Ortadoğu’da sınırların değişmesi ve ikinci İsrail söylemi; Gazze ve Lübnan’a saldırısı sonrasında İsrail’in bu genişlemeci ve saldırgan tutumunu Suriye ve İran’a karşı da sürdürerek bölgesel bir savaş sonrasında İran’ın da Irak ve Suriye gibi parçalanması varsayımı üzerinden değerlendirilmektedir. Nitekim, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın, İsrail ile İran arasındaki olası savaşı yüksek bir ihtimal olarak değerlendirmek gerektiğini, ülke ve bölge olarak buna hazır olunması uyarısında bulunması, dikkat çekicidir.
Ortadoğu politikalarını “İsrail’in güvenliği” prizmasından süzdürerek şekillendiren azgın bir güç olarak ABD ve Batı’nın kurulduğu günden itibaren İsrail’e kayıtsız şartsız askerî, malî ve diplomatik desteği esirgemedikleri ortada. Öyle ki, İsrail’i Batı’dan ayrı düşünmek artık mümkün değil. Dolayısıyla İsrail’in İran’a savaş açması demek, Batı’nın İran’a savaş açması anlamına geliyor.
İsrail ile İran arasında gerçekten de bir kara savaşını da içeren kapsamlı savaş olur mu, olsa bile bu İran’ın bölünmesi veya İran’da rejim değişikliğiyle neticelenir mi?
Bu senaryonun gerçekleşmesini ihtimal dâhilinde görmek için kişinin hayal dünyasının biraz geniş olması gerekiyor.
Öncelikle, ABD’de yaklaşan seçim arifesinde mevcut hükümetin giderayak böyle bir maceraya yeltenme ihtimali çok düşük. Seçimlerden sonra iktidara gelecek Cumhuriyetçi veya Demokrat hükümetin de böyle bir riski kolayca göze alabileceğini zannetmiyorum.
Birincisi, ABD’nin Ortadoğu’da hâlihazırdaki pozisyonu, 90’lı yıllarda Saddam karşısındaki güçlü pozisyonundan çok farklıdır. O dönemde Saddam’a karşı Körfez Ülkeleri, Türkiye ve hatta İran’ın da desteğini alan ABD, bölgede oyun kurucu aktör pozisyonundaydı. Ancak, İsrail’in Filistin’e saldırısıyla başlayan ve dalga dalga büyüyen bir savaşta hiçbir bölge ülkesi bu azgın güce bırakın destek vermeyi, aynı karede görünmeye bile cüret edemez. Bölgedeki Sünni halk İran’ın mezhepçi-taifeci siyasetinden rahatsız olsa da, son kertede söz konusu Siyonist azgınlık olunca İran’dan yana tavır alır. Buna İsrail ile birlikte hareket edeceği varsayılan bölgedeki Kürt aktörler de dâhildir.
İkincisi, İran’ın Hazar Denizinden Lübnan’a kadar uzanan geri döndürülmesi neredeyse imkansız hale gelen nüfuz alanı, ilave olarak, İran’ın istediğinde İsrail’i doğrudan vurabilecek bir kapasiteye sahip olduğunun anlaşılması, sözünü ettiğimiz bu şer ittifakını yoğurdu üfleyerek yemeye mecbur bıraktı. İran’la girişilecek kapsamlı bir savaş; İsrail ve Batı’nın tabu haline getirdiği “İsrail halkının güvenliğini” tehlikeye atmak anlamına geliyor. İsrail ve Batı’yı asıl düşündüren budur. İsrail şehirlerine tahrip gücü yüksek birkaç füze düşse, can güvenlikleri garanti edilerek İsrail’de yaşamaya ikna edilen Yahudiler, tatlı canlarını kurtarmak için valizlerini toplayarak çil yavruları gibi Batıya kaçışacak.
Özetle; ABD, 79 devriminden günümüze kadar dillendirdiği İran’da rejim değişikliğini gerçekleştirmek bir yana, İran’ın bölgedeki nüfuzunu dengelemeye dahi muvaffak olamadı.
Kürtlere dair ilgiyi akide şekerini görmüş çocuk edasıyla bize devlet verecekler diye anlayan ve bir seri katil rejimin propagandasına gönüllü yazılan Kürt milliyetçilerine gelince; Yine Mücahit Bilici’nin tespitleriyle devam edecek olursak; “…bugün seni baştan çıkarıp kendi amaçlarında amele olarak kullanmak isteyen seri katil seninle değil senden güçlü olanla anlaşacak. Sen de o hayranlık duyduğun katil kadar akıllı olsan nihai olarak anlaşmak zorunda olduğun muhatabın, birlikte yaşadığın milletler olduğunu, Avrupa’dan gelen işgalciler olmadığını anlarsın. Amerika bugün var, yarın yok. Ve sen onun umurunda bile değilsin. Seri katilin bile cinayet galerisinin genişliğine rağmen kalıcılığı şüpheli. Sen vatansız bir serseri değilsin. Amerika’dan, Avrupa’dan devlet dilenmekle devlet elde edemezsin; en fazla ağlak bir dilenci kalmayı garantilersin. Kürtler yersiz yurtsuz bir millet değil. Otokton ve evsahibi bir millettir… Bakın Kürtlere şeker dağıtan seri katil bile ait olmadığı bir yere bir hayali empoze etmekte ısrar ettiği için bir seri katile dönüştü. Hem katlediyor hem de sürekli bir ağlaklıkla mağdurum diyor. Onunkisi bir başarı değil, insaniyetten bir istifadır. Yerli olmadığı ölçüde kalıcı da olmayacak.”1
Devlet Bahçeli’nin DEM’lilerle tokalaşmasıyla başlayan Kürt sorunu dolayımındaki yeni hareketlenmelere gelince; Türkiye’nin bundan yüz yıl öncesine kadar idari olarak yönettiği Ortadoğu’ya ve bin yıldır beraber yaşayarak kader birliği yaptığı Kürtlere ilişkin siyasetinin “güvenlik” prizmasından süzdürerek şekillendirmesi bölgesel ve tarihi ağırlığıyla uyuşmuyor. Kürtlerle barış ve kardeşlik adımları, ihtiyaç ve konjoktürün ortaya çıkardığı zorunluluktan kaynaklı “dönemsel bir etkinlik” görüntüsünden kurtarılarak “et ve tırnak” retoriğine uygun bir hissiyat ve ruhla sürdürülmesi ve kalıcı hale getirilmesi gerekiyor.
1- Mücahit Bilici / Kürtleri kim kurtaracak / Serbestiyet / 12.20.2024