7 Ekim sonrası İsrail’in Gazze’de yaptığı vahşet ve katliamları adım adım genişleterek bölgesel bir savaşa kapı araladığı bu günlerde; Netanyahu’nun oğlunun periyodik aralıklarla sosyal medya hesaplarında paylaştığı Büyük Kürdistan bayrağı, bazı Kürt Yahudilerin “dostluk” temalı paylaşımları ve belki de en önemlisi Kürt ulusalcıların; ‘burası karışacak vaziyet alın’ minvalindeki yaklaşımlarını İsrail vahşetini desteklemeye vardıracak düzeyde bir ilkesizliğe dayanak yapmaları, uzun süredir bir spekülasyon ve komplo teorisi konusu olarak işlenen Kürt-İsrail ilişkilerini yeniden gündeme getirdi.
Ortadoğu’da İran, Irak, Türkiye ve Suriye arasında bölünmüş olan Kürtlerin her bir parçada siyasal statüleriyle ilgili bir değişim ihtimali belirdiğinde kışkırtıcı bir söylem olarak “İkinci İsrail” ithamı yapılır. Esasında, İsrail ve Kürtler şeklinde kurulan bir denklemin kendisi bizatihi hem kışkırtıcı hem de hatalıdır. Böyle bir ilişkiden söz edilecekse Kürt-İsrail ilişkileri şeklinde genel bir değerlendirmeden ziyade somut bulgulara dayalı olarak Irak Kürtleriyle İsrail ilişkilerinden söz edilebilir.
Bu ilişkinin perde gerisi kurcalandığında; 1961-1970 ve 1974-1975 yılları arasında Irak’ta meydana gelen Kürt ayaklanmaları sırasında İsrail’in, Kürtlere yaptığı yardımlar, Molla Mustafa Barzani’nin 1967 ve 1973 yıllarında İsrail’e gerçekleştirdiği ziyaretler vs. söz konusu edilir. İlişkinin söz konusu edildiği tarihlere dikkatle bakılırsa Irak’taki Kürt ayaklanmasını fırsat bilen İsrail’in özellikle 1967 yılındaki 6 gün savaşlarında Arap hasımlarından biri olarak Irak’ı Kürtlerle meşgul etme isteği dikkat çekmektedir. Dahası, bu yardımları dönemin İran rejimi üzerinden yaptığı da bilinen bir husustur. Ne ki İran, İsrail’le benzer bir gerekçeyle Şat-ül Arap konusunda ihtilaf yaşadığı Irak’ı Kürtler üzerinden zayıflatmak istiyordu.
Bölge ülkelerinin kendi aralarında yaşadıkları ihtilaf veya çıkar çatışmaları sebebiyle yekdiğerinin Kürdünü birbirlerine karşı kullandıkları bir vasatta genişlemeci hedefleri olan İsrail’in de çıkarları icabı Kürtlerle stratejik ilişkiler kurmak isteyeceği açıktır. Esasında, İsrail devleti kurulduktan sonra bölgeye yönelik stratejilerinde yayılmacı emellerinin bir gereği olarak Arap olmayan etnik unsurlara ve seküler oluşumlara yönelik ilgisini hep canlı tutmuştur.
İlave olarak, Bahçeli’nin DEM’lilerin elini sıkmasıyla özellikle siyaset çevrelerinde başlayan hareketlenme ‘vaziyet karışık, safları sıklaştıralım’ şeklinde yorumlandı.
Arap İntifadaları ve ardından IŞİD’in sahneye çıkışı Ortadoğu’da geleneksel dengeleri altüst etmişti. İsrail’in Gazze ve Lübnan’a saldırısı bu süreci daha farklı bir noktaya taşıdı. Özellikle İran’ın da denkleme dâhil olmasıyla gelişmelerin seyrini ve neticelerini öngörmek gittikçe daha çok zorlaşıyor.
Gerçekten de iddia edildiği gibi bu süreç Ortadoğu’da sınırların değişimiyle neticelense bile denklemi, İsrail ve Kürtler şeklinde kışkırtıcı bir söylem üzerinden kurmak yanıltıcıdır. Bir denklem kurulacaksa eğer denklemi, 1991 yılındaki Körfez Savaşı neticesinde başlayan ve halihazırda devam eden ABD ve Batı ile geliştirdikleri stratejik işbirliği üzerinden kurmak daha sahicidir. Kürtler derken; seküler, ulus devlet inşası çabasında olan, kültürel ve siyasal haklar ve özgürlük talepleri temelinde toplumsallaşan ve bu çerçevede siyasal yapılarını inşa eden politik gruplardan bahsettiğimi özellikle belirtmek istiyorum.
Kürtlere dair ilgiyi akide şekerini görmüş çocuk edasıyla “bize devlet verecekler” diye anlayan ve bir seri katil rejimin propagandasına gönüllü yazılan Kürt milliyetçilerinin[1] takip ettikleri bu siyasetin bir karşılığı olmadığı gibi; ortalık karışmış safları sıklaştıralım, sadedinde Devlet Bahçeli’nin HDP Milletvekilleriyle tokalaşması ve şirinlik gösterilerinin de sembolik olmaktan öte bir karşılığı ve anlamı yok.
Nitekim, tokalaşma sonrası partisinin grup toplantısında Bahçeli “Türkiye’ye getirilirken ‘her türlü hizmete hazırım’ diyen terörist başı buyursun terörün bittiğini, örgütünün tasfiye edileceğini tek taraflı ilan etsin” açıklamasını yaptı.
Aklı başında herkes Kürt sorunu anlamında bazı adımların atılması için öncelikle silahların bırakılması gerektiğini söyler. Teorik çerçevesi itibariyle rasyonel gibi gözüken bu yaklaşım biçimi, Türkiye’nin Kürtlerle ilişkilerindeki derinlik ve muhtevayı ıskalayan bir yaklaşımdır. Çatışma çözümüne indirgenen politik tutum ve yaklaşımlar, çift taraflı olarak korku ve güvensizliği pekiştiren, kardeşlik söylemlerini berhava ederek anlamsızlaştıran ve ötekilik algısını daha da derinleştiren fasid bir yaklaşımdır.
İmparatorluk bakiyesi bir ülke olarak Türkiye’nin bundan yüz yıl öncesine kadar idari olarak yönettiği Ortadoğu’ya ve bin yıldır beraber yaşayarak kader birliği yaptığı Kürtlere ilişkin siyasetinin “güvenlik” bariyerine takılması Türkiye’nin bölgesel ve tarihi ağırlığı ile uyuşmuyor. Kendisine ve coğrafyasına yabancılaşmış, zihin kodları dumura uğramış, dış siyasette Batı’nın ileri karakolu olmak dışında bütün üretkenliğini ve hayati melekelerini yitirmiş bir bakiyenin varisleri olarak bu sığlıktan bir an önce kurtulmak gerekiyor.
[1] Mücahit Bilici / Kürtleri kim kurtaracak / Serbestiyet / 12.20.2024