İslami siyasi düşüncenin tarihi ekseni

AHMET MURAT KAYA

Hz. Muhammed (sav) ile Risâlet’in son halkası tamamlandı. Allah Resulü, dışlanma, zulüm, hicret ve savaş ile geçen ağır bir süreci, başarı ile tamamladı. Allah’ın Kitabı ve dini kemale ulaştı. Risalet kurumunun kendisine yüklediği görevini hakkıyla tamamlayan Muhammed (sav) vefat etti. Bu dönem, Allah Resulünün hayatta olduğu, soru ve sorunlara bizzat yetkili sıfatı ile çözümlerin sunulabildiği ilk dönemdir. İslam tarihi hangi kategori altında incelenirse incelensin, çekirdek ve model olabilecek izler bu dönemde aranır. 

Fakat, Allah Resulü Muhammed’in (sav) liderliğinin doğal olması, bir başka ifade ile seçilmesinin Allah (cc) tarafından olması ve İslam öğretisinin başöğretmeni ve liderliği statüleri Allah (cc) tarafından belirlendiği için, İslam siyasi kültürünün yönetici seçiminin somut örneklerini bu dönemde bulmak oldukça zordur. Resuller ’in insanlığın ve müminlerin doğal ve meşru liderleri olması durumu siyasi bir tercih değildir ve seçilmesi insanların tasarrufunda değildir.

Geleneksel yaklaşımlarda, bu ilk döneme eklenen yirmi beş yıl daha sürmüş olan dört halifeler dönemi de eklenir. Sırasıyla Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’nin siyasi organizasyonun en tepesinde bulunduğu dönem, siyasi tez ve doktrinler için de bir başvuru dönemidir. Bu dönemde, Ebu Bekir Resul’ün vefatından sonra dar kapsamlı bir seçim ile, Ömer Ebu Bekir’in tavsiyesi ile, Osman Ömer’in talimatı ile kurulan yine dar kapsamlı bir şura ile ve Ali, Osman’ın katlinden sonra Medine halkının biatları ile göreve gelmişlerdir. Dört halifeler dönemi Sıffin Savaşı’na kadar sürmüş, bu savaştan dört yıl sonra Ali bir suikast ile vefat etmiştir. Ali’den önce Osman, Osman’dan önce de Ömer de benzer şekillerde, suikasta maruz kalmış ve böylece vefat etmişlerdi. Ömer’den önce Ebu Bekir ve ondan önce de Allah Resulü Muhammed, doğal sebepler vefat etmişlerdi. Bu noktada şu tespiti yapmak mümkün olacaktır; Risalet’in başlangıcından Sıffin savaşına olan dönemde liderler ölümleri gerekçesi ile siyasi görevini bırakabilmiştir (Belki Ali’nin durumu bu çerçevenin kısmen dışında olabilir; ancak o da son derece tartışmalı bir konudur).

Malik bin Nebi’nin “ruh dönemi” olarak tanımladığı bu ilk dönemden elimize kalan siyasi fikirleri analiz edersek iki ana başlık ortaya çıkacaktır. Birincisi siyasi liderin seçilmesi, ikincisi ise siyasi liderin görevini bırakması başlıklarıdır. Birinci başlıkta Resul Allah tarafından seçilmiş, Ebu Bekir dar kapsamlı bir seçim ve Ömer bir önceki siyasi liderin tavsiyesi ile göreve gelmiş, Osman yine dar kapsamlı bir meclis marifetiyle ve Ali, Medine halkının biatı ile göreve gelmişlerdir. Bu liderlerin hepsi de ölümleri nedeniyle aktif siyasi rollerini tamamlamıştır.

Sıffin savaşını Ali’nin kaybetmesi ile başlayan dönemden modern zamanlara kadar siyasi liderin seçilmesi babadan oğula geçen saltanatlar ile devam ederken, siyasi liderlik görevinin sonlanması ise liderin ölümü şeklinde bir hal aldı. Emeviler, Abbasiler, Selçuklular ve Osmanlı Devleti’nin yıkılmasına kadar bu siyasi model uygulandı. İlk dönemde, vefat etmek üzere olan liderin kendinden sonraki lideri tavsiye etmesi ile bu saltanat rejimi arasındaki temel fark, yeni liderin saltanat dönemlerinde babadan oğula ya da kardeşe geçmesidir ki bu uygulamaya ilk dönemde rastlanmaz (Hasan ve Hüseyin’in babalarından kalan siyasi miras için mücadeleye giriştiği, dolayısı ile babadan oğula siyasi liderliğin geçmesinin ilk örneği olarak görmek de mümkündür).

Emeviler döneminde, devlet bürokrasisinin ana gövdesini Araplar oluşturuyordu. Fakat zamanla genişleyen İslam Devletinin sınırları, ana dili ve etnik kökeni Arap olmayan insan kitlelerini de kazanmayı başardı. Mevali ismi verilen (azat edilen köle) bu kitlelerin devlet işlerinde rol alamaması onları ilmi konular ve özellikle Arapça konusunda uzmanlaşmalarının yolunu açmıştır. Bu durum ulemanın büyük oranda Mevali, siyasilerin ise Araplardan oluşması gibi bir durumu ve haliyle bir rekabet ortamını da yaratmıştır. Malik bin Nebi’nin “akıl dönemi” olarak nitelediği bu dönemde, İslam Devleti hem askeri başarılar hem de ekonomik bir parlama dönemine şahit olmuş, zaman zaman siyasi otoriteye isyan hareketleri baş göstermiş olsa da büyük oranda bastırılmıştır. Kadim dünyanın tüm alanlarında, Arabistan, İran, Mezopotamya, Mısır, Irak, Filistin, Azerbaycan, Özbekistan, Libya, Tunus, Cezayir ve İspanya’da ilim dili Arapça olmuş, dönemin en başat siyasi ve askeri güçleri olan Pers ve Romalılar karşısında kesin zaferler kazanılmıştır. Üstelik bu askeri-siyasi başarılar yanında, çok az devlet tarihinde görülecek şekilde sosyolojiyi de kazanmayı başarmışlar, daha önce başka dinlere mensup olan halklar kitleler halinde İslam Devleti’nin tebaası olmuşlardır.Bu tebaa olmanın keyfiyetinin gönüllülük ve kılıç korkusu ile olup olmadığı da tartışma konusudur.

Bu dönemin ana karakterine baktığımızda, siyasi iktidarın istikrarı ve buna bağlı olarak siyasi iktidarın Araplığı ilk göze çarpan hususlardır. Gerek devletin organizasyonu gerekse İslam’ın kabul edilebilir yorumları için pergelin ayağı Bedevi Arap Kültürü’ne saplanmış, İslam’ın nasıl hayat ile buluşacağının cevapları, daha önceki nesillerin tecrübeleri ile anlaşılmıştır. Seleflerin (önceki öncülerin) açtığı yol ve anlam gerek siyasi gerekse sosyal alanda dominant bir epistemolojik bağlam üretmiştir.

Bu dönemin en dikkat çekici unsurlarından bir diğeri de çiçeği burnunda İslam Devletinin kadim dünyanın imparatorluk mirasları ile buluşması olmuştur. Başta Perslere ait tanrı-kral anlayışı, Mısır’da Hermesçilik ve kuzeyde Roma’nın yüzyıllar içinde oluşturdukları siyasi ve sosyal modeller ile bir etkileşim dönemi Emeviler döneminde başlamıştır. Hristiyanlar, Yahudiler, Kıptiler, Mecusiler İslam Devletinin birer yurttaşı olmuş, bazıları İslam’a geçerken bazıları ise eski dinlerinde kalmayı yeğlemiştir. Bu dil, din ve etnik açıdan heterojenlik durumu karşılıklı etkileşimler ile bugüne kadar süregelmiştir.

Emevilerin siyasi zaafları ile Mevalilerin şikayetleri artması birleşince yaklaşık doksan yaşındaki Emeviler Devleti yıkıldı. Yerine kurulan Abbasiler Devleti, başta Mevaliler olmak üzere büyük bir halk desteği ile yönetime geçti. Emevi Sultanı olan İkinci Mervan’ı öldürerek hakimiyeti ele geçirdiler.

Siyasi iktidarın, başından beri Ali’nin hakkı olduğunu savunan, Emeviler, Osman, Ömer ve Ebu Bekir’in çeşitli hileler ile iktidarı ele geçirdiğine inanan bazı Mevaliler, soyu itibariyle Resul ve Ali’ye uzanan Abdullah bin Saffan’ın devletin yöneticisi olması konusunda başarılı oldular. Mevali devrimcilere göre, böylelikle halifelik olması gereken kan bağına ulaşmış, başından beri yönetici olması gereken soy iktidara ulaşmıştır.

Malik Bin Nebi’nin “çöküş dönemi” olarak adını verdiği bu dönem, İslam Devletinin kadim Pers-İran kültürü ilekaynaşma içine girdiği bir dönem oldu. (Aslında İran ile temas daha önce Hüseyin’in eşi Şehri-i Banu üzerinden kurulmuştu ki Şehri-i Banu Gazele, Sasani hükümdarı Nuşirevan’ın kızıdır. Kanaatimizce İranlıların Hüseyin’e olan sevgisinin temeli buraya dayanır) Devlet idaresinde bulunması gereken “seçkin soy” söylemi en karakteristik etkilenme olarak görünüyor. Emeviler döneminde, siyasi bir modelden ibaret olan babadan oğula geçen iktidar modeli, Abbasiler ile İslami(!) kavramsal zemine ulaşmış, reel politik zemin dışında itikadi bir form kazanmıştır. Bunun yanında, sanat, ilim ve edebiyatta kadim Pers kültürü Arapçaya çevrilirken, Arapça olarak kaleme alınmış çok sayıda eser de Farsçaya çevrildi. Bu dönemde aynı zamanda, İran’ın fethi döneminde Hindistan’a kaçan Mecusi ulema ve ideologların geri dönüşüne rastlarız. Cabiri’nin “tedvin asrı” olarak isimlendirdiği ve hemen hemen tüm İslami ıstılahın üretildiği dönem, Abbasilerin ilk dönemine denk gelir. Gerçekten de bugün, Cahili Arap Kültürü ve İslam’ın ilk dönemlerini kapsayan bilgilerin ekseriyeti bu müktesebat üretim döneminde oluşmuştur. (Cabiri bu hareketin Abbasiler Devletinin bir kültür operasyonu olduğunu iddia eder.)

Emeviler döneminde seleflerin örnekliği ile şekillenen epistemolojik zemin, Abbasiler ile büyük oranda doğu mistizmi ve batıniliğe doğru evirildi. Aklı daha merkezi bir konuma yerleştiren kişi ve mezhepler olduysa da etkileri uzun süreli olmadı. Devlet’in idaresi yine saltanata dayalıydı ve halife ancak ölürse siyasi görevi son buluyordu.

Abbasiler sonrasında, Selçuklu ve Osmanlılar ile görece seküler saltanatlar dönemi başladı. Saltanat kurumu olduğu gibi korundu, devletin temel gelir kaynağı ganimet olarak kalmaya devam etti. Dikkatli bakıldığında, Emevi, Abbasi ve hatta muhalefet için bile iktidarın babadan oğula saltanat ile geçmesi bir ayrılık konusu değildi. Anlaşamadıkları nokta, babanın ve oğulun kim olacağı idi.

Osmanlılar döneminde, Abbasîlerden bu yana devam eden İrani kültür etkisi kırılmaya çalışıldı. İran-Türk rekabeti sonucu, Osmanlı Devleti Sünni-Hanefi yorumları baskın bir devlet ve sosyolojiye doğru dümen kırdı. Doğrusunu söylemek gerekirse hem siyasi hem ekonomik açıdan hem de halkı ile barışık olmak açısından en dikkat çeken dönem Osmanlılar Dönemidir. Osmanlılar döneminde, daha öncekilerine göre siyasi-itikadi kamplaşmalar çok azdır, ekonomik refah yüksektir ve devletin gelirleri ganimet dışında alternatif kaynaklar ile donanmıştır.

Doğuda bunlar yaşanırken, Kuzeybatı Afrika ve İspanya’da bir süre hüküm süren Endülüs Emevi Devleti de daha akılcı bir selefi yorum oluşturmak için çabaladı. Ancak, Endülüs’te de devlette saltanat hakimdiama bir devlet geliri olarak fetihleri kullan(a)madılar. Daha sonra o bölgede kurulan Murabıtlar devletinde de durum aynıdır.

İşte bugün İslami siyasi tezlerin kendilerine meşruiyet aradığı, önerilerine deliller getirdiği alan kısaca budur. İslami düşünce üzerine yorum yapan, öneri getiren ve modern kuşatma karşısında bir çıkış yolu arayan, bir örnek ile bugüne taşınabilecek bir değer üretmeye çalışan düşünürlerin radarlarını açtığı tarihi tecrübe ana hatları ile bu şekildedir.

Devlete karşı muhalif bir söylem geliştirmenin kodları, ahlaki ve ilmi delil altyapısı çeşitli siyasi akımların (haricilik, mutezile gibi) tarihinden çıkarmak elbette mümkündür. Ama yöneticisi Müslüman olan bir İslam Devleti teorisinin çok ciddi iki sorunu karşımızda durmaktadır.

Bunlardan ilki, Müslümanların lideri (Emirül müminin) nasıl seçilecektir? Ömer’in kurduğu meclis dışında, bu seçimin mahiyeti konusunda ciddi bir örneklik görünmüyor.

İkincisi ise daha büyük sorundur; İslam Devletinde görevini iyi yapamayan bir lider nasıl ve hangi yolla azledilecektir? Bu sorun hakkında elimizde biricik örnek olarak, Osman’ın halli ve katli durmaktadır.

Bu makalede siyasi İslami teorilerin tarihi dinamiklerine özet bir bakış yaptık. Görüldüğü üzere, yukarıdaki her tarihi malumat son derece yoruma açık, son derece tartışmalı bir alanı işaret ediyor. Her dönem hakkında yazılmış milyonlarca sayfa kitap ve makale var. İster darbeci ister monarşi ister devrimci veya demokrat olsun İslamcılık kanallarının hepsi yukarıdaki müktesebata başvuruyor. Bu müktesebat birikiminden mezhepler, siyasi ekoller ve davranış modelleri gelişmiş. Bırakın homojen bir İslami siyasi ahlak modeli üretmeyi, tam tersine ihtilafların ana kaynağı olmuş bir birikime bakıyoruz. Bu müktesebatın Müslimlerin gelecek tasavvurlarını kuracakları bir alan olduğu şüpheli; zira bilgilerin hepsi zanni, siyasi bir filtrelemeden geçmiş, yerel alışkanlıklar içine nüfuz etmiş.

Peki ne yapacağız?

Öncelikle içimizdeki fitne korkusunu yenmeli, eleştiri ve sorgulamayı geliştirmeliyiz. Kur’an sürekli olarak bu sorguyu diri tutan bir metindir. Üstelik tüm gelişmiş toplumlar, kendi tarihleri ve hataları ile yüzleşebilen bir yapıya sahiptir. Sorunlarımıza çözüm bulmak konusunda samimi isek, üzerine yaslandığımız bu kültürel miras ile hesaplaşmadan, o miras ile olan ilişkimizin sınırlarını belirlemeden bir adım atamayacağımız gün gibi ortadadır.

Zihniyet atlasımızı, düşünme yöntemlerimizi, değerlerimizi, varlığa ve olaylara karşı alacağımız tavırları hangi bilgi kümesinin beslediğine, Allah’tan gelen kesin bilgi ile hangi noktalarda ayrışıp, örtüştüğüne bakmadan bir özeleştiri kültürü ve geleneği üretmek imkânsız görünüyor. Yukarıda anlatmaya çalıştığımız tablo son derece ihtilaf üreten, bir türlü net fikirlere ulaşamadığımız, ne söylersek söyleyelim emin olamadığımız bir tablo. Bu tabloya bakarak, yüzyıllar içinde mezhepler, ekoller, farklı siyasi davranışlar ve itikatlar oluşmuş. Üstelik bizler bu mezhep veya itikatlardan herhangi birine girip huzur da bulamıyoruz.

Eğer kimliğimiz ve taşıdığımız kültür ile soğukkanlı olarak yüzleşmeye başlamaz isek, kendimizi tanıyamaz, hayatın gerçekleri ve Allah’ın kitabı arasında bir bağ kuramayız. Eğer bu konuları yazmaz ve konuşmaya başlamaz isek, her fırsatta kapitalizme kaptırdığımız “uzman din adamları” bu alanı bir pazar yapmaya devam edecekler. Öyleyse başlayalım; zihin konforlarımızı bozacak, bize kendi açıklarımızı gösterecek, sinir bozucu şu konulara cesaret ile bir giriş yapalım. Allah kalplerde olanı bilir.