İslami Tenkit Zihniyeti, Cumhuriyet Tarihini de Kuşatmalı Değil mi?
Hadis Tedkikleri - Mehmed Said Hatiboğlu
Bülent GÖKGÖZ / Haksöz Haber
"Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde hadis bölümünde uzun yıllar akademik çalışmalar içerisinde bulunmuş Mehmed Said Hatiboğlu, 1958 yılında fakülteyi bitirdikten sonra Prof. Tayyib Okiç'in hadis asistanlığına tayin edildi.1962'de 'İslami Tenkid Zihniyeti ve Hadis Tenkidinin Doğuşu' isimli teziyle ilahiyat doktoru, 1967'de 'Hz.Peygamberin Vefatından Emevilerin Sonuna Kadar Siyasi-İctimai Hadiselerle Hadis Münasebetleri' isimli teziyle doçent, 1978'de ise 'Hilafetin Kureyşiliği' isimli teziyle profesör oldu."
Mehmed Said Hatiboğlu, İslam toplumlarının ve hassaten İslam aydınlarının ataletleri, İslam toplumlarının yanlış tarih ve din anlayışları üzerine, tenkidi bakış açısıyla akademik çalışmalar doğrultusunda eserler verdi. Nisan ayında Otto yayınlarından okuyucuyla buluşan Hadis Tedkikleri kitabı ise, önceki yıllarda kimi dergi veya panellerde sunulmuş çalışmalarından, ikiyüz sayfalık hacmiyle dokuz ayrı bölümden oluşmakta. Aslında okuyucu kitabın adından ötürü ilk etapta eserin, salt rivayet kritikleri bağlamında bir tedkik kitabı beklemekteyse de bölümler sadece hadis edebiyatı ile ilgili değil.
Okuyucu bölümleri oluşturan çalışmaların sunum tarihlerini de fark edince, Mehmed Said hocanın bu çalışmalarını kitaplaştırmakta neden bu kadar geciktirdiğine bir anlam da veremeyebilir; ancak yazar, okumayı yayın hizmetlerine tercih ettiğini ve mazur görülmesini de ifade etmekte. Aslında 1960'lı yıllar için oldukça ileri seviyede diyebileceğimiz hadis edebiyatına dair tenkidi çalışmalarını ancak son yıllarda neşretmiş olması, Türkiye İslami uyanışının yararlanabilmesi açısından ciddi bir eksiklik olarak kalmıştır.
Yazar, çalışması boyunca Hz. Aişe'nin ilmi mevkiini, faaliyetlerini, onun tenkitçi yaklaşımlarına dair ulemanın tahsis ettiği eserlerden ve Hz. Aişe'nin tenkitlerinden örnekler vermekte.
Çalışma özellikle 1970'li yıllardan günümüze değin gerçekten ufuk açıcı ve besleyici nitelikte. Ancak s.15'de Hz. Aişe'nin vefatı bölümünde Muaviye bin Ebu Süfyan için 'Hz' terkibini kullanması da tenkidi bakış açısına gölge düşürmekte. Oysa tenkidi bakış salt rivayet ya da eserleri değil bütün bir tarihi de kuşatan bir formda olmalı. Üstelik Said Hoca ilerleyen bölümlerde bu terkibi kullanmamakta. Bununla birlikte Said hoca, Hz. Aişe'nin çok sayıda hadis rivayet etmiş olmasını sünnete kaynaklık etmiş olmasından ötürü, onun faziletine bağlamakta ve yine 'hadis' ve 'sünnet' kavramlarını iç içe geçirmekte. Aynı yaklaşımı İbn Abbas için de ortaya koymakta.(2) Ayrıca Said Hoca Hz. Aişe'ye dönük kimi zaman abartıya kaçan övgülerinde, verdiği örneklerle sahabe tenkidine engel olabileceğini de gözetmeliydi.
Yazarın bu bölümde sahabenin bazı hatalı rivayet ve uygulamalarına dair verdiği örneklerin, hadis veya sünnet usulü okuyucularına ciddi katkılar sağlayacak nitelikte olduğunu da vurgulamak gerek.
İlk bölümün sonunda yazar, bu çalışması vesilesiyle İslam kültürünü Hz. Aişe zihniyetiyle ortaya koyacaklara, İslam dünyasının her zamankinden daha muhtaç bulunduğuna da işaret etmekte.
Kitabın ikinci bölümünde 'Saltanat Karşısında Hadis' isimli çalışması yer almakta. Bu çalışma ise 1973 yılında '50.Yıl'a(!) atfedilmiş.
Çalışmanın ilk paragrafında İslam dininin dünyevi-uhrevi veya siyasi-dini olmak üzere ikili bir yapısı-bünyesi olduğunu söylemesi ve bu söylemine atfen gösterdiği dipnotlardaki yazarların batılı oryantalist olması da göze çarpan bir husus.(3) Oryantalistlerin tezlerini, faaliyetlerini ve durdukları yer itibariyle niyetlerini göz önünde bulundurur isek, yazar bu ayrımları iyi niyet çerçevesinde kullanmış olsa dahi alıntı yaptığı dipnotlar hemen okuyucunun zihninde olumsuz soru işaretlerinin belirivermesini sağlamakta.
Yazar, Allah Rasulü'nün (s) vefatı akabinde sahabe arasında cereyan eden 'halifelik' rekabetini İslam yönetimindeki imamet önemine bağladıktan sonra, halifenin seçimle ve beyatle tayin edilmesini dile getirmekte. Ardından ilk beş halifenin meşruiyetlerini ümmetten aldıklarını söylemekte. Oysa beşinci halife Muaviye bin Ebu Süfyan için özgür bir 'seçilme ve beyat' gerçekleştiğini söylemek tenkitçi bakış açısıyla mümkün gözükmemekte.
Said Hoca, çalışmanın devamında İslami seçim usulünü ters yüz eden Muaviye'nin uygulamalarını da tasvip etmemekte. Muaviye'nin veliaht tayinine sevk eden sebeplerin, devrin siyasi şartlarına dayandığını ve kendisi açısından haklı sebeplerle de olsa bu uygulamalardan dolayı İslami bir ilkenin asırlar boyunca onarılamayacak derecede yıkıldığını belirtmekte. Ancak yazarın Emevi statükosuna açık ve net bir tenkit ortaya koymayan üslubu, okuyucunun zihninde siyasal söylem ve duruş eksikliğinin yansıdığı 'klasik' akademisyen ikilemlerini hatırlara getirmekte.
'Saltanat Karşısında İslam Âlimleri' alt başlığı altında Hasan-ı Basri, İmam-ı Azam Ebu Hanife, Ahmed İbn Hanbel, Abdulkadir-i Bağdadi ve İbn Hazm gibi ilk dönem ulemalarından örnekler vererek, aslında egemenlerin zalimane uygulamalarının ulema tarafından tasvip edilmediğini ifade etmekte. Ancak yine o dönemlerde yaşanan direniş hareketlerini de içine alan bir genellemeyle 'fitne hareketleri' terkibini kullanmış olması da tartışılmaya muhtaç. Aslında bu terkibin o dönemin egemen statükoları tarafından muhalif hareketlerin direncini kırmaya ve toplumlar nezdinde yalnız bırakmaya dönük üretilmiş olabileceğini göz önünde bulundurmalı idi.(4)
Said Hoca, Emevilerin baskıcı ve zorba politikalarından yılmış kitlelerin rivayet edebiyatına sarılarak saltanata karşı mücadele ettiklerini vurgulamakta. Rivayetlerin kaynağının Hz. Peygamber olması mücadeleyi güçlü kılacaktı.(5) Said hocaya göre, tüm bu çeşitten rivayetlerin taşıdıkları ana hedefin zorbalık devri Emevi sultanlarının aslında halife değil, tam birer melik ve hükümdar olduklarını başlarına vurmak, İslam Cumhuriyetini genç yaşında katledenleri Peygamber diliyle teşhir etmekti.(6)
Bu açıdan yazara göre, Allah Rasulü'ne ifade ettirilen bu beyanların aslında 1. ve 2. asrın İslami umumi efkârının görüşleri olarak kabul etmek ve İslami ruhun, seçime dayalı olmayan bir iradeye karşı beslediği nefreti aksettiren tarihi deliller olarak değerlendirmek gerekmektedir demekte. Said hocanın bu tespitlerine büyük ölçüde katılmakla beraber, hadis edebiyatının istismara ne kadar açık bir konu olduğunu, o dönemdeki gerek art niyetli saltanat rejimlerinin meşruiyeti için, gerekse de iyi niyetli çabalar için hadislerin kullanıldığının gözden kaçırılmaması gerekir. Dolayısıyla bu tip hadislerin tamamının sultanlarının gerçek yüzlerinin ortaya konması için üretildiğini ya da saltanatın eleştirisi için rivayet üretilmesinin meşru olduğunu söylemek mümkün gözükmemekte. Yazar bölüm içerisinde, İslam toplumlarının egemen yönetimlere duydukları tiksintilerinin ifadesi olan sessiz tepkilerini rivayetlere nasıl aksettirdiklerine dair örnekleri vermekte.
Ancak Said hocanın bölümün son paragraflarında sarf ettiği cümleleri ve zihin yapısını ise, anlamak kesinlikle mümkün değil. Yazar, ceberrut idarecilerin, babadan oğula tevarüs edilen krallık sisteminin asırlarca devam ettiğini, bunlara karşı gösterilen fiili veya sessiz mukavemetlerin de asırlar boyunca devam ettiğini vurguladıktan sonra şöyle devam etmekte; "… Ne acı tecellidir ki, İslam idaresinin Hz. Peygamberin vefatından elli sene sonra düştüğü bu krallık batağından kurtulabilmesi için on dört asır beklemek icap etti ve bu çok gecikmiş kurtuluşu başlatma şerefi de, Türkiye Cumhuriyeti'ni bundan elli yıl önce kuranlara nasip oldu… Gerçek bir cumhuriyet idaresi kurmak yolunda elli sene evvel atılmış adımların sahiplerini bugün rahmet ve minnetle anıyoruz"(7)
Said hocanın İslami tenkid zihniyetinin oluşumuna dönük çabalarını bilen herkes bu ifadeleri nasıl anlamlandırmalı şimdi? (Konjonktürel şartlara sığınmak mı, ulusçuluğu kutsamak mı?)
İslami tenkid zihniyeti sadece hadis edebiyatına ya da tarihine mi has? Saltanata karşı oluşturulan/uydurulan edebiyatı analiz edebilen tenkitçi zihin, nasıl olur da Kemalizmin Osmanlı bakiyesi tebaasına uydurduğu tarih tezlerini ve dayatmalarını görmezden gelir?
Kitabın yayınlandığı süreçte yargılamalarına devam edilen Ergenekon sanıklarının nasıl bir sistemden ürediklerini görmezden gelerek, sistemin kurucu kadrolarını rahmetle anmak nasıl bir akıl tutulmasıdır?
Yoksa bu ifadeleri, akademik kaygılarla yapılan çalışmaların muhtemel açmazları olarak mı değerlendirmeliyiz?
İlkeli bir duruş ve tavır ortaya koymak yerine karşıtına sığınarak var olma kaygıları taşıyan yaklaşım, İslami Tenkid Zihniyetini nasıl temsil edecek?
Gerçekten Said hocanın, 1973'te yazdığı bu makalesindeki görüşlerinde sabit olup olmadığı, Said hocanın eserlerinden istifade etme fırsatını bulmuş kimi okuyucuları için merak konusu.
Yazarın bir sonraki çalışması da 1985 yılında Uluslar arası Birinci İslam Araştırmalar Sempozyumu'ndaki 'Batı'daki Hadis Çalışmaları Üzerine' adlı sunumu.
Said hoca, Batı'daki İslam üzerine çalışmalarının ilk olarak kilise tarafından başlatıldığını anlatmakta.Yazar, Oryantalist faaliyetlerin başladığı 1250'li yıllara kadar ki süreci ise şu şekilde ifade ederek Türkçülüğe meyilli bir yaklaşım hissettirmekte. "Askeri açıdan bakıldığında, ilk beş asırda İslam dünyasının Avrupa'dan kayda değer bir müdahaleye maruz kalmadığını söyleyebiliriz. Bu zaman zarfında Hıristiyan dünyası kendi iç çekişmeleri ile haşır neşirdi. Ne var ki, İslam dünyasına Doğu'dan gelen yeni kan, onları da kendi aralarında birleşmeye götürmüştü. Türklerin, İslam aleminin idari ve askeri gücü olarak ortaya çıkışları, dünya tarihinin akışını değiştirecekti. Türk Sultanı Melik Şah'ın 1072 senesinde Bağdad halifesinden Emir'ul-Mümin ünvanını alışı, Hıristiyan dünyasını, Ortadoğu'dan tamamen atılacağı endişesine sürükledi"(8)
Bu tarihten sonra kilisenin Arapça bilen rahipler yetiştirmeye koyulduğunu belirten yazar, 1250 senesinde Toledo konsili, İspanyol Dominikeni Raymond Martini ve arkadaşlarını Müslümanlar için yazacakları Arapça misyoner kitapları için yetiştirildiğini ifade etmekte. Arapça öğreten okulların açılmasını, Afrika'da misyonerlik faaliyetlerine başlanmasını aktardığı bu çalışmasında yazar, 1312 Viyana konsilinde, Papa V. Celement'in Arapçanın dâhil olduğu Doğu dillerini öğretecek kolejlerin Roma, Paris, Oxford, İtalya ve İspanya'da açılmasına karar verildiğini belirtmekte. Said hoca, tanınan büyük müsteşriklerin pek çoğunun kilise kökenli oluşunu da buna bağlamakta. Hummalı bir şekilde İslami eserlerin tercüme faaliyetlerine başlanıldığını belirten yazar, Kur'an tercümelerinin ilk Latince örneklerinin 12. asrın ilk yarısına ait oluğunu da ifade etmekte. Ayrıca Batı'da İslam'a ilgi duyanların, müsteşriklerin oluşturduğu bu edebiyat doğrultusunda beslendiklerini belirten yazar, 1800 ile 1950 yılları arasında Ortadoğu ile ilgili 60.000 civarında kitabın yazıldığının tahmin edildiğini aktararak Oryantalist çalışmaların boyutlarına dair bilgiler de sunmakta.
Said hoca, İgnaz Goldziher'i inceleyecek bir kimseyi bekleyen malzemenin de yedi yüz küsür parça kitap ve makale olduğunu vurgulamakta. 1911'de Kahire Üniversitesi'nin kuruluş planlarının Goldziher'e yaptırıldığını belirten Said hoca, Goldziher'in yeterince ilmi bir süzgeçten geçirilmediği için Batı dünyasında abartılı bir otoriteye sahip olduğunu ifade ettikten sonra Goldziher'in hatalarına ilişkin örnekler sunmakta.
İslam kültürünün en kıymetli eserlerinden pek çoğunun ilk defa gayri Müslimler tarafından gündeme getirildiğini, onların hakikati saptırıcı istikametteki faaliyetlerine cevap vermenin, Müslüman araştırmacıların sorumluluğunda olduğunun altını çizmekte ve Müslümanların yitirdikleri hikmeti acilen edinmeleri gerektiğine işaret etmekte.
Kitabın bir sonraki bölümü, İslami Araştırmalar'da 1986'da yayınlanmış 'Hz. Peygamberi Yanlış Yorumlama Tezahürleri' adlı çalışmasından oluşmakta. Bu bölümde yazar, Hz. Peygamberin H.2. asırdan itibaren beşer üstü algılanmasını ortaya koymakta. Allah Rasul'ünün bir kul olduğunun vurgulandığı rivayetleri örnek vererek peygamberi beşer üstü gösterme gayretlerinin çok eskilerden başladığını ve sınır tanımayan peygamber sevgisinin, günümüze değin ürettiği kitabiyatın çok büyük çapta olduğuna işaret etmekte. Kur'an'dan ayetlerle Hz. Peygamberin tanıklığına dikkat çeken Said hoca, akabinde Zehebi ve Suyuti gibi ulemanın naklettiği rivayetleri örneklendirerek tenkidi bir bakış sunmakta.
Beşinci bölümde 'Müslüman Âlimlerin Buhari ve Müslim'e Yönelik Eleştirileri' başlığı altındaki, 1997'de İslami Araştırmalar dergisinde yayınlanmış çalışması yer almakta. Hadis edebiyatı üzerine okumalar yapacak bir okuyucu açısından kitabın en önemli ve yararlı bölümüdür desek abartmış olmayız herhalde.
Said hoca öncelikle, hadis kaynaklarından en değerlileri olarak kabul edilen Buhari ve Müslim'in Cami-i Sahihlerine dönük erken dönem tenkitlere örnekler vermekte:
"İlgililerin bildiği gibi, İslam hadis kitabiyatının en değerli iki kaynağı Buhari ve Müslim'in Cami-i Sahihleridir. 3/9.asra ait bu eserler Müslümanlar arasında benzersiz bir teveccühe mazhar olmuş, hatta birer kudsiyet hırkasına büründürülerek, felaketli günlerde yardımları umulan eserler mertebesine çıkarılmış, kendileriyle hatimler indirilmiştir. Halkın ve idarenin bu davranışı dışında ilmi çevrelerde de onlar, başka hiçbir kitaba nasip olmadık şerh ve tercüme çalışmasının odağı haline gelmişler, bazı âlimler onlardaki bilgileri mutlak doğrular olarak görmeye kalkmışlar, ümmetin bu noktada icmaı olduğu iddiasında bulunacak kadar ileri gitmişler, fakat pek çok müdekkik âlim de, bunun yanlışlığını söylemekten ve yazmaktan çekinmemişlerdir. Hakikatin ortaya konması yolunda İslam'ın verdiği vazifeyi yerine getiren bu âlimler, ilk günlerden itibaren halkın gözünde kutsileşmiş kaynakları bile elekten geçirmeyi ihmal etmediler ve bu yolda yazdıkları pek çok eseri umumun istifadesine tevdi etme şerefini hakkıyla kazandılar.
Neticede ortaya çıktı ki, Buhari ve Müslim'in Sahih'leri her ne kadar, benzeri eserler arasında en sahih iseler de, bunlar her türlü noksandan uzak da değillerdir"(10)
Said hoca; klasik hadis usulünde sahihlik metne değil, isnada ve dolayısıyla raviye odaklanmıştı demekte ve bir hadisin sahih veya zayıf olduğunu gösteren ana unsur ravidir ve ravinin adil, zapt olup olmadığına karar verenin ise muhaddisin kendisi olduğunu ifade etmekte. "Muhaddisin kararı ise kendi bilgisine dayanmakta ve dolayısıyla şahsi, subjektif olmaktan kurtulamamaktadır. Yani mesele şahsi içtihat meselesidir ve içtihatlarda birlik sağlamak mümkün olmadığına göre, hadislerin değerlendirilmesinde ihtilaf vuku kaçınılmazdır"(11)
Yine ravilerin kimi muhaddise göre zayıf, kimisine göre ise sika olduğuna dair örnekler vermekte. Muhaddis kendi içtihatları ya da kıstasları doğrultusunda eserini oluşturmuştur. Dolayısıyla bir muhaddisin bu hadis sahihtir demesinden kastı, isnadın zahiri görüntüsünden çıkan neticedir. Sika sayılan ravinin de hata etmesi veya unutması mümkün olduğuna göre, onun rivayet ettiği hadise mutlak olarak sahih denemez. Aynı şekilde bu hadis zayıftır dediklerinde kastettikleri, bu hadiste sıhhat şartları (muhaddisin benimsediği kıstas/metod/usul) yok demek isterler, mutlak yalandır diyemezler. Hadisin kuvveti veya zayıflığı ravilerin veya isnadın durumuna göre tayin edilmiştir.
Said hoca, bu iki eserdeki 'ümmetin icması bulunmakta ve ümmetin icması hatadan korunmuştur' düşüncesine katılmayan erken dönem ulemasının tenkid ettiği ravi ve hadislere dair de örnekler sunmakta. Örneklerini; Bidatçi raviler, Anlama Hataları, Ahmed İbn Hanbel'in Müsnedine Almayıp Buhari ve Müslim'in Aldığı Rivayetler, Metni Tarihi Gerçekliğe Uymayan Hadisler, Tarih Yanlışları, Allah Rasul'üne İsnad Edilen Gayr-i İslami Görüş gibi alt başlıklar altında vermekte. Yazar bölüm sonunda çalışmasının amacını şu şekilde ifade etmekte: "Bizim burada hedeflediğimiz husus, İslam kitabiyatının en değerli eserlerinin bile kusurdan azade olmadığını, Kur'an'ı Kerim dışında hiçbir kitap hakkında icmaen sahih olmak gibi bir iddianın geçerliliği bulunmadığını göstermek; genç ilim adamlarına, İslam'ın saf haliyle ortaya konabilmesinde geçmiş kültür malzemelerinin ilmi tenkidine mutlak zaruret olduğunu telkin etmektir"(12)
Bir sonraki bölüm 1999 yılında İslamiyat Dergisi'nde yayınlanmış bulunan 'İlk Sufilerin Hadis/Sünnet Anlayışları Üzerine' adlı çalışmasından oluşmakta.
Yazar bu bölümde genç ilim adamlarından, ilahiyatçılardan zühd hayatının İslam düşüncesiyle ne derece uyum içerisinde olduğunun tespit edilmesini talep etmekte.(13) Tasavvufla ilgili H.2. asırdan itibaren İslam coğrafyasının pek çok yerinde varlıklarını hissettiren sufilerin de kendilerini Kur'an'ın ve Sünnet'in temsilcileri olarak ifade ettiklerini ve bu akımın ilmi boyutta yapılmış tasavvuf kaynaklarından araştırılması gerektiğini vurgulayan yazar, İbn Arabî'nin el-Futuhat'ul-Mekkiyye'sinin önemine atfen bu eserin tahkikinin yarım kalmış halde olduğunu üzülerek dile getirmekte ve bu eserin müellif hattına sahip ülkenin, yani Türkiye'nin ilim erbabından bu eksikliğin giderilmesini beklemekte.(14)
Diğer taraftan Said hoca, kendilerini ibadetten bile müstağni gören şarlatan miskinlerden de, önemsediği meşhur sufileri ayırt etmeye çalışmakta. Ona göre ilk büyük sufiler kitap ve sünnete bağlılık konusunda oldukça hassas idiler. Bu ifadelerine örnekler sunmakta, mütevaziliklerine, zahitliklerine atıfta bulunmakta ve Mutezile, Rafizi vb. ekollere yaptıkları reddiyelerle(!) meşhurluklarına örnekler vererek onların Ehl-i sünnet akaidine ne kadar bağlı olduklarını ortaya koymaya çalışmakta. Yazar sufilerin, muhaddislere duydukları saygı ve şükranları da dile getirmekte.
Said hoca sufilerin, muhaddislerin naklettikleri/derledikleri hadisler doğrultusunda bir zühd hayatını inşa ettiklerini dile getirirken çok iyimser/olumlayıcı bir üslup takınmakta. Oysa sufi ehlinin hadis edebiyatını ne kadar istismar ettiğini rüya, keşf veya ilham yoluyla Allah Rasul'ünden hadis aldıklarını iddia ederek, günümüze değin İslam düşüncesinde gerek inanç gerekse ibadi boyutlarıyla ciddi sapmalara sebebiyet veren tutumlarını Said hocanın ifade etmesi beklenirdi. Tarih boyunca muhaddisler dahi sufi ehlinin hadisle ilgili istismarlarına engel olamamışlar ve bu doğrultudaki memnuniyetsizliklerini açıkça dile getirmişlerdir.
Sufi akımın içerisinde tembelliği ve bedavacılığı meslek haline getirenlere verilen tepkileri de örneklendirirken, günümüzdeki kimi cahil, işsiz, yiyici ve tembel şeyhler gibi değillerdi demekte. Yazar sonuç itibariyle tasavvufun öğretisinin İslam'a uygunluğundan ziyade, günümüzdeki bu miskin sufi anlayıştan nasıl kurtulabileceğimizi, tasavvufu günümüzde nasıl anlamak ve uygulamak gerekir şeklinde sualler sormakta ve ilmi seviyede yapılacak araştırmalar sayesinde, tasavvuf öğretisinde insanlığın yararlanabileceği nice ibretler olduğunu şu şekilde ifade etmekte: "Tasavvuf, Müslüman dünyasının içinde doğmuş, Kur'an ve Sünnet'ten kaynaklanmış bir zühd hayatının ortaya koyduğu bir vakıadır, bir irfan yoludur. Tarih boyunca bolca rastlanmış sapmaları büyüterek onu İslami değerlerin dışına atmanın hiçbir haklı tarafı olamaz. Yapılacak şey, bu sapmaların tespit ve tedavisidir…"(15)
Yedinci bölüm 2003 yılında İslamiyat dergisinde yayımlanmış olan 'Hz. Peygamber'e Nesebi Yakınlığın Değeri' adlı çalışmadan oluşmakta. Bu bölümde yazar Kur'an'ın ortadan kaldırmaya çalıştığı cahiliye inançlarından soy bağlarını fazilet ölçüsü sayan zihniyetten bahsetmekte, Cemaleddin Afgani ve Muhammed Abduh'un Paris'te çıkardıkları Urvet'ul Vuska dergisinden alıntılar yaparak Müslümanların kardeşliği ve ümmet olgusuna vurgu yapmakta. Said hoca, Hz. Peygamber'in vefatından sonra Müslümanların devam ettiremedikleri bu ilkenin, nedenlerinin ortaya çıkarılıp bertaraf edilmesi için İslam siyasi tarihinin tenkidinin yapılmasının gerektiğini söylemekte.(16)
'Ehl-i Sünnet'ten Ehl-i Kitaba' adlı sonraki bölüm ise, 2005 yılında yine İslamiyat dergisinde yayımlanmış. Yazar, medeni addedilen Batı'nın kimi aydınlarının özellikle İslam'a ve Hz. Peygamber'e karşı gösterdikleri davranış bozukluklarına değinmekte ve aklıselim sahibi Müslüman aydınların da öfkelerine rağmen bu hastalıklı yaklaşımların sebeplerini ortaya koymak ve tedavilerine yardımcı olmak gerektiğine işaret ediyor. Allah Rasul'üne ve şahsında İslam düşmanlığını hedef alan Danimarkalı karikatüristin sebep olduğu kriz döneminde makalesini yazmış olduğunu anladığımız Said hoca, batılı İslam sevmez çevrelerin bu davranışlarını büyük ölçüde atalarının bin sene öncesinden başlattıkları edebi-askeri tecavüz kültürüne dayandırmakta. Devamında İslam'ın Ehl-i Kitap'la ilgili vazettiği insancıl-fıtri ilkelere ve Hz. Peygamberin ehl-i kitaba göstermiş olduğu hoş görü örneklerine atıfta bulunarak Danimarkalı aydınları eleştirmekte. Müslüman ilim erbabının Vatikan arşivlerine inmesi, çoğu Latince yazılmış Ortaçağ Avrupa edebiyatını taramasının ne kadar uzak bir ihtimal olduğunu, ancak gayri Müslim âlimlerin bizlere verdikleri ile avunmak durumunda olduğumuzu belirtmekte. Said hoca bu çalışmaların tercümeleri ve yeterli incelemeler yapılmadan gayri Müslim çevrelerde otorite sağlamanın imkânsız olduğunu da vurgulamakta ve Batı'nın İslam coğrafyalarında sömürge politikalarını hayata geçirebilmek için İslami disiplinlerle ilgili yapmış oldukları araştırmalara ve tespitlere Batılı müsteşriklerin eserlerinden örnekler vermekte.
Said hoca, Müslüman aydınların içine düştükleri ataleti kınamakta ve Batı'nın mütecaviz dayatmalarına gerekli direnci ortaya koyamadıklarını, İslam'ın yeterince tanıtılmasına dönük çalışmalarda bulunmadıklarına ilişkin şu eleştirileri satırlarında ifade etmekte: "Mesela milyonlarca Hristiyanı hâkimiyetine almış Osmanlı uleması Rumlara, İtalyanlara, Sırplara, Bulgarlara, Ruslara İslam'ı kendi dillerinde anlatan derli toplu hiçbir kitap yazmamıştır… Bugünkü manzara bunun tam tersidir. Osmanlı Türk'ü Kâtip Çelebi'nin Arapça yazdığı Kefu'z-Zunun'u Avrupalı bundan 170 sene önce Latince tercümesiyle birlikte basmıştır ki bizde daha Türkçesi yoktur"(17)
Son bölüm 1985 yılında Aylık Dergi'de yayınlanmış ve Yaşar Kaplan'ın 'Ehl-i Sünnet Özel Sayısı' için Said hoca ile yaptığı röportajdan oluşmakta.
Yazar, 'sünnet' kelimesinin 'davranış, yol, gidiş, adet' manalarına gelen lügatteki kullanımlarını zikrettikten sonra, ıstılahı anlamı olarak Hz. Peygamber'in davranış şekli olarak tanımlamakta. Akabinde ise sünnet dendiğinde bundan sadece Peygamberin davranış şeklini değil, aynı zamanda Rasul'den sonra gelen halifelerin tatbikatı, ululemrin ve yeni idarecilerin dini sahada koydukları şer-i hükümleri de sünnet kapsamına almakta, böylelikle sünnet kavramını netleştirmek yerine daha da karmaşık hale getirmekte. Akabinde halifelerin farklı uygulamalarına örnekler vererek uygulamalarını 'sünnet' kapsamına almakta. Oysa bu uygulamaları 'sünnet' yerine 'içtihat' kavramıyla izah etse ve bağlayıcılıklarını da illetleri ile birlikte ortaya koysa idi daha isabetli olurdu. Teravih namazını örnek vererek, Ahmed İbn Hanbel'in görüşü olan, 'Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali'nin fiillerinin de sünnet sayılması gerektiğine dair görüşlerini aktararak Hz. Peygamber'den başkasının da sünnet koyabileceğini yinelemekte.(18)
Ardından 'sünnet'in muhtevasının yalnızca Hz. Peygamber'le sınırlandırılması gerektiği görüşünü savunan âlimlere misal olarak da İbrahim en-Nehai'nin görüşünü aktarmakta.
Said hoca, kavramsal karmaşanın ardından da sahih bir yönelimle, Rasul'ün yaptıklarının her şeyden önce hedeflerinin çok iyi tespit edilmesi gerektiğini, illetlerinin anlaşılması gerekliliğine atıfla, Peygamberin sünnetine tabi olmanın onun her hareketini şekli manada taklit etmek demek olmadığına işaret etmekte ve Hz. Ömer'in Rasul'ün uygulamalarındaki hikmeti/illeti kavramaya dönük cehdini örnek vermekte.
Kur'an ve Sünnet'in Müslümanların birlik içinde olmalarını, tefrikaya düşmemelerini tavsiye ve emir ettiğini belirten yazar, 'cemaat' kelimesinin de bu birliği ifade eden siyasi manayı içeren bir kelime olduğunu söylemekte. Ancak sonrasında İslam cemaatinden ayrılan kimseye ilişkin verdiği bir rivayetle, usuli ve siyasi tenkidi devre dışı bırakmakta. Peygambere atfedilen ve Huzeyfe'ye iç karışıklıklar, fitneler zamanında ne türlü hareket etmesi gerektiğini ifade ettiği 'Müslümanların cemaatine ve imamına tabi ol. Cemaat ve imam bulunmadığı takdirde, o devirde gördüğün bütün fırkalardan uzak dur' rivayetinde iki noktaya temas etmeliydi; İlki, hadis kaynaklarında 'Fiten Hadisler' başlığı altında toplanmış çok sayıda rivayetin 'peygamberin bilgi kaynağı/gayb bilgisi' çerçevesinde kritik edilerek, tenkidi bakışla rivayeti ele almalı idi. İkinci olarak da böyle bir rivayetin siyaseten Emevi otoritesi tarafından muhaliflerin toplum nezdindeki gücünü, irtibatlarını kırmak üzere ileri sürülüp sürülmediğine dair tahkikte bulunmalı idi. Yani günümüz egemenlerin muhalif hareketleri, söylemlerini marjinalleştirmek adına ürettiği kavramlara benzer şekilde, acaba hadis edebiyatında sıkça karşılaşılan 'Fitne Dönemi', 'Fitne Hareketleri', 'Bidat Ehli', 'Birlik Yılı' vb. kavramsallaştırmaların o dönemin egemenlerince üretilmiş olabileceği ihtimalini de içine alan siyasi bir tahlille ele almalı idi.
Sonuç
Said hoca, İslam dünyasının içine düştüğü acziyet durumunun sebeplerini ortaya koymaya çalışan gayretleriyle tanınan bir kimse. Siyasi-ictimai Hadiselerle, Hadis Münasebetleri, İslami Tenkid Zihniyeti ve Hadis Tenkidinin Doğuşu, Hilafetin Kureyşiliği, Hz. Peygamber ve Kur'an Dışı Vahiy, Kültürel Mirasımızı Tenkid Zarüreti' gibi önemli çalışmaları da bulunmakta. Mehmed Said hocanın her zamanki kibar ve yapıcı üslubu, eserinde yine göze çarpmakta.
Hadis Tedkikleri isimli bu eserin tartışmalı noktalarına rağmen, hadis veya sünnet konuları üzerine okuma yapanlar açısından kütüphanelerinde bulunması gereken değerli bir kaynak olduğunu da ifade etmemiz gerek.
Dipnotlar:
1) M.Said Hatiboğlu-Hadis Tedkikleri-Otto Yayınları S.13
2) A.g.e. S.16
3) A.g.e. S.33
4) A.g.e. S.37
5) A.g.e. S.39
6) A.g.e. S.40
7) A.g.e. S.43
8) A.g.e. S.45-46
9) A.g.e. S.49
10) A.g.e. S.86-87
11) A.g.e. S.89
12) A.g.e. S.122
13) A.g.e. S.126
14) A.g.e. S.126
15) A.g.e. S.137-138
16) A.g.e. S.142
17) A.g.e. S.155
18) A.g.e. S.161
Bülent Gökgöz / Haksözhaber