İslâmî kimlik krizi: Katılaşma ve flulaşma

Serdar Demirel

Tekfirci söylemler (kâfir sayma) epey bir zaman gündemimizi meşgul etti. Konu önemliydi, zira, Müslümanların vahdetini tehdit ediyordu.

Bu durum bize has bir mesele değildi elbet.

Dindarlara baskı oranının yüksek olduğu siyasi yapılarda, dindarlığın tehdit olarak algılandığı ceberut sistemlerin gölgesinde; Arap dünyasında ve özellikle de Mısır’da meydana gelmişti tekfircilik hareketi. Bireysel eğilimlerle ortaya çakan, sonrasında gruplaşan ve yaşanan siyasi krizlere paralel sistemleşen bu damar, bilahire tercüme yoluyla bizim coğrafyaya da musallat olacaktı.

Din içi, ama dini yanlış yorumlama anlamında bir aşırılığı ifade eden tekfirci eğilim, kökü sahabe dönemine uzanan bir bid’at fırka ile kurumsallaşmıştı tarihte. Hâriciler diye bilinen bu fırka, başta Hz. Ali olmak üzere birçok sahabeyi tekfir etmiş, bu zehirli söylemin bir gereği olarak, yine başta sahabe kanı olmak üzere nice masumun kanını akıtmış, yaktıkları fitne ateşiyle de Müslümanlara büyük bedeller ödeterek toplumsal istikrarı altüst etmişlerdi.

Tarih süreci içerisinde gücünü kaybeden bu fırkanın kimi yaklaşım ve söylemleri, modern zamanlarda ve modern formlarda her türlü hak ve hukuktan mahrum edilen kimi İslâmcı gençliğin eliyle, bihusus zindanların karanlık dehlizlerindeki işkence seanslarında, hem de Ehli Sünnet adına yeniden canlandırılacaktı. Konuyla ilgili detaylı bilgi isteyenler, bu oluşumun sosyal, siyasi ve fikrî ayrıntılarını detaylı inceleyen kitaplara müracaat edebilirler.

Mânidardır; neo tekfirci harekete karşı mukâvemet yine İslâmî hareketlerden geldi. Tekfirciliğin altyapısını oluşturan düşünce sistemini analiz eden ve argümanlarını çürüten birçok kitap ve makale yazıldı, araştırma yayımlandı. Câmianın kanaat önderleri konuya özen göstererek bu eğilimi marjinal kılmayı başardı. Tekfirci yapılanmalar ülkemizde de yok değil elbet, var ve olacak da. Ama sıkışmış alanlarda, küçük gruplar hâlinde, kendi kendisini toplumdan tecrit ederek yaşamaya ve çoğalmaya gayret göstererek.. Kimilerine göre bu gruplar büyük tehlike.

Kanaatime göre, bu kesimler Türkiye'de dinî tasavvuru kısmî olarak tehdit ediyor, büyütülmemeli. Kendi kendisini marjinalleştiren ve toplumla anlamlı diyalog kuramayan bu küçük gruplar, kendisine yakın duran renk tonajı farklı kardeş gruplarla meşguller, enerjilerini oraya istif etmiş durumdalar. Geniş kitleler üzerinde etkileri yoktur.

Ama "din algısı"na yönelik asıl tehlike, tekfir çizgisinin tam karşıtı olan, ibâhiyeci anlayıştan gelir. Bir nev’i insanları, İslâm'a rağmen, İslâm içi tutma gayretkeşliğinden.. Kırmızı çizgileri olmayan, takiyeciliği yaşam tarzına dönüştüren, sonra da onu din diye telakki eden anlayıştan. Tekfirci anlayış, dini katılaştırarak marjinalleştirip toplumdan tecrit ederken, bunlar da İslâm’ın net hükümlerini flulaştırıp anlamın erimesine öncülük ederek hiçleştiriyorlar.

Her geçen gün daha fazla kitleselleşen bu eğilim, Müslümanların şuur dünyasında; İslâm'ın sabitelerini sarsmaya, bir tür helal ve haram, şirk ve tevhid koalisyonu oluşturmaya başlamıştır.

Hz. Peygamber (s.a.v)’in; "Helaller bellidir, haramlar da bellidir" sözü orta yerde dururken, ibahiyeci söylemlerin etkisiyle meydana gelmiş şuur bulanıklığında, ne helaller bellidir ne de haramlar... Bir tür "Lâedrîye" (Bilinmezcilik/Agnostisizm) felsefi ekolünün muhafazakâr zeminde popülerleşmesidir yaşanan. Bir diğer ifadeyle, kadîm Mürcie'nin, 'Bir kişi iman ettikten sonra, günahları ona zarar vermez!' iddiasının postmodern argümanlarla tekrar karşımıza çıkmasıdır bu. Bu anlayış öze değil, biçime baktığından olsa gerek; Mürcie’yi bid’at fırka diye reddederken, içerikte gidip aynı anlaşıyla buluşabiliyor. İzahı kolay bir çelişki değildir bu!

İbâhiyeci eğilim dünyevîleşme eğilimlerinin tavan yaptığı, siyasi baskıların şirazeden çıktığı bir demde, “Ne yapalım, olmuyor, izin vermiyorlar” mazeretine sığınarak kendisini meşrulaştırıp taraftar topluyor..

Katılaşma ve flulaşma eğilimleri çoğu zaman da biribirinin varlık gerekçesi olarak yaşıyor. Şöyle ki; tekfirci çizgi, ibâhiyeci eğilimin İslâm karşıtı duruşunu dinî hükümleri koruma adına kendi katı söylemlerine meşruiyet gerekçesi olarak sunarken, diğeri de; tekfirci yaklaşımın yıkıcı, dışlayıcı ve ümmeti bir bölen söylemlerini kendi yorumuna payanda kılıyor. Paradoksal olarak da bu zıt algılar bir diğerinin aşırı söylemlerinden besleniyor.

Şuna inanıyorum: Kimlik kabûlünde kişinin kendi beyanı önemlidir. Bir kimse kendine müslümanın diyorsa, biz de öyle kabul ederiz. Ancak, bu; günahlar, kimi amel ve tasavvurlar imana zarar vermez anlamına gelmez. Bunun sınırlarını da şüphesiz yine din belirler.

Sözün özü, ifrat ve tefrit özünde dinde bir sapmayı ifade eder. Marjinal kalmış tekfircilik bu meyanda ifrattır ve tehlikelidir, lâkin asıl tehlike; kitleselleşme gücü yüksek ibâhiyeci zihniyetten gelmektedir.

Vakit gazetesi