
İran eğer Türkiye’nin stratejik müttefiki ise o zaman bu stratejik müttefike bazı sert ikazlar, işlediği suçlardan bütün kamuoyunu haberdar etmek gerekir herhalde. Mesela İran’ın Suriye’de işlediği cinayetler hakkında Türkiye’nin açıktan ve en üst düzeyde resmi makamlardan bir tepki verilmeli değil midir? Kardeş Suriye halkına Esed canisiyle birlikte kan kusturan İran’a bu ülkeden çekip gitmesini haykırmak için belki de en uygu zamandır. Yine Basra, Necef, Kerbela gibi Şii kentlerinde hatta Bağdat’ta bile haftalardır süren protestolarda “İran defol” pankartlarının açıldığını, “İran dışarı” sloganlarının atıldığını hatırlatmanın tam vakti olmalı. İran’a bağlı örgütlerin parti binalarının yakılıp yıkılması daha yüksek sesle kamuoyu önünde konuşulmalı değil mi? Yemen için de benzer şeyler söylenebilir.
İran’ın kardeş ve stratejik müttefik sayılabilmesi için öncelikle Müslüman halkların kanını dökmekten, İslam beldelerini işgale kalkışmaktan geri durması gerektiği hatırlatılmalı. İran’ın komşuluğu bir vaka olduğu kadar PKK’dan Esed rejimine değin bölgedeki tüm despotik unsurlarla Türkiye ve bölgedeki Müslüman halklara karşı kirli, kanlı işler gördüğü de bir vakadır. Mevcut rejim mantığıyla güçlü bir İran ne Türkiye için ne de bölge için en küçük bir hayra vesile olur. İran’a karşı Amerika ile hareket etmek mümkün olamaz elbette ama İran için Amerika’yla çatışmaya girilmez. En iyisi aralarındaki rekabeti yakın takibe alıp bölgedeki tasallutlarını azaltarak adil bir denge kurabilecek şartları zorlamaktır.
Yeni Akit