İslami Mücadele ve Üniversiteler

BAHADIR KURBANOĞLU

İslami hareketlerin üniversitelere yönelik faaliyetleri 1990’lı yıllarda hız kazanmıştı. Bu yıllar aynı zamanda imam hatip liselerinden hazır potansiyel olarak gelen genç kardeşlerimizin, bilinç ve pratik düzeyindeki kazanımlarını üniversitelere aktardıkları yıllar olmuştu. 28 Şubat döneminde ortaya konan eylemliliklerin tabansal gücü de bu evreden önce yapılmış çalışmalara dayanıyordu.

Eylemlilik süreçleri bu çabaların bir neticesi olmakla birlikte, aslında üniversitelerdeki faaliyetler potansiyelin okuma, tartışma, düzenli/sistemli çabalarla çalışma grupları oluşturma ve üniversite içi siyasal-kültürel gündemler oluşturma çabalarıyla atbaşı gidiyordu. Hayatın vazgeçilmez alanlarından biri olan ve genellikle hayat tercihlerinin, dünya görüşlerinin somutlaştığı evre olan bu dönem, bilimsel bilgiyi elde etme ve rızık kazanmaya bir hazırlıktan çok öte anlamlara sahipti o dönemlerde.

Neo-liberalizmin etkilerinin yavaş yavaş hissedilmeye başlandığı, imam hatiplerin tırpanlandığı, başörtülülerin okullarından atıldığı bir süreçten üniversitelerin etkilenmemesi de mümkün değildi, böyle de oldu.

Dolayısıyla yaklaşık yedi-sekiz yıldan bu yana üniversitelerden istenilen verimlerin alınamaması bir vakıa. Ancak üzerimizde sorumluluk olan bir vakıa da, İslami mücadelenin her şart ve zeminde sürdürülebilir olduğunun ispatlanması!

Binaenaleyh, bu yazının konusu da 28 Şubat’ın mutad bahanelerin üretilmesine sebebiyet veren yönlerinin irdelenip “Şu şu sebeplerden ötürü elimizden daha fazlası gelemiyor”u tartışmak değil, mevcut konjonktürde neler üretebileceğimizdir.

Sorunları Değil Sorumluluklarımızı Konuşalım!

Mü’min olmamızın ön şartlarından biri de içinde bulunduğumuz koşulları her ne pahasına ve her ne şartta olursa olsun, kendi gündemlerimize evriltebilmektir. “Okuldan eve”, “Okuldan dışarıdaki kültürel faaliyetlere” gibi seçeneklerimizi zorlayacak, “Okulda, Okul için, Okuldakiler için”e dönüştürebilecek yollar olduğunu gözlemleyebiliriz.

Bir şeyleri yapamamayı konuşmak, tahlil açısından anlamlıdır. Ama bir şeyler yapamamayı sürekli konuşmak ve bunu bir kanıksama, bir ruh hali ve bir kimliğe dönüştürmek bizleri ye’se düşürür. Kimliğimizin oluşumunu akamete uğratır. Hayatın tüm handikaplarına rağmen bir direniş ahlakı oluşturma çabalarına ket vurur.

O halde yapamamayı, içinde bulunduğumuz koşulların olumsuzluklarını, imkanlarımızın sınırlılığını değil; ‘Neyi?’, ‘Ne kadar?’ ve ‘Nasıl?’ yapabileceğimizi konuşmalıyız, diye düşünmekteyim.

Üniversitelere bu anlamıyla baktığımızda yapacaklarımız çok fazla. Hele ki tevhidi bilinci kavramış genç arkadaşlarımızın hayatın 4-5-6 yılını oluşturan bu evreyi en verimli şekilde geçirmeleri mü’min olmanın farizalarındandır.

Mefhumu muhalifinden düşünecek olursak böylesi uzun bir dönemi atıl bir vaziyette, sadece rızık alanını kapsayacak olan bilgiyi (ve diplomayı) edinmenin hedefleriyle donatmak, Allah’ın bizler için sünnetullah olarak belirlediği iki alanı inkar etmek anlamına geldiğini düşünmekteyim:

1)    Bunlardan ilki ‘ölüm’dür. Hayatın tüm yapıp etmelerinin bir oyun ve eğlenceden ibaret olduğunu, bu anlamıyla hayata anlam veren şeylerin Rabbin tüm insanlığa bahşettiği evrensel değerleri yaşamak ve yaşatmak olduğunu bize hatırlatan en yakin bilgi ve hakikat ‘ölüm’dür.

Ölümün zamanını bilemememiz, bizi kuşatan her anı, yani zamanı/asrı, Rabbimizin üzerine yemin etmesine sebebiyet veren bir bilinci kuşanmakla geçirmemiz gerektiği zorunluluğunu bize hatırlatır. ‘An’, ‘Zaman’, ‘Evre’ ne dersek diyelim kendi içinde başlı başına önemli ve değerlidir. “Bir işten boşaldığımızda, başka birini kuşanmamız gerektiği” ilahi buyruğu da aslında buna işaret eder. Dolayısıyla hayatı ‘önemli olan kesitler’ ve ‘gelip geçici kesitler’ olarak ayrıştırmamamız gerektiğini de bizlere öğretir. İçinde yaşadığımız an önemlidir; çünkü her an ölebiliriz. O halde sorumluluklarımızı erteleyemeyiz. Üniversiteyi geçici, arızi bir alan olarak görüp, ona sanki hayatın dışında bir alan muamelesi yapamayız. Ölüm bizi üniversitede okurken de bulabilir.

2)    Başörtülü bacılarımızın yaşadıkları tecrübeler de bizlerin hayata bakışının Kur’anileştirilmesi gerektiğini öğreten büyük bir sınav alanını kapsar. Tüm umutlar, gelecek projeleri, hayatı anlamlı kılan değerler bu büyük sınav alanının, insanın zannettiklerinden, beklentilerinden ve geleceğe dair anlamlı kıldıkları alanlardan daha önemli olduğunun habercisi olmuştur. Bu ibretlik süreç, on binlerce insanın ve onlarla birlikte koca bir toplumun sınandığı ve bu sınav vesilesiyle neyin ne kadar önemli olduğunun Rabbimiz tarafından bir deprem etkisiyle bizlere öğretildiği bir süreçtir. On yıl önceki bir neslin topluca yaşadığı bu sınav, hiç şüphesiz yeni nesiller açısından da hayatın her alanında bireysel tecrübeler olarak farklı bağlamlarda yaşanan tecrübelerin anlamını ortaya koymaktadır. Onlar öyle sınandılar ve sınanmaya devam etmekteler; peki ya bizler? Farklı bağlamlarda da, benzer imtihanlarla sürekli muhatap değil miyiz? Bitmeyen ve devamlılık arz eden şey sürekli sınandığımızdır. İşte üniversite bu anlamda da sınav alanlarımızdan bir alandır. Şartlar ne olursa olsun bu, üniversitenin de bir sınav alanı olduğu gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır.

Muvahhid Gençler İçinde Bulundukları Alanı Bereketlendirmekle Yükümlüdür!

“Bu ortam kültürümle uyuşmuyor!”, “Ne yapsak nafile!”, “Genel bir pasifizasyon var!” vb. söylemler muvahhid gençlerin sözlüğünde yer almaması gereken kelime ve tespitlerdir.

Genellikle Kürt illerinden gelen kardeşlerimizin şikayetlerinden biridir bu ‘kültürel uyuşmazlık’ meselesi. Elbetteki basite alınacak bir husus değildir. Ancak -en azından-mesela İstanbul gibi büyük metropollerde bu bahanenin ardına gizlenilmemesi gerektiğini düşünmekteyim. Zira aynı sözü söyleyecek binlerce genç, ülkenin dört bir yanından bu şehirlere akın etmektedir. O halde hiçbir şey yapamıyorsak, en azından bu ‘kültür uyuşmazlığı’ çeken yüzlerce arkadaşa, gence ulaşmak mümkündür. Memleket kültürü bir yana, hiçbir ortam bizlerin ortak kültürü olan İslam’la zaten uyuşmamaktadır. Dolayısıyla bu başat bir engel değil, olsa olsa neler yapılması gerektiğinin fıkhını gerekli ölçülerde üretememişliğin getirdiği bir bahanedir. Hiçbirimizin bu bahanenin ardına gizlenmeye hakkı yoktur, diye düşünmekteyim.

“Ne yapsak nafile!” gibi bir tespit de Ne yapıldı da sonuç alınamadı? sorusunu getirir. Bu tespit olsa olsa çokça çabaların ardından söylenegelmiş bir ara tanımlama olabilir. Zira külli anlamda “Çok çalıştık ama olmadı!” gibi bir tespit anlamlı değildir. Beklentilerin niteliği ve niceliği ile alakalıdır. “Ne yapılmak isteniyordu da olmadı?” sorusu tahlil açısından daha anlamlıdır. En azından hedefler ve o hedeflere ne kadar ulaşılabildiğinin anlamlı tartışmalarını içerir. Ama hepsinden önemlisi bu “Ne yapsak nafile!” cümlesini tamamen dağarcığımızdan çıkarmaktır. Çünkü “Allah, yolunda gitmek isteyenleri yollarına eriştirir.” ve “İnsan için ancak emeğinin karşılığı vardır.” O halde beklenti çıtalarımızı yüksek bile tutsak, önemli olan bir hareketlilik halini disiplinle birleştirip kuşanmaktır. Önemli olan öncelikle hareketin kendisidir. Öğretici ve eğitici olan da budur. Mazeretler hareket etmemeye dönük olarak değil, hareket ederken yapılan hataları/eksikleri tartışırken sıralanabilir belki. Zaten buna da mazeret değil, tecrübeleri geliştiren istişari önermeler demek daha doğru olur.

“Genel bir pasifizasyondan” dem vurmak da aynı bahaneler zincirinin bir halkasıdır. Önemli olan bizlerin bu pasifizasyon sürecini besleyen bir anlayışı kuşanmamış olmamızdır. Çünkü her hal ve şarta uygun çözümlemelerimiz bizlerin neler yapabileceğinin yol işaretlerini oluşturur.

Bütün bunları somutlaştırmamız gerekirse:

1)    Her yönden elimiz kolumuz bağlı bile olsa, çevremizdeki tekil şahsiyetlerle geliştirmemiz gereken bir tebliğ ilişkisi yok mudur? Eğer bu kişiler tevhid mesajından uzaksa, her gün selamlaştığımız bu insanlar hem cehenneme gitmekten kurtarılmalı, hem de İslami harekete kazandırılmalıdır.

2)    Her fakülte kendi şartlarını gözlemelidir. Neler yapılabilirin cevabı bazen kampüsten kampüse, fakülteden fakülteye değişebilmektedir. (Bazı üniversitelerin imkanları diğerlerine nazaran daha geniştir ama bazı ortamlar da ideolojik açıdan farklı imkanlar sunar. Boğaziçi-Bilgi gibi üniversiteler ile İstanbul Üniversitesi arasındaki farklar gibi)

a)    Ortak hassasiyetlere sahip Müslüman öğrencilere istişare zemini sağlayan bir platform ve bu platformda ortak faaliyetler üretme.

-          Okul sorunlarına ilişkin olarak.

-          Siyasi gündemlere ilişkin basın açıklaması, eylem vb.

-          Yıllık bir fihrist oluşturup önemli gün ve olaylarla ilgili Müslümanların sözünü genel kitleye ulaştırıcı faaliyetler üretme.

b)    Faaliyet zeminini kurumsallaştırmak açısından bir kulüp açmak. (Kültürel faaliyetler üzerinden siyasi-fikri tartışma/paylaşım zeminlerini oluşturmak)

c)    Kitap standı. (Fikri zemini genişletmekten öte, tanışma zeminlerini artırma amaçlı.)

d)    Siyasi gündemlere yönelik söz söylenebilecek bir duvar gazetesi.

e)    Dışarıdan konuşmacı çağırıp gündem oluşturma. (Hem fikri zemini besleme, hem de farklı insanlarla tanışma zeminini oluşturma anlamında panel, forum vb. düzenleme.)

f)    Fakülte yakınlarındaki ev, mescid gibi ortamlardan faydalanarak çalışmalar üretme.

g)    Periyodik kitap okuma ve tartışma gündemleri ve ortamları oluşturma.

h)    Periyodik olarak o haftanın ya da ayın gündem konularının tartışılmasını sağlayacak oturumlar belirleme.

i)     Karşılıklı ziyaretleşme. (Özellikle Ramazan ayı iftarlarını bu zemini güçlü kılmak için vesile edinme)

j)     Liseli gençlere dönük faaliyet zeminlerini, imkanlarımızı paylaşıp yardımlaşarak oluşturmak. İlköğretim seviyesindeki çocukları yetiştirme sorumluluğu üstlenmek. (Bu hedefler doğrultusunda bir gelenek oluşturmaya çalışmak.)

k)    Farklı semt ve şehirlerdeki üniversite öğrencileri arasında koordinasyon oluşturma zemini yakalama çabası.

l)     Yaz aylarını en verimli şekilde geçirmenin yollarını arama. (Konulu kitap okumalarının yanında, 1’er haftalık kamp programları dahilinde tanışma, kaynaşma, tecrübelerin aktarılması ve gelecek yıla hazırlık.

m)  Farklı ideolojik öğrenci örgütlenmeleriyle ortak gündemlerde, ortak etkinlik arayışları.

Bu seçenekleri çoğaltmak mümkündür. Kendi imkanlılıklarımızı fıkhetmek bir zorunluluk olduğuna göre, üniversite öğrencilerinin bir araya gelip, kendilerinden önceki nesillerin tecrübelerinden de faydalanarak yukarıda sözünü ettiğimiz alanları zorlamaları gerekmektedir.

Bu faaliyetler aynı zamanda üniversite sonrası hayata hazırlığın da bir evresidir. Hayata dair sağlıklı düşünceler ve pratiklerle donanmanın bir ayağı da bu çaba/çalışmalardır.

Atıllaşma” ve “entelektüalizm” hastalıklarına düçar olmamanın yegane reçetesi de bu sürecin sorumluluklarını yüklenmektir diye düşünmekteyim.

Öğrencileriyle dersler yaptığı üniversitedeki odasının kapısına “Mühendis olmayan giremez!” notunu düşen Malik bin Nebi’nin bir sözüyle bitirelim:

“Üniversitede açılan bir mescid, bin camiden hayırlıdır!”

Selam ve dua ile…