Genel Başkan ve Başbakan sıfatıyla AK Parti grubunda yaptığı ilk dış politika değerlendirmesiyle Binali Yıldırım’ın köklü bir değişime gideceği değerlendirilmişti. Başbakan Yıldırım bu hafta içinde tekrar şöyle bir cümle kurdu: “Dostlarını artıran düşmanlarını azaltan bir dış politika anlayışını güçlendireceğiz.”. Evet, kabul edelim ki kulağa gayet hoş gelen bir söylem. Özellikle de Türkiye’nin son dönemde Suriye, Irak, Mısır, Filistin, Libya gibi bölgelere ilişkin yürüttüğü politikalardan rahatsız olan seküler iktidar sınıfları açısından ümit devşirilebilecek kimi ipuçları taşıyor gibi.
Şu aralar hemen bütün tartışmaların dönüp dolaştığı meselelerden biri İsrail’le normalleşme süreciyse diğeri de Rusya’yla münasebetlerin iyileştirilmesi oluyor. Dolayısıyla fatura en kestirmeden ve de hem alaycı hem de azarlayıcı ifadeler eşliğinde iflas eden dış politika maceracılığına kesiliveriyor. Tepeden tırnağa kibirle donanmış ifadeler eşliğinde şu algıyı güçlendirmek için seferber olduklarına şahit olduk: “AK Parti’li Türkiye, Avrupa tarafından iyice dışlandı, Amerika tarafından PKK/PYD’ye bile tercih edilmiyor artık. Suriye yüzünden Rusya ve İran’ın yakıcı tehditlerine kapısını açık tutan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın nefesi tükendi. Davutoğlu’yla neo-Osmanlıcı diplomatik serencamın sonuna geldiler ve çıkış için Yıldırım’la çaresizce yol arıyorlar.”.
Bu türden alay ve intikam hırsıyla harmanlanmış söylemlerin geçerliliğini test etmek üzere şimdi biraz da sahaya bakalım ve düşmanların nasıl azaltılabileceği hususunda akıl yürütmeye çalışalım.
Dost Olmak İsteyen Kim?
Filistin toprakları üzerindeki işgal, tehcir ve ırkçı politikaları dolayısıyla Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkiler AK Parti Hükümeti döneminde gerildi. Gazze’ye yönelik seri katliamlar, ölümcül kuşatma ve ambargoyu takip eden Mavi Marmara saldırısı ipleri hiç olmadığı kadar gerdi. Uzun bir dönem Türkiye’nin geri adım atacağı yönünde beklentiler diri tutuldu. Beklenen olmadı. Askeri işbirliği, ticari ayrıcalıklar, ortak tatbikatlar, stratejik işbirliği, istihbarat paylaşımı dâhil İsrail’e tanınan bütün ayrıcalıklar kısa bir süre içerisinde AK Parti Hükümeti tarafından iptal edildi. Nihayet Amerika ve Avrupa’nın ısrarıyla İsrail ilk defa işlediği cinayetlerden ötürü özür diledi ve tazminat ödemeyi kabul etti. Ancak Gazze’ye yönelik ambargonun kaldırılması konusunda hiçbir somut öneri getirmedi.
Kamuoyuna yansıyan haberlere göre sizce Türkiye mi İsrail’le yakınlaşıp sıcak temaslar kurmak istiyor? Yoksa İsrail ve hamisi Amerika mı Türkiye’yle yakın ilişki ve sıcak temasları tesis etmek üzere canla başla gayret ediyor? Rahatlıkla görülecek manzara şudur: Anlaşma yapıldı yapılıyor, İsrail’le ilişkiler hızla normalleşiyor, şu şartlarda imzalar atılıyor filan gibi haberleri kaynağı nerdeyse istisnasız olmak üzere İsrail bürokrasisi ve medyasıdır. Çünkü bu yakınlaşma ve temasa Türkiye’den çok daha fazlasıyla İsrail’in muhtaç olduğu aşikârdır. Ama buna rağmen ortada sorunlar olduğu muhakkak.
Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun anlaşma yapılma sürecine ilişkin sorulara verdiği cevapta “İsrail’in atacağı adımlar”ın altını çizmesini hiç kimse hafife almasın. Konunun köşe taşlarını şöyle teyit ediyor: “Bizim şartlarımız son derece sarihtir. Bu şartlar yerine getirildiği zaman ilişkileri normalleştiririz, büyükelçilerimizi geri göndeririz ve adımları atarız. Gazze üzerindeki ambargoların kaldırılması gerekiyor.”. Üstelik şu kritik ve kriter niteliğindeki şartın da altını kalınca çizerek: “İsrail ile ilişkilerimizin normalleşmesi için Hamas diye bir şart yoktur, olamaz da.”.
Türkiye, İsrail karşısında zayıf ve muhtaç, emir ve talimat almaya hazır bir ülke olmaktan çıktı. Konjonktürel zorlukları dolayısıyla kimi çelişkileri veya tavizleri olabilir ama bunlar stratejik geri çekilmelere değil olsa olsa taktik hamlelere işaret eder.
Rusya’nın Dayanma ve Dayatma Gücü
Türkiye’nin Rusya’yla olan münasebetlerini krize sokan kırılma noktası Rusya’nın Suriye’deki işgal ve katliamlarına eş zamanlı olarak sınırdaki tacizlerinde ısrarcı olması değil midir? Rusya’nın beklentisi özür, tazminat ve savaş uçağını düşürenlerin yargılanmasına odaklanmış durumda. Söylemlere bakılırsa bu üç şart yerine gelmeden normalleşme mümkün değil. Sınırların savaş uçakları tarafından inatla taciz edilmesi, ısrarla ihlal edilmesi normal kabul edilecekse bu durumda Rusya’nın şartları derhal kabul edilebilir, hiç sorun değil.
Sürekli olarak egemenlik hakkından bahsedip egemenlik hakkını paspas eden Rusya’ya karşı Türkiye’de suçluluk duygusu oluşturmak isteyen hastalıklı bir çevre var. Bir taraftan Suriye halkının üzerine on binlerce ton bombayla ölüm yağdıran diğer taraftan PKK/PYD üzerinden Türkiye’ye karşı açıkça asimetrik bir savaş yürüten Rusya’yla kucaklaşmak için her türlü itiraf, pişmanlık ve müeyyideye rıza gösterilmesini talep eden sefil bir diplomasi anlayışıyla ne elde edilir ve nereye varılır?
Rusya’yla ilişkilerin normalleşmesi mümkün ve gereklidir elbette. Ancak bunun asgari düzeyde şartları yok mudur? Kaldı ki ilişkilerdeki gerilimi bu kadar tırmandıran, devlet kararıyla Türkiye’nin özel ve kamu kurumlarına ambargolar uygulayan Rusya’dır. Emperyal devlet olarak Rusya ambargo uyguluyor ve PKK/PYD üzerinden Türkiye’yi yıpratıyor lakin bu süreçten gördüğü zararın bilançosuna da bir göz atmak lazım. Tabii ki Türkiye’nin bir dayanma gücü var. Peki ya Rusya’nın dayanma ve dayatma gücünün analizi yapılmadan kimi safça kimi kurnazca “bizi döver ha, hemen hizaya geçelim” çağrılarına ne demeli!
Karakterinde işgal, tehcir ve katliam olan İsrail ve Rusya gibi devletlerle normalleşme ilişkilerini tek taraflı hesaplamak, dostluk kurmak için fazlasıyla heveskâr gözükmek kendimizi tuzağa düşürmekten başka bir anlama gelmez. Saçma sapan ve hiçbir ciddi karşılığı olmayan normalleşme çağrıları empati değil güvensizlik ve güçsüzlük algısını perçinler.
Yeni Akit