İsraf ile bereket bir arada bulunmaz...

Fatma Barbarosoğlu, sosyal mecralarda daha fazla görünme pahasına yapılan şaklabanlıkları inceliyor.

Fatma Barbarosoğlu / Yeni Şafak

“Ne bet kaldı ne bereket...”

I-

Yıl 2018. Mevsim yaz. Günlerden pazar. Küçükyalı’da bir alışveriş merkezinde bizim genellikle dondurma yemek için tercih ettiğimiz bir mekândayız. Herkes kahvaltı ediyor. Saat 11.00. Biz kahvaltımızı hafta için hangi saatte yapıyorsak hafta sonları da o saatte yapmaya devam ederiz. Rutinimize riayet bahsini hafta sonu da aksatmamaya dikkat ederiz. Gün ışığı hürmet bekler.

Birazdan Çanakkale’den başlayarak nereye gideceklerine o sabah karar vere vere yaz tatili yapan iki çocuklu bir aile ile buluşacağız. Bir arkadaşları vasıtasıyla görüşmek istediklerini ilettiler. Benim de o sıra imalat hatasından dolayı iade edip yenisi ile değiştirmem gereken ayakkabı için AVM’ye gitmem gerekiyor. Ertelemelerden erteleme beğeniyorum. Seyyah ailenin teklifi ilaç gibi geldi. Tamam dedim.

Yolcunun hâli malum. Kararlaştırılan saatte gelmelerini beklemiyorum zaten. Beklemenin birinci şartı beklemiyor gibi beklemektir. Sanki biraz sonra burada hayatın anlamı elinize bir paket olarak sunulacak fakat o paketi ne kadar geç açarsanız beklemenin mutluluğuna gark olacakmışçasına, öylece durmak.

Mekân o kadar kalabalık ki garsonlardan biri bile bize ne istediğimizi sormuyor. Canımıza minnet. Verdikleri sipariş geciktiği için çileden çıkmış aile babaları birazdan ortamı terörize etmeye hazır bir vaziyette dişleri sıkılı bekliyor.

Dron ile çekilecek bir görüntüyü hayal ediyorum. Hayal ettiğim görüntüye bir isim koyuyorum: Son kahvaltı.

Yüzler gergin. Nimete gark olmanın şükrü ile değil de ne var ki burada, keşke başka bir yere gitseydim şikâyeti ile turşulaşmış yüzler, cep telefonunun ekranında kilitli kalmış.

“Ay” diyor yan masadaki genç kadın “Seldalar Sarıyer’e gitmiş. Ortamları ne kadar güzel. Bak.”

Genç adam sahandaki yumurtayı beceriksizce 3-4 yaşlarındaki oğlunun ağzına taşımaya çalışırken karısının “Selda’ların güzel ortamı”na iç geçirmesine öfkelenip;  

“Biraz da sen yedirsen” diyor çocuğun yanağına neredeyse çatalı batırırcasına.

Kadın hiç umursamadan “bırak yemezse yemesin” diyor.

Adamın öfke frekansı birkaç derece birden yükseliyor: “Sen de bir şey yemedin ZATEN!”

“Ben diyetteyim...”

“O zaman biz niye geldik buraya!”

“Ortam için... Alt tarafı bir ortam ikram edeceksin onu da ...”

Birazdan gümleyecek olan yan masayı bırakıp kalabalık ailelerin olduğu masalarda geziniyorum. Her biri birbirinden tombalak iki oğul bir kızdan oluşan beş kişilik aile aşk ile şevk ile yapıyor kahvaltısını. Onu da istiyorlar bunu da. Espri olsun diye “Birazdan bu aile ağlayacak” diyorum kızıma. “Senin kulakların mı tıkandı?” diyor. Bu anne çok yüksek sesle konuşuyorsun demek. Hiç sesimi çıkarmıyorum. Aradan birkaç saniye geçtikten sonra “Niye ağlayacaklar?” diye soruyor. “Mutluluktan” diyorum. “Allah’ım ne çok yiyebildik diye şükür gözyaşı akıtacaklar.” Gülüyoruz.

Saat 11.30 oldu. Yolcularımız henüz vasıl olmadı.

Pijama niyetine giyilmiş miki fareli eşofmanları ile dört kişilik aile geliyor. Kadın saçlarında bir fırça dolaştırmayı saçların hürriyetine aykırı bir durum olarak görüyor olmalı ki her bir saç teli kendi özerk alanını ilan etmiş. Kıvırcık saçlı dört yaşındaki çocuk hâlâ uyuyor. Ayakta uyumanın on ideal duruşu adlı bir dersi ilerleyen yaşlarda seminer olarak verebilir. Bunlar da yolcu herhalde diye düşünüyorum.

“Daha önce kalkmalıydık/hayır evde kahvaltı yapmalıydık” tartışmasını duyunca anlıyorum bunlar İstanbul’da mukim… Sıcak yataklarını “kahvaltı tatbikatı var” anonsu ile terk etmiş haldeler adeta.

Sakin arkadaşlar. Tatbikat yok. Çıkarın dolaptakileri. Demleyin çayınızı. Rahvan rahvan. Günün ilerleyen saatlerinde çıkarsınız dışarıya. Hele bir kendinize gelin.

II-

İnsanlar dışarda yemek yer, yemez kendi tercihleri. Ama her birimiz israf etmemekten sorumluyuz.

Maksadımız “yemek için yemek”, “ortamda bir selfi için yemek” olursa israf kaçınılmaz.

İsraf ile bereket bir arada bulunmaz.

Dışarı kahvaltı etmek için çıkmayın. Arkadaşlarınızla buluşmak, kendinize rastlamak için çıkın. Yolcusunuzdur ya da. Hoş bir mekân bulursunuz bir simit bir çay biraz zeytin biraz peynir. Bir kırıntıyı bile masada bırakmayacak kadar az, öz, lezzetli.

Ya da ailecek mevsimi idrak etmek üzere çıkarsınız evden. Uzun uzun yürümek için. Belki ailecek bisiklete binersiniz. Bir park bulup banka oturursunuz. Yanınızda evde hazırladığınız ekmek arası peynir vardır. Oturur yersiniz. Yavaş yavaş. Her lokmayı damağınızda tuta tuta, tadını ala ala.

Ama evden çıkıp, kişi başı bilmem şu kadar diye serpme kahvaltı mekânlarına gitmeyin. Sanki gittim diye niyet edip serpme kahvaltıya vereceğiniz para ile bir haftalık kahvaltı malzemesi alırsınız.

Çocuklarımızın karnını doyurmak kadar ruhunu da doyurmaktan mesul olduğumuzu unutmayalım. Vaktimizi iyi idrak etmekten sorumluyuz. Çocuklarımıza zamanı bir hoşluk olarak idrak etmeyi temrin ettirmememiz gerekiyor.

Kızım ilkokula giderken “Gel seninle her hafta sonu  semtimizde yolculuğa çıkalım” derdim. Oldukça erken bir saatte evimizden çıkar yürüye yürüye sokak aralarında dolanırdık. Tenha sokaklarda biraz sonra gelecek müşterilerine hizmet etmek için son hazırlıklarını yapan börekçilerin, pastanelerin, fırınların her birinden semaya karışan kokular eşliğinde bazen rüzgâra şükrederdik bazen masmavi gökyüzüne.

“Allah’ım gönlü daralan nice kulun var, şu göklerin sonsuz maviliği gibi içlerini şenlendir” diye dua ederdik.

Evden dershaneye 12 dakika süren mesafeyi yolculuğa dönüştürürdük. Semtimizin mimozalarını, akasyalarını, ıhlamur ağaçlarını, yıkılan duvarlarını, kedilerini, köpeklerini, martılarını, kargalarını görmeyi böyle öğrendi kızım. Bazen bir görüntüyü bir şarkının/türkünün sesleri ile eşleştirdik bazen bir şiirin mısraı ile.

Adnan Kahveci Bulvarı’na Behçat Necatigil’in “Barbaros Meydanı” şiiri ne çok yakışıyordu.

Lafı şuraya getireceğim insanlar birbirine zaman ikram etmeli, birlikte zamanı idrak etmeli. Zamanı, anın içinde genişletmeyi birlikte temrin etmek, tecrübe etmek... Huzur ve  gönül enginliği  dediğimiz tam da bu değil mi?

 Meraklısı için notlar:

Yazının sonuna gelince Sivas yöresine ait olan “Engin ol gönül engin ol” türküsünü dinleyip akan zamanın içinde bir ada oluşturabilirsiniz.

Türkü, benim kulağımda Ali Ekber Çiçek’in ve Ahmet Sezgin’in sesinden kaydını tutmuş.

Ses ve koku ile zamanda yolculuk yapmanın mümkün olduğunu türküyü tekrar tekrar dinlerken bir defa daha idrak ettim: “Dünya malına güvenme engin ol gönül engin ol.”

Dünya malına güvenenler yüzünden her birimizin hayatı ne çok yara aldı.

Başlığa gelince bir vesile ile hastane koridorlarına yolunuz düşerse en çok iki cümle kulağınıza çalacaktır: “Ne bet kaldı ne bereket. Ne ağzımızın tadı kaldı ne gönlümüzün şenliği.”

Yorum Analiz Haberleri

Ekran karşısında beyni çürüyen bir nesil...
Mimaride insani saiklerin yerini; kârlılık ve verimlilik aldı...
Siyonist çeteye karşı direnişle geçen bir yıl...
“Devrimci zihniyet ahlâkını kaybederse her şeyini kaybeder”
Esed sonrası Suriye: Katar-Türkiye Doğal Gaz Hattı artık hayal değil