Yasin Aktay’ın Yeni Şafak’ta yayımlanan yazısı (9 Haziran 2021) şöyle:
Yurttan ve Cihandan İslamofobia Manzaraları
Kanada’da geçtiğimiz günlerde yaşanan katliamın detayları öğrenildikçe ülkenin nasıl bir İslamofobik çılgınlığın tehdidi altında olduğu da ortaya çıkmış oldu. Gerçekten olayın kurbanı Pakistan kökenli 5 kişilik bir aile ama onlara yönelen bu terörist şiddetin asıl tehdidi bir ülke olarak bir toplum olarak Kanada’nın kendisi. Saldırıyla ilgili ortaya çıkan detaylar gerçekten tüyler ürpertici. Ontario eyaletine bağlı London kentinde, aracını kaldırımdaki yayaların üzerine süren minibüs sürücüsü, biri 15 yaşında kız çocuğu olmak üzere 4 kişinin ölümüne ve 9 yaşındaki bir erkek çocuğunun da ağır yaralanmasına neden oldu.
Kanada Müslümanları Ulusal Konseyi (NCCM) Başkanı Mustaa Farooq, bir adamın arabasına bindikten sonra, yolda yürüyen Müslüman bir aileyi gördüğünü ve onların yaşamayı hak etmediklerine karar verdiğini anlatıyor. Saldırgan aslında kurbanlarını tanımıyordu. Onlarla ilgili zihninde oluşan ilk teşhis sadece onların Müslüman olduklarıydı.
Aslında 2017 yılında da Quebec City’de 6 kişinin öldüğü, 5 kişinin yaralandığı bir cami saldırısı olmuş ve böylece Kanada’daki Müslümanlar İslamofobik şiddete aşina hale gelmişti. Farooq bu tür saldırıların tamamının Kanada toprağına yönelik bir terör saldırısı olduğunu ve bu şekilde ele alınması gerektiğini söylerken aslında biraz da Kanada ülkesinin en hassas olduğu bir toplumsal ilkeye atıfta bulunuyor.
Kanada çokkültürlülük politikalarının dünyanın her tarafından daha ileri bir seviye tutturduğu bir yer olarak bilinir. O kadar ki, farklı etnik ve dinsel grupların taleplerini değerlendirip özgürlük alanlarını genişletme işlerini düzenlemek üzere özel bir çokkültürlülük bakanlığı bile bulunuyor. Nüfusu tamamen dışarıdan gelen göçlere dayalı olduğu için aslında bu Kanada için bile tam bir var oluş ve beka meselesidir.
Kanada’nın çokkültürlülüğü en üst seviyede temsil etmekten başka çaresi yok. Çokkültürlülük dokusunu tehdit edecek her tür etnik veya dinsel nefret ülkenin bütün harcını çözer, yerle bir eder. O yüzden ülkede Sihlerin, Hiduların, Budistlerin, yerli halkların, Yahudi, Hıristiyan veya Müslümanların inançlarını özgür bir şekilde yaşamalarını temin edecek, bu konudaki özgürlüklerine halel getirmeyecek bir özgürlük ortamını temin ederken bunun aynı zamanda toplumsal istikrarı da yok etmeyecek şekilde düzenlenmesini temin edecek alabildiğine kurumsallaşmış bir hassasiyet sözkonusudur.
Çokkültürlülük üzerine bir hayli felsefe ve edebiyata da kaynaklık etmiş olan Kanada modelinin aslında gerçek imtihanı Müslümanlara tahammül konusunda yaşanmıştır. Diğer bütün kesimlere karşı tolerans sınırlarını ve çokkültürlü modelini başarıyla test etmiş olan Kanada’nın Müslümanlar karşısında ciddi bir krize düştüğü görülüyor -artan İslamofobik söylemleri ve eylemleri engelleyemiyor.
Aslında eylemleri engellemenin yolu söylemleri de bir eylem mesabesinde görmekten geçiyor. İsrail’in cani saldırganlıklarını eleştirmenin bile hemen anti-semitizm olarak yaftalanıp mahkûm edildiği bir ortamda Müslümanlar hakkında, İslam hakkında fanatik İslam düşmanlarının her vesileyle yaymakta olduğu nefret söylemleri ifade özgürlüğü kapsamında ele alınarak hiçbir kontrole ve eleştiriye bile tabi tutulmuyor. Bu durumun Müslümanlara yönelik şiddeti ve İslam düşmanlığını körüklediği ölçüde Kanada için, ona yakın iddialara sahip olduğu ölçüde ABD için de ciddi bir beka sorunu oluşturduğu muhakkak.
Gerçi biz Kanada’da veya Müslüman olmayan ülkelerdeki İslamofobiden dert yanarken daha beter bir İslamofobik söylem ve eylemle her zaman burnumuzun dibinde de karşılaşmaya devam ediyoruz.
Nişantaşı’nda bir parkta oturan başörtülü bir akademisyen Neşe Nur Akkaya ve kız arkadaşına “Burada sizin gibileri istemiyoruz. Gidin başka yerlere, Gaziosmanpaşa’ya gidin” diyerek yumruklu saldırıda bulunan Eray Çakın’ın eylemi İslamofobiyi Kanada, ABD veya Avrupa’dan önce kendi ülkemizde aramamız ve halletmemiz gerektiğine dair bir uyarı gibi. Gerçi yıllarca bu ülkede İslam’ın bir şiarı olan başörtüsü yasağının uygulanmış olması da tipik bir İslam nefretinden başka neydi ki? Bu yasak salt bir uygulama olarak kalmadı, ona bir dizi söylem de eşlik etti. O yasağı meşrulaştırmak veya açıklamak için başvurulan söylemlerin hepsi neticede İslam nefretini alttan alta beslemekten başka bir şey yapmadı.
Zihninde muhtemelen Nişantaşı’nı kendinden menkul bir biçimde çağdaş yaşamın merkezi olarak kodlamış olan saldırganın davranışıyla en arkaik magandalığı temsil ettiğinden mi girsek de bu mevzuya, nafile. Türkiye’de kendisine “çağdaş-laik” etiketini bütün parıltısıyla layık gören İslam düşmanlarının en ilkel ve bayağı kişilik özellikleriyle kadına karşı da en kaba en vahşi davranışları bu vesileyle sergilediklerini de hep gördük. Kadına neyi giyip neyi giymemesini dikte edecek hakkı gören ve kadını zorla buna mecbur eden anlayış korkakça bunu bile devletin kuralları kalkanının arkasına saklanarak yaptı yıllarca.
Türkiye’de geride kalmıştır diye şükrettiğimiz bu anlayış zombi gibi fırsatını bulduğunda nüksediyor ve nüksettiğinde bütün kaba, aşağılık, İslam düşmanı çirkin yüzünü tekrar hatırlatıyor.
İslamofobi içinde bir korku unsuru var, maalesef bu onu bazı düzeylerde mazur gösterebilen bir isimlendirme. Oysa burada saldıran kişinin korkmuş gibi bir hali yok. Kabalığıyla, agresifliğiyle, saldırganlığıyla, bilakis korku salan bir kişilik. Allah fırsat vermesin.