22 Mart 1962 günü 80 yaşındaki Celal Bayar, hastalığı nedeniyle tutuklu kaldığı Kayseri Cezaevi’nden tahliye edildi. Kayseri’den Ankara’ya girişinde 50 Adalet Partili milletvekili tarafından karşılandı. Ankara caddelerinden geçip evine gitmeye çalıştığı yol boyunca kalabalık hiç azalmadı, o kadar çok ''kurban'' kesildi ki kirlenen beyaz arabasını değiştirmek zorunda kaldı.
Bayar’ın tahliyesi ve bu karşılama ertesi gün Ankara’yı karıştırdı. Yüksek Askerî Şûra bir bildiri yayınlayarak “27 Mayıs ruhunu ve milli birliği zedelemeye matuf bu olaylara karşı tedbir” istedi. Bayar’ı karşılayan 22 kişi tutuklandı, Bayar’la fotoğraf çektiren Meclis Muhafız Alayı’ndan 12 er hakkında 5 yıl hapis istemiyle dava açıldı. Bayar ziyaret edebilir korkusuyla Anıtkabir kapatıldı. İstanbul’da üniversiteli gençler toplanıp Bayar’ı okullarının önünden geçirmeyeceklerini, sabırları taşarsa 27 Mayıs’taki gibi ikinci kez isyan haklarını kullanacaklarını bildirdiler.
Ankara’da ise “Milli vicdanın, mahkum ettiği bedbahtlara karşı 27 Mayısı koru, bugün saat 17’de Zafer Meydanı’na gel” çağrısı yapan Fakülte Öğrenci Dernekleri ve 27 Mayıs Devrim Derneği’nin çağrısına uyan 5000 üniversite öğrencisi, “Sehpaya”, ''Mehmetçik geliyor” “Vatan haini” “Kayseri’ye” diye tempo tutarak Kızılay’da önce Adalet Partisi genel merkezini taşladı, sonra da Celal Bayar’ın evini. Bayar’ın balkon parmaklıkları koparıldı. Olaylar gece de sürdü, bina içindeki AP’lileri linçten asker zorlukla kurtardı.
Linççi kalabalığın sardığı AP Genel Merkezi’nden kaçan parti yöneticilerinden biri de, daha bir yıl önce siyasete girmiş, 39 yaşındaki eski DSİ genel Müdürü Süleyman Demirel’di.
O gün sadece Genel Başkan Gümüşpala’nın yönetimine kızıp istifa eden parti yöneticilerinden biri olmakla kalmamış, Türkiye’de demokrasinin geri geleceğine inancını kaybedip daha bir yıl olmadan siyaseti bırakma kararı da almıştı.
Süleyman Demirel’in ordu adlı fille i dansı olarak özetlenecek siyasi hayatı aslında o gün başladı. Türkiye’nin yarı askerî bir diktatörlük olduğu o yarım asrın 40 yılında aktif siyasetin içinde olduğu unutularak Demirel hakkında hüküm verilemez.
Selefi Gümüşpala bir orgeneraldi. 27 Mayıs sırasında 3. Ordu komutanı olarak, kendisinden düşük rütbeli darbecileri, ordusuyla Ankara’ya yürümekle tehdit edince emekliye sevk edilmiş bir orgeneral.
Bir yıl sonra Gümüşpala vefat edince, siyasete inancı azalmış 40 yaşındaki bu genç mühendis, Adalet Partisi’nin genel başkanlığına seçildi. 27 Mayısçıların iktidarı sivillere tam olarak bırakmak istemediği, ordu içinde cuntaların aktif olarak çalıştığı çalkantılı bir geçiş dönemiydi. Eğer İsmet Paşa gibi bir figür olmasaydı bir yıl önce Talat Aydemir’in ikinci darbe girişiminin de başarılı olacağı NATO üyesi bir muz cumhuriyeti…
Demirel, ilk iktidar deneyimini darbecilerin gözetimindeki geçiş hükümetlerinde yaptı. 1965 seçimlerinde AP’yi, Türkiye seçim tarihinin en yüksek ikinci oy oranı olan yüzde 52.8’le tek başına iktidar yaptığında ise sadece 41 yaşında.
Askerlerle dansı yeni başlamıştı. 66’da Cemal Gürsel komaya girince, yeni Cumhurbaşkanı’nı seçecek çoğunluğu olmasına rağmen yine “ağzımızın tadı kaçmasın” diyerek, hepsi senatör olan 27 Mayısçı MBK üyelerinin rızasını alıp, Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay’ı yine bir muz cumhuriyetinde bile olmayacak bir usulle senatör yapıp, cumhurbaşkanı seçtirdi.
Ama bu bile iyi adam olmasına yetmedi. 1968 yılının 27 Mayıs Bayramı kutlamalarında kendi seçtirdiği Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay radyoya çıkıp zehir zemberek bir konuşmayla ona “demokrasi dersi” verdi:
“Modern demokrasi yalnız çoğunluğun hükmettiği bir rejim değil, aynı zamanda hukuk prensiplerinin her vatandaş için adaletle uygulandığı bir eşitlik rejimidir. Sadece çoğunluğa dayanan ve çoğunluğun arzularına göre yürütülen demokrasi, geçimsizliğe ve anarşiye yol açarak idareyi, neticede totaliter bir sisteme götürebilir. Bütün devirlerin tarihi, çoğunluğun bazen aldandığını gösteren acı ve ibret verici olaylarla doludur.”
Konuşmanın muhatabı Başbakan Demirel’di. Daha sonra Başbakan Özal, Başbakan Erdoğan’ın da işiteceği sözlerdi bunlar. Sunay, “çoğunluk diktatörlüğüne” karşı mücadelesinde yalnız da değildi. Yaşar Kemal’in kurucusu olduğu sol entelektüellerin Ant Dergisi aynı tarihlerde şu kapakla çıkmıştı: AP’nin hedefi: Çoğunluk Diktası.
“Çoğunluk diktası” lafının ortalığa çıkmasının sebebi malumdu. Seçime gidiliyordu. Adalet Partisi’nin sandıktan yine tek başına iktidar çıkması kesindi ama esas olarak Demirel aralarında Bayar’ın da olduğu eski DP’lilerin önündeki siyasi yasağını kaldırmak için anayasayı değiştirmekten bahsediyordu.
Bir yıl sonra İsmet İnönü ile birlikte anayasanın ilgili maddesini değiştirmek için attıkları adım yine başını belaya soktu.
21 Mayıs 1969 günü Ankara’nın sokaklarındaki tankları görenler şok olmuştu. Garnizon Komutanı 27 Mayıs provası için dese de herkes esas sebebi biliyordu.
Çankaya Köşkü’nde Cumhurbaşkanı Sunay başkanlığında toplanan komutanlar anayasanın değiştirilmemesi için 16 Mayıs muhtırasını vermiş, tasarı Meclis’ten Senato'ya gönderilmişti.
Demirel, seçimden sonraya topu atmak üzere Meclis ve Senato için tatil kararı alıp krizi atlattı. Ama aleyhindeki kampanya daha yeni başlamıştı.
Diktatörlük iddialarından sonra, önce yolsuzluk haberleri geldi. Yetmedi Haldun Simavi’nin sahibi olduğu Günaydın gazetesi, eşi Nazmiye Hanım’la ilişkisi olduğu için Ankaralı bir ayakkabıcının öldürüldüğünü yazdı.
Diktatörlükle suçlanan, gençlerin, aydınların, askerlerin nefret objesi Başbakan Demirel’in bütün bu iddialarla ilgili cevabını Türkiye gazetesinin atası Hakikat gazetesinin ilk sayısından okuyalım:
“Azınlığı çoğunluğun üstüne çıkaran idare tarzı, bir zümrenin sultasıdır. Düşünceleri etrafında çoğunluğu toplayamayıp azınlıkta kalanların haklarına razı olmamaları kendileri dışındakilere tahammül edememeleri kendilerini çoğunluktan daha muteber saymaları Türk demokrasisinin işlemesine önemli engel teşkil etmiş, memleketin ağır bedeller ödemesine sebep olmuş tek parti zihniyetinin ta kendisidir… Türkiye’de kimse diktatör dikta ihtiyacı içinde değildir.”
Ne kadar tanıdık. Kampanya işe yaramadı. 1969 seçimlerinden de Adalet Partisi tek başına iktidar olarak çıktı. Ama operasyon sürdü. Önce parti içinden 41 vekil hükümet bütçesine red oyu verdi. İstifa eden hükümet daha sonra zor bela yeniden kuruldu. Ama bitmedi bu kez de sokaklar karıştı.
Kanlı Pazar, ardından sonradan “Rus ruleti" oynarken devrimci arkadaşı tarafından vurulduğu anlaşılan Mustafa Kuseyri Cinayeti (Hasan Cemal’in anılarında olayı "faşistler vurdu" hikâyesine çevirmek için örtbas edenlerden birinin Cengiz Çandar olduğu yazılı), İstanbul’da patlak veren 15-16 Haziran olayları (Ordu-İşçi el ele sloganlarının atıldığı)...
Aydınlar da boş durmadı. Türkiye İşçi Partisi, AP’nin Demokratların affı için ikinci girişimini 27 Mayıs ruhuna ihanet diyerek Anayasa Mahkemesi’ne götürüp iptal ettirirken, YÖN ve Devrim dergisi çevresinde toplanan sol Kemalistler askerlerle Baas tipi bir darbe için cuntacılık oynuyordu.
Bu arada AP, bölünüp içinden Demokratik Parti çıkıyor, cuntacıların lideri Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur Demirel’e uyarı mektupları yazıyordu.
Bu demokrasi için münbit ortamda 9 Mart cuntası son anda çökünce, 12 Mart geldi. Muhtıranın Meclis’te okunmasına AP’li Hasan Korkmazcan’dan başka karşı çıkan olmayınca Demirel, muhtıraya karşı Meclis’te güvenoyuna gitmekten vazgeçti. Dev-Genç’ten Mimarlar Odasına devrimci örgütler, “Komutanların muhtırası ve Demirel hükümetinin istifası hakkındaki görüşümüz” başlıklı bir bildiriyle gerici, emperyalist Demirel iktidarının devrilmesini selamladılar.
Demirel, ülkedeki bu “demokrasi aşkından” cesaret alıp, en azından Meclis’i açık tutmak için şapkasını alıp gitmişti. Bir kere daha askerler tam gelmesin diye, askerlere teslim olmuştu. Cuntacı grubun parçası olarak gördüğü Denizlerin idamına el kaldırdı.
Yine az bilinir, Demirel, 70’ler boyu ezeli hasmı olacak Ecevit’in CHP’yi değiştirmeye çalışması ve resmî ideolojisiyle hesaplaşmasına da destek vermişti. 72’de verdiği röportajlarda bu yeni CHP’nin ilk sınavı olan 1973 seçimlerinde başarılı olmasının demokrasiye faydalarından bahsederken eski CHP’yi şöyle tarif etmişti: "CHP geçmişte kendisini daima belirli seçkinci kurumlarla bir tutmuştur. O kurumların sırtından yükselmiştir. Bunlar arasında ordu, mahkemeler, devlet kuruluşları, üniversiteler ve entelijansiya tabakası vardır."
Askerî vesayete karşı 1973’te yeni CHP’nin lideri Ecevit’le birlikte mücadele etti. Genelkurmay Başkanlığı’ndan Çankaya’ya geçiş hazırlıkları yapan, hatta eşiyle 40. evlilik yıldönümlerini Köşk’te kutlayacakları bile yazılıp çizilmeye başlanan Genelkurmay Başkanı Faruk Gürler’in Cumhurbaşkanlığı’nı medyanın propagandasına karşı, etrafı askerlerce kuşatılmış Meclis’te engellemeyi başardılar.
Yerine seçtikleri ismin, 27 Mayıs’ın emekliye sevk ettiği eski Deniz Kuvvetleri Komutanı olması Demirel’in askerlerle dans stilinin iyi bir örneği olarak kayırlara geçti.
Demirel, bir darbe tarafından tutuklanan ikinci Türkiye Cumhuriyet Başbakanı sıfatını da 12 Eylül 1980’de aldı. 87’de siyasi yasağı referandumla kalkana kadar bir bilen adıyla darbeye yönelik sert eleştiriler de ondan geldi.
1991’de “şeffaf karakollar” vadedip geldiği iktidarda Kürt vekilleri Meclis’e sokmuş SHP’yle koalisyon kurup, ilk icraat olarak da Diyarbakır’da “Kürt realitesini tanıyoruz” diyerek büyük bir tabuyu yıktı. Daha az bilineni, 90’ların başında PKK konusunda uzman gazeteci İsmet İmset üzerinden Özal’ınkine benzer girişimleri olduğu, PKK’yla dolaylı temaslar kurdurduğu, raporlar yazdırdığı. Özal’ın vefatından sonra Mayıs 1993 MGK’sından çıkan af kararının altında imzası olan Cumhurbaşkanı da oydu.
O gece 33 er vakasından sonra devletin kendi tabiriyle “rutin dışına” çıkışına en azından izin veren de, o rutin dışına çıkmış devletin sembol isimlerinden Mehmet Ağar’ın oğlunun düğününe nikah şahidi olmasına rağmen son yarım saatte gitmekten vazgeçen de…
39 yaşında 27 Mayısçı gençlerin taş yağmuruyla başladığı siyasi hayatı boyunca, askerî vesayete karşı, milli irade ve demokrasi mücadelesi vermiş bir siyasetçinin siyasi hayatının son karelerinde bir darbenin içinde poz vermiş olmasına ise ancak insani bir trajedi denebilir…
Erbakan’a küfreden bir albay için “boşalma hakkını kullandı” derken herhalde en iyi yaptığı işi, yani vazoyu kırmadan, askerlerin gazını aldığını, en azından demokrasiyi koruduğunu düşündüğünü söyledi ama o karede poz verirken, elinde kendisini Zincirbozan’a göndermişlerin anayasa kitapçığı, TRT’de Kurtul Altuğ’un irtica endişelerini yatıştırmaya çalışırken, başörtülü öğrencilere “Suudi Arabistan’a gidin”, Merve Kavakçı’ya “ajan” derken 40 yıl arkasından gitmiş büyük kalabalıklarla gönül bağlarını da kopardı, onlara yıllar sonra gerçek “babaları” olmadığını söyledi…
1997’de “İşte çağdaş Türkiye bu” diyerek selamladığı, laiklik için Ankara’nın izbe bir salonuna çamurlu yolları aşıp Beethoven’in 9. Senfonisi’ni dinlemeye gelmiş Başkentin elitleri arasında muhtemelen 34 yıl önce onu taşlayan üniversite öğrencileri de vardı.
39 yaşında, askerî vesayetin izin verdiği sınırlar içinde kalmaya söz vermiş bir merkez sağ siyasetçi olarak başlayıp, o sınırları pek çok kere zorlamış, zorladıkça da hırpalanmış karizmatik bir lider olarak süren hikayesi işte tam arafta bir yerde bitti.
Menderes’in, Özal’ın, Erdoğan’ın duyduğu pek çok şeyi duymuş, üzerine aynı sert cisimler fırlatılmış, iki darbenin doğrudan mağduru olmuş İslamköylü Demirel, günün sonunda Menderes, Özal ve Erdoğan’la birlikte o ünlü “Milletin Adamları” karesine giremedi. Ama nurlu ufuklar vadeden Ispartalı “Çoban Sülü” olarak diğer kareye de sığamadı.
Belki de o yüzden İslamköy’de başlayan Türkiye’nin yarım asırlık hikayesi, Ankara’da soğuk bir devlet mezarlığında değil, eşi Nazmiye Hanım’ın yanında İslamköy’de bitiyor.
TÜRKİYE GAZETESİ