Ahmet ARSLAN / DÜNYABİZİM
Selahaddin Eş Çakırgil ile ilk karşılaşmam
Selahaddin Eş Çakırgil’in yazılarını ilk kez doksanların sonlarında haftalık çıkan Selam Gazetesi’nde okudum. Köşe yazılarında fotoğraf kullanma geleneği yerleşmiş olmasına rağmen onun fotoğrafı yazılarında yer almıyordu. Duru, net üslubu, tavizsiz yaklaşımları yanında kendine has imlâ anlayışı dikkat çekiciydi.
İki binlerin başında hasbelkader Almanya’ya yerleşince orada, Selahaddin M…li müstear ismiyle Milli Gazete’nin Avrupa baskısının ikinci sayfasında neredeyse tüm sayfayı kaplayan yazılarıyla karşılaştım. Uzun yaz günlerinin ikindi sonraları onun yazıları benim için gurbette, gurbet kavramını da sorgulatacak tarzda yakın tarihe, İslam beldelerine, dünya gündemine, Türkiye Müslümanlarının hallerine uzun yolculuklar gibiydi. Çok geçmeden yakınlarımızda ikamet eden, herkesin “abi” diye hitap ettiği, giyinişiyle, tavrıyla insanlarla arasına asla mesafe koymayan Selahattin Ağabeyi gündemle ilgili konularda dinlemek üzere beldemizin cami derneğinde ağırladık. Daha sonra onlarcasına şahit olacağım konferans, söyleşi daha doğrusu hasbi sohbetlerinin benim için ilki olan bu buluşmada yakınlığını hissettiğim bu zatın, aslında ‘80 öncesi Türkiyeli İslamcı gençler üzerinde ne denli etkili olmuş olduğunu sonradan öğrenecektim.
Bedel ödemek zamanı
Karadenizin, aslında mahrumiyetler açısından ülkenin doğusundan pek de farklı olmayan bir köyünde dünyaya gelen Eş, ellili yılların ortalarında kazandığı sınavla köyünden Ankara’da sağlık kolejinde yatılı okumak üzere ayrılır. O tarihlerde ülke tek parti iktidarından sonra yeni bir döneme geçmiş, toplum kısmî özgürlüklerle yavaş yavaş kıpırdanmaya başlamıştır. Ülkenin genel eğitim ve alt yapı imkânlarına nazaran Ankara’da okuma fırsatı onun için büyük bir nimettir. Ancak bugünle karşılaştırılınca düşünce hayatı, hele de Müslümanca düşünme açısından fikir işçiliği, el yordamıyla ilerlemek durumundadır.
Selahaddin Eş, çeşitli yayın organlarının açmış olduğu kitap tenkidi, deneme vb. yarışmalara, özenle devam ettirdiği okuma ve yazma çalışmalarına destek olacak tarzda, katılır ve bu yarışmalardan ödüller kazanır. Sağlık koleji mezunları için okul sonrası iş hazır gibidir: Sağlık memurluğu. Bir taraftan İstanbul Hukuk Fakültesi’nde yüksek tahsile devam ederken diğer taraftan memuriyetle maişetini kazanmaktadır. Hiç ara vermediği okuma- yazma faaliyetlerine ülke çapında yayın yapan gazetelerde yazılar yayımlamakla devam eder. Dönemin Sabah gazetesinde, Milli Gazete’de düzenli olarak yazıları yayımlanır. Yetmişlerin ortalarına gelindiğinde artık yazdıklarından dolayı bedel ödemek zamanı gelmiştir ki, hayatı boyu Hakk uğruna gözünü budaktan sakınmayan, doğruyu söyleme konusunda hasbilikten sapmayan bir çizgiye sahip olan Eş, yazdıklarından dolayı Paşakapı Cezaevi’nde dokuz ay hapis yatar.
Şura, Tevhid ve Hicret dergilerinin çıkmasına öncülük etmişti
“Selahaddin Eş” denilince seksen öncesi İslamcı gençliğinin aklına, onun öncülük ettiği, Müslümanca duruş ve söylemin özgün yayınlarından, sırasıyla haftalık Şura, Tevhid ve Hicret dergileri gelmektedir. Selahaddin Eş’in dışında Yılmaz Yalçıner, Hüsnü Aktaş ve Ali Bulaç’ın da için de yer aldığı yayın kadroları, yetmiş sekizden darbeye kadarki dönemde İslamî bir duyarlılıkla başta komşu ülkelerimiz olmak üzere tüm ümmetin meselelerine yaklaşımlarıyla gündemi belirlemiş, Müslümanca yaşama şuurunu canlı tutmuşlardır. Bu üç dergiyle ilgili usta kalem, hikâyeci-yazar Kâmil Yeşil’in “Şura- Tevhid-Hicret Dergileri ve İslami Düşüncede Radikal Tavır” adlı değerlendirmesine başvurulabilir.
Neden bu dergiler bir yılı bile dolduramadan ad değiştirmiştir, kimler bu dergilerden siyasi çıkar elde edemeyince desteklerini çekmişlerdir, yayın kadroları arasında ne tür farklı yaklaşımlar ortaya çıkmıştır, bu yayın kadroları daha sonraki fikir ve mücadele çizgilerinde ne tür değişimler yaşamışlardır ve dönemin iktidarları bu yayınlara ne tür zorluklar çıkarmışlardır, gibi sorular bu yazının konusu değildir. Yalnız Selahattin Eş, bilenler bilir ki, kendi fikrî tekâmülü içerisinde yaşadığı değişimlerle tutarlı çizgisinden sapmamış, tek başına kalmayı göze almış, kimsenin adamı olmamıştır.
12 Eylül ihtilalinden sonra İran’da yaşamaya başladı
12 Eylül 1980 ihtilaliyle yurtdışında yaşamak zorunda bırakılan on binlerce Türkiyeliden biridir Selahaddin Eş. Arkadaşlarıyla çıkardıkları Hicret dergisi için, Afgan-Rus Savaşı günlerinde, kaynağından haberler almak üzere çıktığı Afganistan-Pakistan gezisi esnasında Türkiye’de asker yönetime el koymuştur. Darbeden beş altı yıl öncesinde düşüncelerinden, yazdıklarından dolayı yargılanıp hapis yatan Eş, zaten aralıksız süren polis takiplerinin ihtilal sonrası askerler tarafından daha da sıkıntılı hale getirileceğini düşünerek ülkede yaşamanın zorun da ötesinde olacağı kanaatine varır. Seyahatinin ardından ülkeye giriş yaptıktan sonra gerekli hazırlıklarını yapar ve ne zaman son bulacağı bilinmez bir yolculuğa çıkar.
1979’da yaptığı inkılâbıyla tüm Müslümanlarda heyecan ve umut oluşturmuş olan İran, tercih edilen ülke olur. Aslında tercih doğru görünmektedir. Selahaddin Eş, artık fikirlerinden dolayı takipte değildir. İran devleti kendi anlayışını dayatmamaktadır. Görece özgür olunan bu ortamda Eş, okuma, yazma, Müslümanların meselelerinde yoğunlaşma imkânı bulmaktadır. Maişetini de gazetecilikten kazanmaktadır.
Müslümanlar için tüm yeryüzü vatandır
Vatanından ayrı bu muhacir için İran, bir taraftan inkılab sonrası kurumlarını oluştururken, diğer taraftan yıllarca süren Irak ile savaşında muzaffer olmaya çalışmaktadır. “Vatanı” dedim; o, bu satırları okusa, derhal itiraz eder, birçok Müslümanın kafasındaki vatan kavramının ne kadar da problemli bir kavram olduğunu, gerçek vatanın insanın inançlarıyla özgürce yaşayabildiği topraklar olabileceğini, Müslümanlar için tüm yeryüzünün vatan olmaya namzet olduğunu, bizim değerler sistemimizde ırka ve dile dayalı vatan anlayışının olamayacağını vurgulardı. Yeri gelmişken, aslında halen hayatta olan, fikirleri ve duruşuyla öncü olmuş ve yazmaya devam eden bir kalem erbabının fikirlerini en iyi ifade edecek olanın yine kendi yazdıkları olduğunu belirtmeliyiz.
Ne zaman ülkesine dönmeye çalışsa hakkında yazılan düzmece iddianamelerle, basında çıkarılan asparagas haberlerle buna engel olunmaya çalışılmış olan Eş, İran’da bulunduğu yıllarda adeta gönüllü elçilik vazifesinde bulunmuş, Türkiye’den gelen resmi, sivil misafirlere mihmandarlık yapmaktan zevk duymuş, müminin mümine duyduğu güven çerçevesinde insanlarla hep açık diyalogdan yana olmuştur.
O, inandıklarını, yaklaşımını kimseye minnet etmeden ortaya koymuş, bu tavrına karşı gösterilen istiskali sineye çekmemiş, kaleminin onurunu korumaya çalışmıştır
İran, bugün çok daha aşikâr olduğu gibi, sosyal ve siyasi açıdan birçok çelişkilere sahip bir ülke. Selahaddin Eş, belki bu çelişkilerden uzaklaşmak, belki kendisini daha az yabancı hissedeceği bir ortam bulabilmek, belki de çok başka sebeplerden 1998’de İran’dan ayrılarak Almanya’ya hicret eder. Hiçbir delile dayanmayan iddianameler onu, bitmek bilmez seyahatinde Batı Avrupa’ya kadar getirmiştir. Burada Türkiyeli Müslümanların yoğun olduğu şehirlerde ikamet imkânı bulan Eş, kendisine düşünen, okuyan, yazan özellikle gençlerden oluşan bir çevre oluşturmuştur. Devam ettiği yazma faaliyetini önce Milli Gazete’nin Avrupa baskısında, daha sonra da Vakit gazetesinde sürdürmüştür. Bu son gazeteden ayrılış sebebi ve şekli de, Selahaddin Eş’in şahsiyetini, olaylar karşısında duruşunu bir kez daha açığa çıkarır tarzdadır. Kısaca o; inandıklarını, yaklaşımını kimseye minnet etmeden ortaya koymuş, bu tavrına karşı gösterilen istiskali sineye çekmemiş, kaleminin onurunu korumaya çalışmıştır.
Bugün, kendi ifadesiyle “kalemi paslanmasın” diye, haftada ortalama iki üç yazısını internette, Haksöz Haber sitesinde yayımlayan Selahaddin Eş, ülkemizin, dünya Müslümanlarının, Avrupa’nın meselelerine dair, çoğu zaman kuvvetli bir hafıza gerektiren tarihî perspektifi de işin içine katarak sosyal, siyasi değerlendirmeler yapmaktadır. Yukarıda da geçtiği gibi o, fikirleriyle ve duruşuyla halen aramızdadır. Ve inşallah kitap haline gelmiş ve gelecek çalışmalarıyla da gelecek kuşaklar için de faydalı olacaktır.
İran’ın yaşadığı tecrübe konusunda Türkiye’deki en yetkin kimselerden biri
Selahaddin Eş, otuz iki yıllık hicretine rağmen hiç karamsar olmamış, etrafına karamsarlık yaymamıştır. En sıkıntılı zamanlarında bile hayata olumlu bakmayı başarabilmiş, çevresine hüzünlü, asık bir çehre göstermemiştir. Bu demek değildir ki o, hayal âleminde yaşar gibi kendilerini realiteden kopuk ideallerle avutanlardandır. Evet, idealler mutlaka canlı tutulmalıdır, ancak Peygamber (a.s)’ın, onun raşid halifelerinin dönemlerinden sonra Müslümanlar için bütünüyle özlem duyulacak bir devir de yaşanmamıştır. Güncel meseleler analitik, dengeli bir yaklaşımla uzun tarihî süreç içerisinde değerlendirildiğinde, gerçeğe biraz daha yaklaşılıyor gibidir. O, Türkiyeli Müslümanların elli yıllık inançları doğrultusunda “bir dünya kurma” çabalarının içinden ve İran’ın yaşadığı tecrübe konusunda Türkiye’deki en yetkin kimselerden biri olarak yazılarında bizlere geniş bakış açısı sunmaktadır.
Sohbetleri, edep dairesinde her konunun gündemleştirilebildiği, kimileri için düzen bozucu sohbetlerdir
Teşkilatlanan insanların zaaflarının da ister istemez teşkilatlandığı gerçeği Selahaddin Eş’i bütün organize yapılardan uzak kılmıştır. Ona göre genelde piramit şeklinde oluşturulan bu örgütlerde hep birilerinin omuzlarına basarak yükselmek söz konusudur. Yerleşik hayatın ihtiyaçlarını karşılamak için olmazsa olmaz görünen bu oluşumlar, yolunu yalnız belirlemek durumunda olan böyle bir kimse için hiçbir zaman sığınak ol(a)mamıştır. Böylelikle o, kimsenin adamı olmamayı, tek başına kalmayı göze alabilmeyi başarabilmiş, kimseden dünyayla ilgili bir beklentisi olmadığını, bırakabileceği tek mirasının kitapları ve yazdıkları olduğunu gösterebilmiştir. Buna rağmen çevresinde ve ziyaret ettiği birçok beldedeki duyarlı Müslümanlarla kurduğu nitelikli ilişkiler sayesinde, kimi zaman büyümeyle hantallaşan cemaat, teşkilat gibi yapılara nazaran belli sorunlarda aranan, Müslümanların arasındaki irtibatı kuvvetlendiren bir özelliğe sahip olabilmiştir.
Onun ikamet ettiği evler, eğer o başka bir sohbet, toplantı ortamında değilse, özellikle hafta sonlarında, bayramlarda çevresindeki dostlarının, gençlerin buluşma, kaynaşma, dertleşme ve Müslümanların meseleleri tartışma mekânı olagelmiştir. Uzaktan, yakından misafirleri bu ortamlarda sohbeti buldukları gibi ikramsız, çaysız kalmazlar. Bu sohbetlerin başlangıçları yavaş ilerler. Konular tartılır, konuşacaklar ortama ve konuya ısınırlar, herkesin bir şeyler söylemesi temin edilmeye çalışılır. Hiçbir bakış açısı yabana atılmaz. En hararetli anlarda bile nezaketten, letafetten ödün verilemez. Beklenen sadece ileri sürülen fikrin delillendirilmeye çalışılmasıdır. Edep dairesinde her konunun gündemleştirilebildiği bu sohbetler, kimileri için düzen bozucudur. Çünkü bu ortamlarda hakkın hatırı her türlü faydadan önde gelmektedir. Selahaddin Eş, Müslümanların cemaat, teşkilat liderlerinin yapıp ettiklerini konuşmayı gıybet olarak değerlendirmez. Onlar öncüdürler, yanlışları tespit edilmeli ve uygun ortam ve zamanlarda kendilerine, yakınlarına bildirilmelidir.
Bazen bir günde abartısız elli altmış kilometre bisiklet sürdüğü vakidir
Dostlarıyla geçirdiği zamanı kazanılmış vakitler olarak değerlendiren Selahaddin Eş, ya onlarla bir dernekte, bir lokalde buluşmuştur, ya onları evlerinde ziyaret etmiştir, ya da kendisi onları ağırlamaktadır. Tabii eğer, o çok sevdiği ve her fırsatta değerlendirmeye çalıştığı seyahatlerinden birinde değilse. Bu seyahatler onun için büyük coşkuyla gerçekleşen yenilenme imkânlarıdır. Onunla yolculuk yapanlar onun gezilen yerlerle ilgili bu kadar bilgiyi, ayrıntıyı hangi aralık, nereden toparladığını merak ederler. Oturma odasının duvarındaki dev dünya haritası belki halen dönemediği kendi ülkesini de göstermektedir ama daha çok onun ufkunun ve yüreğinin genişliğinin işaretidir.
Günlük ulaşım ihtiyacının tamamını bisikletiyle sağlayan Selahaddin Eş, nüfus kâğıdına göre genç sayılmayan yaşına nazaran her gün onlarca kilometre bisiklet sürmektedir. Bazen bir günde abartısız elli altmış kilometre bisiklet sürdüğü vakidir. Belki biraz mecburiyetten ama asla yüksünmeden yaz kış her türlü mevsim şartlarında bu kadar hareketli olması onu dinç kılmaktadır. Böylelikle o, nüfus cüzdanlarına göre genç olan nicelerini yarı yolda bırakabilmektedir. Günde beş saatten fazla uyu(ya)mayan, az çeşit yiyeceklerden az miktarla beslenmeyi prensip edinen bir kimsenin bu denli hareketli olması ona sağlık kazandırmaktadır. Doktor, hastane, ilaç, yatarak istirahat gerektiren hastalıklar neredeyse ona yabancı kavramlardır. Belki almış olduğu sağlık eğitimi de bunda etkilidir, diyebiliriz.
Onun hemen her tonuyla putçuluğa, milliyetçiliğe tahammülü yoktur
Onu, nasıl günlük ulaşımında bisikletsiz düşünemezsek, bol yağış alan bir coğrafyanın gereği olarak yağmurluğunu saymazsak, aynı şekilde bir poşetin içinde muhafaza edilen kitapları beraberinde olmadan da düşünemeyiz. Bu kitaplar ya yeni satın alınmıştır, ya okunmak üzere ele alınmıştır ya da o akşamın sohbet konusu olacak pasajları içermektedir. Ama kitaplar illa ki çok yönlüdür. Bir gün Hind kutsal metinlerinden, başka gün Eski Ahid’ten, kimi zaman siyasi aktüel bir konu, kimi zaman tarihten bir mesele, bazen şiir, bazen nesir…
Velhasıl okumalarında çeşitlik gözlenen Selahaddin Eş, edebiyatın abartısız olanına ilgi duymakta, olanca gerçekçiliğine karşın Ahmet Haşim’in, Yahya Kemal’in şiirinden zevk almaktadır. Ancak Safahat’ı yeri geldiğinde çoşkuyla çevresine hatırlatmaktadır. Yine yeri gelince İkbal’den yapılan alıntıları da unutmamak gerekir. Bahis buraya gelmişken, Selahaddin Eş’in, mücadelelerini takdir etmesine rağmen başta milliyetçilik olmak üzere kimi illetlerinden dolayı altmışların, yetmişlerin bazı üstadlarına mesafeli durduğunu söyleyebiliriz. Böylelikle o, verdiği mücadelenin büyüklüğünün, kişinin çeşitli fikrî hastalıklarını görmezlikten gelmemize yetmeyeceğini hatırlatmış olmaktadır. Onun hemen her tonuyla putçuluğa, milliyetçiliğe tahammülü yoktur.
Hayatımızı okuyarak zenginleştirebiliriz: Bazen bir kitabı, bazen bir insanı…
Hayatımızı okuyarak zenginleştirebiliriz. Bu okuma bazen bir kitaptır, bazen bir insandır, bazen her şeyiyle tabiattır. Okuyan biziz, zenginleşecek olan da biziz. Başka şeyleri okurken, belki de sadece kendimizi okuruz, kendimiz için okuruz. Ancak sınırlı zaman ve mekânı sonsuzlukla taçlandırmak, asla tek başımıza ulaşabileceğimiz bir hedef değildir. O halde başkalarının hayatlarıyla zenginleşmeye çalışmak bencillik değil, bir zorunluluktur.
Yalnız kendilerini düşünenler yoksullaşırlar. Ne kadar zengin görünseler de onların içlerindedir yoksulluk. Onlar, bencilliklerinden dolayı başkalarına yönelemedikleri için kimseyi tanıyamazlar. Başkalarını tanımaya çalışmayanlar kendilerini de tanıyamazlar. Ne empati kurabilirler, ne de özeleştiride bulunabilirler. Velhasıl insanlık dediğimiz şey hepimizin yekûnundan süzülen usaredir.
Gerçek birliktelikler, gönüllerde ve gönüllerle kurulanlardır. Zamanı ve mekânı aşabilen de bunlardır. Vatanları tüm dünyadır, insanın ve insanlığın yaşayabildiği her yer yani…