İsmail Kılıçarslan / Yeni Şafak
Meksika Sınırı günleriydi. 2008 yılında, Furkan Savaşı sırasında Hasan Nasrallah, birdenbire hepimizin umudu haline gelmişti.
Lübnan Hizbullah’ının bu tuhaf lideri, “lebbeyk ya Hüseyin” diyerek İsrail’le savaşmış, ona ağır kayıplar yaşatmıştı.
İran’ın emperyalist ajandasının henüz bu denli belirginleş-mediği, Hizbullah’ın İran’ın “net aparatı” olmadığı günlerdi. Bir Meksika Sınırı’nı Hasan Nasrallah’ın bir konuşmasıyla açmış, masamızın önüne de bir Filistin bayrağı asmıştık. Umutla “bölgedeki Müslümanların makus talihini kim değiştirirse değiştirsin, baş göz üstüne” demiştik.
Elbette biliyorduk İran’ın kendi çıkarları için Hama’da, Humus’ta, Irak’ta neler yaptığını ama yine de Hizbullah ve özellikle Nasrallah bir çeşit “umut tazeleyici” olmuştu bizim için.
Tabii ki hayallerimizi perişan etti Hizbullah sonrası süreçte. İlk olarak Furkan Savaşı’ndan sonra Lübnan’daki Sünni-Hristiyan-Şii dengesini Şiilere devasa alanlar açacak şekilde organize etti.
Hadi bunu bir bakıma sineye çekerdik de, 2011’de patlak veren Suriye iç savaşında Hizbullah, adını dümdüz koyalım, bir katil sürüsüne, bir katliam makinesine dönüştü.
Suriye iç savaşında ölen insan sayısı hakkında net bir bilgimiz yok. 300 bin, en isabetli tahmin gibi geliyor. Bir katil sürüsü, bir katliam şebekesi olarak İran’ın aralıksız desteklediği Hizbullah, bu ölümlerin en az yarısından sorumlu.
Adına güya “tekfircilerle çarpışma” dedikleri bir konseptte kadın, yaşlı, çocuk demeden çok geniş çaplı bir katliam yürüttü Hizbullah Suriye’de. Ve adını da ister istemez “Hizbullat” koydurttu.
2016 yılında “İsrail ile Hizbullat savaşsa taraf tutmam” yazdığımı net şekilde hatırlıyorum mesela.
Bununla da kalmadı emperyalist İran’ın ve Hizbullah’ın yapıp ettikleri. Yemen’den Nijerya’ya, Irak’tan Afganistan’a değin her coğrafyada “Sünnilerin can düşmanı” haline geldiler.
İran, zaten biliyoruz, “öteki”sini “gâvur” olarak değil “Sünni Müslümanlar” olarak belirleyen bir ideolojik akıl tutulmasına zaten savruldu süreç içerisinde. Türkiye’deki etki ajanlarının tüm karartma çabalarına rağmen açıkça görülüyor ki yürüttükleri ajandada “gâvura karşı olmak” yer almıyor.
Gelelim son duruma.
Bir başka “aklı tutuk” ideoloji olarak Siyonizm, kendisine vaat edildiğine inandığı topraklar açısından cepheyi Lübnan’a genişletti biliyorsunuz. Saldırıların ilk gününde çoğu sivil 650 insanı katletti. Hizbullah, saldırıların ilk gününde “İsrail’e topyekûn savaş açtık” dedi demesine ama İran’dan yediği azarla bu savaş ilanını “yanlış anlaşılma var” diyerek geri çekti.
Ve ben yazıyı yazdığım dakikalarda bir haber düştü gündeme. İsrail, Hasan Nasrallah’ı öldürdüğünü duyurdu. Yine aynı dakikalarda bu tip şovlara çok düşkün olan İran’dan “Hamaney, savaş yüzüğünü taktı” haberleri servis edildi. O en derin komploya gönül indirecek değilim ama hani “İran ile İsrail danışıklı dövüş yapıyorlar” demesem de bu olan biteni herkes gibi çok garipsediğimi de söylemek zorundayım.
İsrail, Hizbullah’ı araçsallaştırarak arz-ı mevudu bir parça daha genişletmenin peşine düşmüş görünüyor. Dolayısıyla bize düşen Hizbullah’ın bir katil sürüsü, bir katliam şebekesi olduğunu hiç akıldan çıkarmadan Lübnan’da İsrail’e yönelecek sağlıklı ve geniş katılımlı bir direnişi organize etmeye çalışmaktır.
Nasrallah’ın ölüm haberine gelince… Bir İsrail kurşunu ya da bombasıyla ölüp gitmesi isteyeceğim son şey olurdu.