Klasik ve klişe sağ-muhafazakâr reflekslerle siyasetin kat edebileceği bir mesafe var ama bu mesafe çok yavaş ve sınırlı olduğu gibi geri dönüş riski de çok yüksektir. Despotik karakterini sergilemek üzere devletin ideolojik ve örgütsel açıdan çok güçlü olduğu dönemlerde topluma nefes aldırmak gibi bir işlevi olsa da bu refleks ahlaki, siyasi ve ideolojik açıdan çok ciddi açmazları beraberinde getirmektedir.
‘Andımız’ törenlerine ilişkin yaşadığımız son tartışma, maalesef bu klişe söylem ve duruşun hala çok muteber ve yaygın olduğunu göstermedi mi? Nasıl diye soracak olursanız şu birkaç sorunun cevabını arayarak işe başlayabiliriz. Bürokratik oligarşinin siyasi ve ideolojik temelleri başında Mustafa Kemal’in yer aldığı Tek Parti döneminde atılıp ihtilalci uygulamalarla tahkim edilmedi mi? Toplumun İslami kimliğinden hayat tarzına, kılık kıyafetinden takvimine, alfabesine, eğitim öğretim anlayışına, tarih ve dil geleneğine değin bütün bir varlığını zorbaca uygulamalarla alt üst etmeye girişen Atatürkçülük ve Kemalizm değil miydi? İşte bu bağlamda Andımız söylemi ve pratiğini de bu despotik geleneğin bir parçası olarak değerlendirmekten başkaca seçenek bulunmuyor önümüzde.
Siyasi ve İdeolojik Temelleri Tartışmak
Seksen küsur sene boyunca bütün okullarda eğitim öğretime başlamanın birinci şartı olarak dayatılmış ulusalcı bir and ve töreni yürürlükten kaldırabilmek tartışmasız çok büyük bir siyasi hamledir. Üstelik bu and töreni, kişi ve ulus kültüne yaslanan militarist bir tarzı küçücük çocukların zihinlerine, duygularına ve davranış biçimlerine derin bir biçimde kodlamayı hedefliyorsa kaldırılmasının önem ve değeri bir kat daha artar. Şu hususun altını en baştan çizelim: Ata/Türkçü and metni ve töreni ırkçı ayrımcı bir kimliği çocukların karakteri haline getirmeyi amaçladığı kadar İslam dışı seküler-laik bir hayat algısını da inşa etmeyi de öncelediğini kimse inkâr edemez.
Bürokratik oligarşinin bileşenlerinden biri olarak Danıştay’ın başörtüsü kararından kat sayı kararına değin sicilinin ne kadar kötü ve kabarık olduğu herkesin malumu. Danıştay’ın son olarak verdiği andımız kararı, bu karanlık ve despotik geleneğin açık ve net bir şekilde devamı olarak gözüküyor. Ne var ki başta MHP ve lideri Bahçeli’yi olağan üstü düzeyde heyecana sevk eden, kimi itirazları Ata/Türkçü tehdit ve tahkire tabi tutan saldırgan tutumlar sağlam bir duvara toslamış durumda. Sevinme vesilesi olan gelişmeyse şu: Ata/Türk milliyetçiliğinin bu militarist töreni bütün topuma dayatmak için çok güçlü bir fırsat yakaladığına inandığı anda üzerine yatırım yaptığı pek çok şeyi kaybetmeye ramak kamış durumda.
Danıştay kararıyla Andımız dayatmasının tekrar start alma ihtimaline karşı Eğitim-Bir-Sen ve Özgür-Der ülke sathına yayılan kitlesel protesto eylemleriyle karşılık verdi Fakat diğer taraftan ne akademide ne sivil toplumda ne de medyada Danıştay ve Andımız üzerinde ciddiyetle durulabildi. İlk önce söz söylemesi gereken bu kesimlerde bir donukluk, tutukluk ve ne yapacağını bilemeyecek düzeyde bir şaşkınlık hali çıktı ortaya. En saçma haliyle bu işi yine “Danıştay’daki kripto Fetöcülerin provokasyonu”na bağlayıp yüksek yargı bürokrasisindeki Kemalistleri, Türk ulusalcılarını temize çıkarma girişimleri ne yazık ki utanmazca sahne aldı. “Aman MHP gücenmesin, Bahçeli’yi kızdırmayalım da ittifakı riske atmasın, Kemalist ulusalcıları Fetöcülerin ayartmalarından özenle koruyalım” lobisi yine tam isabetle “büyük resmi gördü”, yine büyük bir maharetle “üst aklın oyunu”nu bozdu, maşallah.
Hem hakkını teslim edelim hem de tebrik edelim ki; Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Şura-yı Devlet'ten Danıştay'a Uluslararası Sempozyumu’nda yaptığı konuşmada hem Andımız metninin içerik ve işlevini hem de Danıştay’ın aldığı kararın siyaseti vesayet altına alma girişimini şiddetli bir eleştiriye tabi tutması taşların belli bir oranda yerine oturmasını sağladı. Kötü olan ve iyice belirginleşen tabloysa şuydu; Cumhurbaşkanı Erdoğan konuşuncaya, tarafını ve duruşunu beyan edinceye kadar ‘en hakiki reisçi’ ve ‘en hızlı dava adamları’ dahi asla ve asla renk vermiyordu. Çünkü ‘en hakiki reisçi’ ya da ‘en hızlı dava adamı’ olarak piyasa yapan zevat, sadece siyasette değil ahlaki ve hukuki meselelerde dahi her zaman ‘uygun adım’ hareket etmek gibi, en küçük bir risk almamak gibi, işaret fişeğini görmeden görüş belirtmemek gibi son kertede garantici aktörler olarak tanınıyor.
Dokunmayalım, Şiddetli Çarpar!
Meselenin idari bir boyutu olduğu muhakkak ancak asıl mecra siyasi ve ideolojik alanda kendini gösteriyor. Andımız metnini yazan ve bakan olduğu dönemde Milli Eğitim müfredatına sokan kişi Dr. Reşit Galip’tir elbette ki. Ancak Ata/Türk milliyetçiği siyasetini Reşit Galib’e yaslayarak tartışmak makul ve sonuç alıcı değil. Reşid Galib’in Türkçe Ezan tartışmalarında da önemli bir misyon üstlendiği aşikar olmakla beraber kararı teklif edip yürürlüğe sokan kişi Tek Adam’dır. Reşit Galib’in kafatası ölçümünde ne kadar heveskâr olduğu ortada olsa da Türklerin kafatası brakisefal mi yoksa dolikosefal mi tartışmalarını bir devlet sorunu haline sokan kişi de yine Atatürk’tür. Manevi kızı Afet (İnan) hanımı Anadolu’nun dört bir tarafında hatta mezarlar kazarak kafatası ölçümü projesinin başına getiren kişi Reşit Galib değil tabii ki Atatürk’tür. Hem devlet arşivleri hem de Afet Hanım’ın, Şevket Aziz Kansu’nun çalışmaları, kafatası ölçümleriyle alakalı olarak Atatürk tarafından devlet imkânlarının nasıl seferber edildiğine ilişkin tüm belgeleri önümüze sermektedir.
“Ata/Türk milliyetçiliği asla ırkçı-kafatasçı değildir” söylemi çirkin bir masaldan, bütün bir toplumu enayi yerine koyan ahlaksız bir kara-propagandadan ibarettir. Türk Tarih Tezi tartışmalarını unutturmaya kalkışmak, tarih ders kitaplarında işlenen ırkçı-ulusalcı tezleri görmediğimizi sanmak beyhudedir. Ezanın Türkçe okutturulması projesi de Reşit Galib’in değil Atatürk’ün emriyle Müslüman topluma çok büyük acılar yaşatılarak hayata geçirilmiştir. Atatürk’ün 1932’de beyan ettiği Türkçe Ezan emri tam 18 yıl boyunca ülkemizdeki bütün minare ve mescidleri zehirlemiştir. Reşid Galip ne kadar önemli olsa da ‘Ata/Türk’e Tapmak’ olarak isimlendirilen bu süreçte benzeri olan diğerleri gibi bir aparattır sadece. Ancak çok tuhaf ve de çok tutarsız olan durum şu ki; Andımız törenleri ve Türkçe Ezan zulmünde Reşit Galib’in günahlarını sıralamaktan her nasılsa Gazi Paşa’ya kimse sıra getiremiyor!
Siyasetiyle, toplumuyla, akademi ve medyasıyla bir bütün olarak Türkiye eğer askeri vesayetle sadece idari olarak hesaplaşarak önünü açabileceğini, geleceğini teminat altına alabileceğini zannediyorsa büyük bir yanılgıya ve tuzağa düşer. Bürokratik oligarşiyle siyasi ve ideolojik olarak hesaplaşılmadan hukuk devleti kurulamaz. Siyasi ve ideolojik tartışmaları CHP’ye dair sığ ve kısır bir kulis tartışmasına dönüştürmek telafisi imkânsız bir kaybı işaretlemektedir. Kılıçdaroğlu’nun gaflarını teşhir edip alay konusu yaparken eleştiriyi İsmet İnönü’yle sınırlamak hem bir fayda getirmez hem de tarihi gerçeklere aykırı hareket etmek olur. “Bulduğumuz her fırsatta (haklı olarak) İsmet’i tokatlayalım, Reşid’i haşlayalım ama Gazi Paşa’yı asla bu sürecin bir parçası kılmayalım” şeklinde özetlenebilecek bir siyaset anlayışı epeyce rahatsız edici bir biçimde göze batıyor.
Gazi Paşa mistisizmi üretmenin, “Gazi Paşa çok iyiydi ama etrafındakiler onu istismar ediyor hep” gibi bir jargonu hâkim kılmanın sadra şifa olacak bir yönü bulunmuyor. Ata/Türk milliyetçiliğinin ideolojik, siyasi ve tarihsel misyonuyla siyasi ve hukuki düzlemde hesaplaşmadan Türkiye’de siyasetin özgürleştirici bir rol oynaması hiç de mümkün değildir. Resmi ideolojinin kültleştirdiği Atatürk’e selam durarak Atatürkçülerle mücadele edilemez. Hele ki son dönemde ulusalcılık/milliyetçilik ideolojisi ve figürlerini yerli ve milli sayarak sahiplenmenin bürokratik oligarşiye hayat vermek anlamına geleceği akıllardan hiç çıkarılmamalı.