İskoçya’nın eski başbakanı ve İskoç Ulusal Partisi’nin lideri Hamza Yusuf, The Guardian’a yazdı. Serbestiyet.com sitesinden Hasan Ayer çevirdi:
İslamofobi artık o kadar yaygın ki Suella Braverman gibi siyasetçiler bunu gizleme zahmetine bile girmiyorlar!
Her ne kadar dünyada pek çok kişi haklı olarak popülizmin yükselişinden yakınsa da çok az kişi Avrupa ve Batı’da popülizme yön veren şeyin Müslümanlara duyulan nefret olduğu gerçeğiyle yüzleşmeye istekli görünüyor.
2024 yılında dünyanın neredeyse yarısı sandık başına gidecek. Pek çok ülke şimdiden sandık başına gitti bile. Özellikle Avrupa’daki birçok ülkede en büyük kazanımları Müslümanları karalayarak geçimini sağlayan siyasi partiler elde etti.
Ben, elbette gururla söylüyorum ki batılı bir Müslümanım. Herhangi bir batı demokrasisinin ilk Müslüman lideri olma onurunu ve ayrıcalığını yaşadım. Lakin Avrupa’nın bizim varlığımızla ilgili bir sorunu olmadığına dair diğer Müslümanları ikna etmek giderek zorlaşıyor.
Birleşik Krallık’ta İşçi Partisi’nin zaferinin büyüklüğü muhtemelen gündemi meşgul edecek. Fakat aynı anda Nigel Farage’ın “Reform UK” partisinin de önemli kazanımlar elde etmesi bekleniyor. Yakın zamanda yapılan bir YouGov anketi Reform UK partisini muhafazakarların bir puan önünde gösterdi.
Seçim kampanyası sırasında Müslümanların Britanya değerlerini paylaşmadığını dile getiren Farage’ın İslamofobik söylemlerle dolu bir siyasi geçmişi var. Farage 2015 yılında insanların Müslümanlardan “beşinci sütun, yani içerideki düşman” olarak korktuklarını belirtmiş; 2013 yılında ise Müslüman göçmenlerin “İngiltere’yi ele geçirmek için geldiklerini” öne sürmüştü. Farage tam yedi kez seçimi kaybetti.
Ancak tüm bunlara rağmen, dini ve ırksal gerilimin alevlerini körüklemesine ve hayatını adeta toplumsal gerilimler yaparak kazanmasına rağmen, İngiliz medyası onu öne çıkarmayı takıntı haline getirmiş görünüyor.
Manş Denizi’nin ötesinde, Avrupa Parlamentosu seçimlerinin sonuçlarını gördük. Birçok ülkede aşırı sağın zafer kazandığını ve kazanımlarını kutladığını şahit olduk.
Fransa’da Marine Le Pen’in Ulusal Ralli’sinin zaferinin büyüklüğü, Cumhurbaşkanı Macron’u erken parlamento seçimi kumarına zorladı.
Belki de önümüzdeki bir ay içinde Fransa’nın bir sonraki başbakanı olabilecek olan 28 yaşındaki TikTok siyasetçisi Jordan Bardella, Müslüman bir belediye başkanını yeniden seçme cüretini gösterdikleri için Paris’in batısındaki Trappes şehrini bir İslam cumhuriyeti olarak tanımlamıştı.
Bütün bir topluluğun şeytanlaştırılmasının nelere yol açabileceğini bilen bir ülke olan Almanya’da aşırı sağcı “Almanya için Alternatif (AfD) Partisi”, AB seçimlerinde 2019 sonuçlarını iyileştirerek ikinci parti oldu. Unutulmamalı ki aynı AfD partisi, 2017 federal seçimleri sırasında parti manifestosunun bir bölümünü, kendi ifadesiyle neden “İslam’ın Almanya’ya ait olmadığını” açıklamaya ayırmıştı.
AB seçimleri devam ederken, tüm bunların gölgesinde Geert Wilders’in Özgürlük Partisi (PVV) koalisyon ortakları ile bakanlar kurulu listesini görüştü. Müzakereler sonucunda Hollanda hükümetinin merkezi ve öncü bir rol oynamasının önünü açılmış oldu. Wilders İslamofobiklerle dolu bir dünyada islamofobinin vücut bulmuş hali gibi: Kavgam’a benzettiği Kuran’ın camilerle birlikte yasaklanması çağrısında bulunan Wilders, İslam’ı Avrupa’da bir Truva atı olarak gördüğünü söylüyor.
Pek çok köşe yazarı ve siyasetçi Farage ve Wilders gibilerini, aile barbeküsünde çok fazla alkol aldıktan sonra ağzından tuhaf sözler kaçıran zararsız, eski kafalı amcalar olarak karikatürize ediyorlardı. Fakat gelin görün ki bu kayıtsızlık, yani Müslüman karşıtı nefreti görmezden gelme ve yok sayma eğilimi, bu nefretin politik söylemimizin sınırlarından ana akımına doğru büyümesine izin vermiş oldu.
Siyasi yelpazenin dört bir yanındaki politikacılar, on yıllar boyunca siyasetimizdeki İslamofobiyi fazlasıyla görmezden geldi. Siyasetçiler, kışkırtıcı islamofobik söylemlere meydan okumak ve bunlarla yüzleşmek yerine, anlaşılmaz bir şekilde bu söylemlerin alevlenmesine göz yumdular. İslamofobi vaizliği yapanların sinsi ideolojilerini yaymalarına ve islamofobinin toplumlarımıza sirayet etmesine izin verdiler.
Bu arada, son yirmi yılda küresel çaptaki finansal çöküş, pandemi, çatışma ve şiddetli iklim olayları gibi önemli küresel zorluklarla karşı karşıya kaldık. Politikacılar kendi başarısızlıkları için suçlayacak başkalarını aradıklarında, Müslümanlar pek çokları için kolay bir açık hedef haline geldi.
Daha öncesinde ana akım politikacıların “İslamofobi ile” temas ettiklerinde, çoğu zaman üstü kapalı bir şekilde “kitlesel göçün” tehlikelerinden bahsederek, bana göre acınası bir şekilde, ince ve nüanslı görünmeye çalıştıklarını hatırlıyorum. Fakat İslamofobi o kadar kabul edilebilir ve olağan hale geldi ki artık bunu gizleme zahmetine bile girmiyorlar. İngiltere’nin eski içişleri bakanı Suella Braverman’ın “İslamcılar, aşırılık yanlıları ve antisemitler artık kontrolü ellerinde tutuyorlar” şeklindeki köşe yazısını ele almamız yeterli.
Aşırı sağın artan popülaritesi ve ana akımlaşmasının bir sonucu olarak, görüştüğüm pek çok Müslüman korku içerisinde. Birçoğu geleceklerinin ne olacağını bilmiyor.
Aşırı sağcılar Müslümanların Avrupa’yı terk etmelerini, kendi deyimleriyle “evlerine dönmelerini” istiyor. Oysa bizim doğduğumuz, yaşadığımız, çocuklarımızı büyüttüğümüz, çalıştığımız, vergilerimizi ödediğimiz ve katkıda bulunduğumuz ülkelerden başka bir evimiz yok. Sonuç ne mi oluyor? Avrupa’da on milyonlarca insan, kendini yerinden yurdundan edilmiş, kendi ülkesine ait değilmiş gibi hissetme riskiyle karşı karşıya.
Bu tür hayal kırıklığı duygularından faydalanmak isteyenler yalnızca aşırı sağcılar değil, aynı zamanda İslam Devleti’nden ilham alan aşırılık yanlısı gruplardır. Savunmasız insanları, kendilerini ülkelerine ait hissetmeyenleri sömürüyorlar. Çarpık propagandaları sahte bir ikilik yaratmaya, dünyayı ikiye bölmeye dayanıyor: Dar al-harb (savaş yurdu) ve dar al-İslam (İslam yurdu) dikotomisindeki gibi. Kendilerini kaybolmuş hissedenlere İslam diyarına ait olduklarını, Batı’nın bir savaş diyarı haline geldiğini; bu savaş diyarını yani Batı denen düşmanı cezalandırmak için her türlü ölümcül taktiğin mübah olduğu söylüyorlar.
Her görüşten siyasetçinin siyasi söylemimizde yaygınlaşan islamofibi ve nefret ile yüzleşmesi için, tüm bunlarla mücadele etmesi için henüz çok geç değil. Asıl tehlike, aşırı sağcı söylemi ve politik hareketi hafife alarak Irak ve Şam İslam Devleti’nden ilham alan aşırılık yanlılarını da cesaretlendirme riskini alıyor olmamızdır. Eğer bunun gerçekleşmesine izin verirsek, sonuçları yıkıcı olacaktır.