İslam’ın Tanıdığı Bireysellik: Şahsiyet

Bir ucu inandırılmış kölelik, diğer ucu ilahlaşma olan bireyselliğin İslami anlamda yorumlarına değinen Beşer, İslam’ın insana tanıdığı bireyselliğin bu ikisinin ortasında olduğunu söylüyor.

Yeni Şafak/ Faruk Beşer

Kullaştıran ve ilahlaştıran bireysellikler arasında

İslam’ın orta yol olma özelliğinin en açık görüldüğü konulardan biri de bireyselliktir. Çünkü bireyselliğin bir ucu inandırılmış kölelik, diğer ucu ilahlaşmadır, ortası ise şahsiyettir.

TDK bireyselliği şöyle tanımlıyor: ‘Birey olma olgusu. Bir kişiyi benzerlerinden ayıran özelliklerin bütünü, ferdiyet’.

Yani aslında her insan bir bireydir, ferttir, biriciktir. Tamı tamına onun gibi bir başkası yoktur. Mesela saç rengi genellikle siyahtır. Ama dünyada saçı siyah olan milyarlarca insanın hiç birinin saç rengi tamı tamına diğeriyle aynı değildir, ton farklılığı vardır. Bu durum muhteşem bir sanattır ve ancak muazzam bir sanatçının eseri olabilir. İnsanların beden kalıpları, şekli ve şemaili denen görüntüleri, duyguları, kabiliyetleri de böyledir. Bu açıdan herkes bir tekdir, biriciktir.

Diğer yönden Allah, her kulunu ona verdikleriyle beraber ve tek başına muhatap alır. Yani Allah’ın kulu olma ve O’na karşı sorumlu bulunma açısından hiç kimse başkasına bağlı değildir, ferttir. Buna kişilik ve şahsiyet de diyebiliriz. Bu gerecekten önemlidir ve Hz. Ömer’in bir şahsa tokat atan valisine dediği gibi ‘insanları anneleri hür doğurmuşken siz onları ne zamandan beri köleniz sanıyorsunuz!’.

Her insan mükerremdir, değerler yüklüdür ve Allah’ın başlı başına bir kuludur. O’na olan kulluğu için kimseden icazet almaz. Herkese Allah’ın verdiği temel haklar vardır ve bu hakları diğerlerine karşı korkmadan savunmalıdır.

Ama bir birey olmanın ve bunu bilme anlamındaki bireyselliğin iki aşırı ucu vardır. Zaten İslam’da insanın kişiliğine verilen değerin bir göstergesidir ki, aşırılıklar arasında dengeyi bulma görevini Allah kişi olarak yine ona bırakmıştır. Yani insanın geniş bir hareket alanı ve bu alanda konuşlanacağı yeri seçme imkân ve iradesi vardır, bu da birey ya da kişi olmasının gereğidir. Eğer konumunu kendisi belirleyemeseydi birey olamazdı.

Bireyselliğin bir ucu, insana hiçbir tercih hakkı bırakılmaması, başkalarının iradesine bağımlı kılınması, haklarını savunamaması, hatta haklarının olduğunu bile bilememesi, ne denirse onu yapmak zorunda bırakılması, öyle sandırılması, gassalin önündeki meyyit olduğunun kendisine kabul ettirilmiş olması, kısaca kula kul olmasıdır.

Diğer ucu ise, kişinin haddini aşması ve ilahlaşmasıdır. Annesi babası eşi dâhil, hiç kimseye karşı sorumluluk hissetmemesi, kimse için bir değer tanımaması, her bakımdan biricik olduğuna inanması, kendisini en büyük bilmesi, canı ne istiyorsa onu yapması, yiyip içip eğlenmesi, aklı ne diyorsa ona uymasıdır. Belki sadece hukuki düzenlemelerle sınır getirilmesini kerhen kabul etmek zorunda kalabilir. Çünkü böyle bir sınır getirilmezse canının istediğini yapma imkânı da azalır. Böyleleri için Allah (sa) ‘siz hiç nefsinin arzularını ilah edinenleri görmüyor musunuz?’ buyurur. Böyle bir bireysellik modernizmin oluşturduğu bireyselliktir. Modernizmin en temel özelliği budur. Buna yabancılaştıran bireysellik de diyebiliriz.

Aslında Allah insanı kul olarak yaratmıştır. Allah’a kul olmayan insan başka pek çok ilaha kul olmak zorunda kalır. Onun için insan te’lihe değil, tevhide çağrılır. Yani onun bir ilaha inanması değil, ilahı bir bilmesi istenir. Yoksa hiç bir ilahı olmayan insan yoktur.

İslam’ın tanıdığı bireysellik bu ikisinin ortasıdır. Kişi kendisine Allah’ın verdiği bütün hakları, O’nun bir kulu olarak kullanır, başka kimseyi mabud ve râzık bilmez, kimseye boyun bükmez. Allah’tan başka kimseden korkmaz. Ama herkese karşı sorumluluklarının olduğunu da bilir ve sınırını aşmaz. Allah’a, insanlara, topluma, hayvanlara ve bütün tabiata karşı sorumluluk. Sevgi, saygı, merhamet ve hatta bazen nefret de bir sorumluluktur. Hiçbir duygu insanın içine boşuna konmamıştır. Bunları yıkan bir bireysellik kulun ilahlaşmasıyla sonuçlanır. İlahlaşan kul sadece nefsini ilah bilmekle kalmaz, başkalarının da kendisine kul olmasını ister.

Kabul etmek gerekir ki, İslam toplumu ilk yıllarında kalbinin mutmain olmadığı konuda Resulullah’tan bile açıklama isteyen, Halifeye hesap soran, yanlış yaparsan seni kılıçlarımızla doğrulturuz diyen er kişilerin, hatta hutbe okurken halifeyi susturan hatun kişilerin bulunduğu bir toplumdu. Ama sonradan, insanlar zaman zaman kullaştırıldılar ve kişiliklerini, yani şahsiyetlerini kaybettiler. Bunu bazen yönetimler kırbaç yoluyla yaptı. Bazen de fırkalar efendilerini takdis ederek. Çünkü insanı takdis yeni ilahlar ve yeni kullar üretir.

Devam etmeliyiz.

İslam Düşüncesi Haberleri

Kemalistlerin cehaleti uçsuz bucaksız saçmalama özgürlüğü sunuyor!
İ’tizâl ile itidal arasında Allah nerededir?
Mutlak kötüye karşı el-Kassam’ın özgürleştirici ribatı ve cihadı
Yaratılış gayesinden uzaklaşan insan huzurlu olamaz!
Öncelikli hedef neden tağuti otoritedir? Ve asabiye gündemleri geri itilmelidir!