Sözlerine içinde bulunduğumuz dünyayı daha iyi analiz etmemiz gerektiğine vurgu yaparak başlayan Üzer; “Bu konuda çok kolay cevaplar veriyoruz. İçinde bulunduğumuz dünyayı ifade ederken çok basit argümanlarla bu meseleyi hallediyoruz. Yaşadığımız dünyada mevcut sistem sanki hududullah çerçevesinde bir yapı üzerine bina edilmiş gibi bir rahatlık ve vurdumduymazlık ile yaşıyoruz. ” diyerek çağın sorunlarına dikkat çekti. Meseleyi tarihsel perspektifi de göz önünde bulundurarak ele almamız gerektiğini söyleyen konuşmacı, insanlık tarihinin bu anlamda daima benzer bir trafikte seyrettiğini ifade etti.
“Müslümanlar Tarihi Süreçte Modern Dünyayı Yeterince İyi Tahlil Edemediler”
İnsanlık tarihinde bugüne kadar var olagelen diktatörlükler, değişen güç dengeleri, baskılar, zulümler gibi aşağı yukarı birbirine benzer sonuçlara sebep olan kırılma noktalarından en derinlikli ve geniş etki alanına sahip olanın “modernleşme” olduğunu belirten konuşmacı; Müslümanların bu durumu yeterince iyi kavrayamadığı ve tahlil edemediği gerçeğine vurgu yaptı.
Modern bir dünyanın insanı, yaradılış gayesinden nasıl saptırabileceğini, hangi enstrümanlara sahip olduğunu, siyasal, sosyal, kültürel, ekonomik, sportif vb. gibi hayatın bütün ünitelerinde onu nasıl kuşatabileceğini açıklayan konuşmacı; Müslümanların bu durumu iyi analiz edip üzerine derinlikli bir fıkıh üretmek yerine akımın rüzgarına kapıldığını, tefekkür edemediğini dile getirdi:
“İnsanlık tarihi; hiçbir evresinde, insan hayatını modernite kadar yönlendiren, dominant bir şekilde doğar doğmaz onu kayıt altına alıp ölümüne kadar kontrolü altında tutan bir hegemonya ile karşılaşmadı.”
“Tüm Dünya, Modernleşme Adı Altında Batı’nın Belirlediği Bir Paradigmayı Yaşıyor”
Batı'nın tarihinde yaşanan rönesans, reform ve aydınlanma süreçlerinin sonucunda ilahi ve metafiziksel olan her inancın insan hayatından koparıldığını ifade eden konuşmacı; ilahi olanın yerine bilimsel düşünceye ve pozitivizme dayanan bir yaşam tarzının getirilmiş olduğunu, bunun beraberinde ki modernleşme sürecinde oluşturulan paradigmaların da toplumlara dayatıldığını dile getirdi. Bu çerçevede oluşturulan ulus ve milliyetçilik paradigmalarının ise ilahi olanın yerine, oluşturulmak istenen bir yeryüzü cenneti amacı ile öne sürüldüğünde dikkat çekildi.
“Ulus ve Milliyetçilik Paradigması ile Kavmiyetçilik Aynı Şey Değildir”
İnsanın kendi dar çevresi/nesebi ile övünmesi ve kabilesi için savaşması gibi eylemlerin ilk insan topluluklarından günümüze kadar görülen vakalar olduğunu söyleyen Üzer, ulus paradigması ile kavmiyetçiliğin yakın ilişkili olmakla birlikte farklı olduğunu belirtti.
“Kilisenin sahadan çektirilmesi ile birlikte inşa edilen paradigma tıpkı din gibi, insanı doğduğu andan itibaren kayıt altına alan ona bir misyon yükleyen yani ne için yaşaması, ne uğruna ölmesi, kim için tazimde bulunması, hangi zemine kutsal demesi gerektiğini öğreten bir paradigmaydı ve bu ulus paradigmasıydı.” diyerek sözlerine devam eden Üzer; dünya siyasal sistemi ve devletler arası ilişkilerin dahi bu ulus paradigmasına göre düzenlendiğini ifade etti.
“Üzerinde Yaşanılan Topraklar Cennet Vatandır(!)”
Üzer; ulus paradigmasının, ‘üzerinde yaşanılan topraklar cennet vatandır.’ gibi söylemlerle, bu motivasyonu destekleyen marşlar ve bayrak gibi araçlar ile kutsal semboller oluşturularak, meşru bir zemine oturtulmaya çalışıldığı ifade etti.
Günümüz Müslümanlarının sadece haftanın belirli günlerinde Kuran çalışması yapmakla, ‘hakikatin bilgisine ve kimliğine sahip olduk’ demekle yetinmesinin yetersiz olduğuna dikkat çeken konuşmacı; modern cahiliye sistemi ile siyasal ve sosyal bakışımızın sürekli belirlenmeye çalışıldığını ve bizden sürekli biat istendiğini, bu duruma karşı daha net bir tavır ortaya konulması gerektiğini vurgulayarak sözlerini tamamladı.
Ardından soru-cevap kısmına geçilerek program sonlandırıldı.
Haber: Zehra Jiyan Çaltek