HAKSÖZ HABER
İslamdüşüncesi.org Türkiye'de İslami hareket perspektifine sahip önemli isimlerle röportajlar yaparak İslamcılık hakkındaki literatüre kayda değer katkılar sunuyor. Zeki Savaş ile gerçekleştirilen soruşturmada Türkiye'de İslami hareketin vasfı ve örgütlenme biçimi analiz ediliyor.
İslamdüşüncesi.org
Zeki Savaş: İslami hareketlerin tamamen sivil toplum formuyla sınırlandırılması İslami hareketi amaç ve hedef bakımından daraltabilir
İslami Hareketleri tarikat, STK vb. yapılardan ayıran özellikler nelerdir? İslami Hareketlerin toplumsal hayatı ve yönetimleri etkileme gücü hangi boyutlardadır? İslami Hareketlerin öteki ile beraber yaşama anlayışı nasıl bir mahiyete sahiptir? İslam Düşüncesi sitesi olarak daha bir çok soruyu, "İslami Hareket" dosyasında Zeki Savaş'a sorduk.
1. İslami Hareket'in size göre tanımı nedir?
En geniş anlamıyla İslami hareket, İslami olma ve İslam’a uygun olma vasfını haiz her türlü amel ve düşünceyi karşılayan bir kavram olup fert veya topluluktan sadır olan soyut veya somut bir fiilin, hareketin ve eylemin dini ve İslami olduğunu bildirmektedir.
İslami hareket siyasi literatürde siyasi bir kavram olarak kullanıldığında İslam’ın genel hükümlerinin yanında devlet ve iktidarla alakalı hüküm ve tavsiyelerini de gözeten, bu bağlamdaki dini bildirimlerin hayata tatbikini isteyen düşünce, fiil ve organizasyonları ifade etmektedir. Bu nedenle devlet ve iktidarın alanına girmeyen, onların egemenlik sahasına ilişmeyen İslami düşünce ve ameller siyasi bir kavram olarak kullanılan İslami hareketin kapsamına girmez lakin 28 Şubat’ta olduğu gibi İslam’a topyekun cephe alma dönemlerinde apolitik İslami fiiller de İslamilik vasfından ötürü İslami hareket kapsamına alınabilmekte, İslami hareket en geniş anlamıyla siyasi bir kavram olarak kullanılabilmektedir.
2. İslami Hareket ve İslamcılık arasında nasıl bir ilişki vardır?
İslamcılık da İslami hareket gibi İslam’ın siyasi yönünü öne çıkaran İslam düşüncesi için kullanıldığından İslamcılık ile İslami hareket arasında doğrudan bir ilişki bulunmaktadır. İslami hareket ile İslamcılığın müteradif, eş anlamlı iki kavram olduğu söylenebilir. Çünkü bu iki kavramın odağında siyasetin tanzimi ve toplumun idaresi konularında İslami referansların dikkate alınması talebi bulunmaktadır.
Bu iki kavram arsındaki nüans, İslami harekette eylemselliğin öne çıkması, İslamcılıkta ise düşünsel yönünün ağır basmasıdır. Bu nedenle her İslami hareket ve onu oluşturanlar İslamcıdır ama İslamcı olan her fert İslami hareketin içinde yer almayabilir.
3. İslami Hareketlerin temel ilkeleri nelerdir? Bu ilkelerin hayata geçirilmesinde kabul görmüş yaygın yöntemler hangileridir? Bu temel ilkelerden ilkesel bir savrulma görüyor musunuz?
İslami hareketin temel ilkelerinin bir kısmı hedeflerle, bir kısmı da yöntemle alakalı olur. Hedefle ilgili olan ilkeler de İslam’i hükümler üzerine inşa edilir. İslam’i hükümler de sabit ve mutağğayir (değişken) olduğundan İslami hareketin temel ilkeleri de sabit ve değişken olmak üzere iki kısma ayrılmak durumundadır. Aksi halde zamanla sabit ve statik bir harekete dönüşür. Amelle ilgili olan adalet, ahlak ve mekasıd-ı şer’iye; inançla ilgili olan tevhid, mead ve nübüvvet gibi ilkeler dinin sabitelerindendir. Dinin sabiteleri İslami hareketlerin sabitelerinden olur, dinin değişken hükümleri de İslami harekete içtihat alanı açar.
Yöntem konusu ise tamamen içtihadi bir mevzu olduğundan her bir İslami hareketin metotla ilgili temel ilkeleri bir diğerine nisbetle farklılık gösterebilir. Ayrıca içtihat dinamik olduğundan içtihadi konular da değişen koşullara ve ihtiyaçlara göre yenilenir.
İslami hareketler siyasi içtihat mekanizmasını işlettiğinden fıkhi mezheplere benzer ve fıkhi mezhepler arasında ortak ilkelerin yanında her birinin kendine özgü disiplinleri olduğu gibi her bir İslami hareketin de kendine özgü ilkeleri olabilir. Bu nedenle İslami hareketler bir tür siyasi mezhepler olarak görülebilir.
İslami hareketin ilkelerinin belirlenmesi içtihat alanına girdiğinden bir hareketin ilkelerinden ayrıldığı, savurulduğu tespiti hangi kriterlere göre yapılacak konusu önem kazanmaktadır.
Bir hareketi bir başka hareketle kıyaslayarak ilkelerinden uzaklaşıp uzaklaşmadığına ilişkin varacağımız sonuç, bir mezhebi diğer mezheplerle kıyaslamaya benzer. Bir mezhebi hakkın merkezine oturtup ötekilerini ona göre değerlendirmemizde varacağımız sonuç ile bir İslami hareketi merkeze alıp diğerlerini ona nisbetle değerlendirmemiz de bizi benzer sonuca götürür. Bu türden değerlendirmelerdeki ısrar, mezhepler arasında savaşa ve hareketler arasında nizaa yol açar.
Bir hareketin savrulduğunun ölçüsü olarak o hareketin başlangıçta benimsediği kendi ilkelerini esas almak daha makul bir ölçü sayılır ancak şartların değişmesiyle, ilgili hareket kendi ilkelerinde değişime giderse ilkelerin saptanması içtihadi olduğundan ilkelerin değişmesi savrulma olarak nitelendirilemez ama ilgili hareket ilkelerinde bir değişikliğe gitmeden ameli olarak ilkelerine aykırı düşünsel ve ameli bir çizgiye yönelirse kendi ilkelerinden uzaklaşmış sayılır, savrulma hükmünü hakkedebilir.
Müslüman bir bireyin veya İslami hareketin temel ilkelerden uzaklaştığının, savrulduğunun en açık ölçüsü, dinin sabiteleriyle ve muhkem nasslarıyla ölçülebilir. Bu ölçü, bize dinin en genel çerçevesi içinde çoğulculuk imkanını, düşünce ve yöntem zenginliğini de sunar.
4. Dünden bugüne İslami hareketlerde (düşünsel, fıkhı ve pratik zeminde) bir değişim gözlemliyor musunuz? İslami hareketlerde düşünsel bir kriz görüyor musunuz?
1960’lardan 28 Şubat’a kadar olan döneme kıyasla sonraki dönemde Türkiye’deki İslami hareketlerin önemli bir değişim yaşadığı kanaatindeyim. Ben bu değişimi ‘sessiz değişim’ olarak tanımlıyorum.
28 Şubat’a kadar İslami hareketlerin gelecek tasavvurunu hakimiyetçi tez şekillendiriyordu. Kendi ideolojisini, egemenlik gücünü kullanarak yukarıdan aşağıya militarist yöntemlerle dayatan hakimiyetçi devlete karşı hakimiyetçi muhalefet oluştu. Muhalefetin ana bloklarını oluşturan solcular, Türk ve Kürt ulusalcıları ve İslamcıların tümü devlete ve topluma hakim olmayı, hükmetmeyi hedefliyordu. Devletin ve muhalefetin hakimiyetçi tercihi ortak ve şerik kabul etmeyeceğinden iki yönlü çatışmaya neden oluyordu. Birincisi, devlet ile muhalefet arasındaki çatışma. İkincisi devlete muhalif yapıların birbiriyle çatışması.
28 Şubat döneminde devletin İslami hareketin en geniş anlamı içine giren tüm yapıları düşmanlaştırıp nefes alamayacakları kadar baskılaması sonucu İslami hareketlerin önemli bir kısmının hakimiyet hedefine ulaşamayacağını anladığını düşünüyorum. Türkiye koşullarında hakimiyet hedefinin erişilebilir olmamasını ikrarın da yenilgi anlamına geleceği, temel bir ilkeden vazgeçildiği şeklinde anlaşılacağı varsayıldığından İslami hareketler konuyu tartışmaya açmaktan sakındı ve sessizliği tercih etti. 2002’ye kadar süren bu sessizlik, AK Parti’nin kurulmasıyla birlikte ‘sessiz bir tercih’e doğru evrildi.
2002’de yurt dışında iken hakimiyetçi tezi tartışmaya açtığımdan sonraki süreçlerde İslami hareketle ilgili şahsiyetlerle konuyu görüşmek istediğimde değerlendirmede bulunmaktan sakındıklarına, sessiz kalmayı ve sessizce geçiş yapmayı tercih ettiklerine mükerreren tanık oldum.
Kurucuları mütedeyyin muhafazakar olan ve kurumsal kimliğini ‘muhafazakar demokrat’ olarak beyan eden AK Parti iktidarı, düşmanlaştırılıp dışlanan dindar kesime iktidara ortak olma imkanı sununca, önceki mücadele tarzıyla neticeye ulaşmayacaklarını gören hakimiyetçi İslami hareketlerin önemli bir kısmı tedricen bu yeni imkanı denemeye istekli bir tutum göstererek iktidarın içinde veya çeperinde yer almaya başladı. Apolitik olarak nitelendirilebilecek yapılar ise başından itibaren tereddütsüz bir şekilde AK Parti’ye destek ve ortak olmayı tercih etti ki bu tercihlerinde bir çelişki bulunmamaktadır.
İslami hareketler açısından bu tercihin doğru veya yanlışlığından ziyade bu tercihin öncesiyle birlikte nedenlerinin, fikri temellerinin açık bir şekilde değerlendirmeye açılmamış olması önem arz etmektedir. Yol, yöntem ve metot değişebilir, değiştirilebilir lakin bu değişimin, düşünsel temellerinin kamuoyuna açık bir şekilde tartışılması yapılmadan sessizce gerçekleşmesi en basitinden kendine güvensizliğin alameti olarak okunabilir. Oysaki bu türden düşünsel ve pratik bir değişim yenildiysek yenilgimiz, yanıldıysak yanılgımız şeffaf bir tarzda tartışılarak gerçekleşmeliydi.
AK Parti iktidarları, Milli Görüş’ün gömleğini çıkardığını söylese de bazı nüanslarla esasen ‘Milli Görüş’ çizgisinin Türkiye koşullarında uygulanabilir olduğunun pratik göstergesi hükmündedir. Yıllarca bu çizgiye usul ile alakalı eleştiri yöneltmiş çevrelerin eleştirdikleri yöne yönelmeleri, düşünsel tartışmayı; sessizce yön değiştirmeleri ise eleştiriyi hakkeden bir değişimdir.
‘İslami hareketlerde düşünsel bir kriz görüyor musunuz’ şeklindeki sorunuzun cevabı bağlamında Türkiye’de hakimiyetçi tezi savunan İslami hareketler açısından yenilgi veya yanılgının tartışmaya açılmaması ve bu hareketlerin çoğundaki sessiz değişim, düşünsel bir krizin dışa vurumu olarak değerlendirilebilir.
Bu kriz Türkiye’deki İslami hareketlerle sınırlı olmayıp her bir ülkenin kendi koşullarıyla bağlantılı krizleri vardır. Afganistan’daki İslami hareketler Sovyet işgaline karşı cihat ederken Afgan halkına ve İslam dünyasına verdikleri umudu, işgal sonrasında aralarındaki farklılıkları otuz yıl süren bir iç savaşa dönüştürerek karşılıksız bıraktılar ve sadece Afganistan için değil İslam dünyası için de düşünsel ve pratik bir krizin ilk tetikleyicisi oldular. Yıpratıcı bir iç savaş sonucu tekrar iktidarı ele geçiren Taliban da dinamik fıkıhtan yoksunluğu nedeniyle iyi bir örnek oluşturmaktan hayli uzak gözükmektedir.
Şia tarihi açısından bin küsur yıllık bir mücadelenin sonunda gerçekleşen İran İslam devrimi daha on sekizinci yılında devrim için tehdit olarak gördüğü Hatemi’nin cumhurbaşkanlığı seçiminde yirmi milyon oy almasıyla toplumsal makbuliyet bakımından ilk krizle karşılaştı ve bu kriz sonraki yıllarda artarak devam etti. Bin küsur yıllık mücadelenin sonunda elde edilen mahsulün yirmi yılda makbuliyet krizi yaşaması düşündürücüdür. Makbuliyetin azalması, düşünsel ve ameli bir probleme işaret eder.
Bu konuda Kum kentindeki medrese hocalarından Hüccetülislam Muhammed Taki Ekbernejad’ın, İran inkılabının çoğulculuğu reddettiğini ve ötekilerini yok saydığını, böylece önceki rejimin yanlışlarını tekrar ettiğini söyleyerek İran tecrübesinin yüzleştiği krizin nedenlerine ilişkin yaptığı eleştirel analizleri, devrimin kurucu liderine ve rehberine yönelik değerlendirmeleri dikkat çekmektedir.
Türkiye’deki AK Parti iktidarları da İslam ülkelerinden bakıldığında İslami hareketin ve İslamcıların başarısı olarak görüldü veya onların hanesine yazıldı. AK Parti iktidarları da başarılı ilk on yıldan sonra düşünsel ve ameli krizler yaşamaya başladı ve bu kriz hali artarak devam etmektedir.
İran’da İslam temelinde devrim gerçekleşti, Türkiye’de mütedeyyin insanlar demokratik yöntemlerle iktidar oldu ve ıslahat sürecini başlattı lakin devrimin başarılı dönemi yirmi yılla, ıslahatın başarılı dönemi de on yılla sınırlı kaldı. Devrimde de ıslahatta da başarının sürdürülememesinin nedenlerini doğru anlamak, gelecek tasavvurumuzu şekillendirmede büyük önem arz etmektedir.
Irak, Suriye, Yemen ve Libya’daki iç çatışmalar da bu bölgelerdeki İslami hareketlerin düşünsel ve pratik açıdan derin bir krizin içinde olduğunu göstermektedir.
Başarısızlık ve krizler için bin sebep sayılabilir. Sebeplerin çokluğu ve haklılığı anlaşılabirdir ama sebeplerdeki çokluk, başarısızlığı haklı çıkarmaz. Çünkü başarı, bin tane olumsuz etkene rağmen arzulanan neticeye ulaşmaktır ve biz bugün o neticeden uzaktayız.
5. İslami Hareketleri tarikat, STK vb. yapılardan ayıran özellikler nelerdir? İslami hareketlerin STK’lar üzerinden yapılanmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu bağlamda amaç-araç ilişkisinin sağlıklı bir zeminde ilerlediğini düşünüyor musunuz?
İslami hareketleri tarikatlardan ayıran husus bir yönüyle öncelik meselesi, bir yanıyla da bütüncül ve parçacı yaklaşım konusudur. Tarikatlar, doğru ve yanlışıyla birlikte İslam’daki teorik irfanı kısmen ve ameli irfanı (tasavvufu) tamamen öne çıkaran yapılardır. İslami hareketler İslam’ın siyasi yönünü, tarikatlar irfanı tarafını öne çıkarmakta olup aralarında öncelik farkı bulunmaktadır.
İslami hareketlerin siyaseti öncelemesiyle birlikte İslam’ın tüm yönleriyle hayata tatbikini talep ettiklerinden daha bütüncül bir yaklaşıma sahip oldukları söylenebilir. İhvan hareketi başta olmak üzere birçok İslami harekette tarikatlardakine benzer ameli disiplinler görülmektedir. Bu zaviyeden bakıldığında İslami hareketler bir şekilde tarikatın öne çıkardıklarını içerirken tarikatlar İslami hareketlerin öne çıkardığını içermemektedir. Aralarında bütün-parça ilişkisi vardır lakin sömürge dönemlerinde bazı tarikatlar da sömürgecilere karşı savaş vererek politik rol üstlenmiş ve bir tür İslami hareketlere dönüşebilmiştir. Bu nedenle İslami hareketlerle tarikatlar arasında tek taraflı geçişken bir ilişkiden ya da tarikatın harekete dönüşebilme özelliğinden söz edilebilir
İslami hareketleri STK’lardan ayıran iki özelliğin altı çizilebilir. Birincisi menşe’ farkıdır. Vakıfların dışındaki STK türleri Batı medeniyet ve kültürüne, İslami hareketler ve vakıflar İslam kültür ve medeniyetine aittir. İkincisi, İslami hareket kuruluş felsefesi, amaç ve hedefleri itibariyle STK’ları bünyesine alabilir ama STK’lar amaç, hedef ve yöntem bakımından İslami hareketi kendi bünyesine alma kapasitesine sahip olup olmadığı tartışılması gereken bir konudur. STK’lar, İslami hareketin kurumlarından, çalışma alanlarından birini teşkil edebilir veya hareketin eğitim, insan hakları, çalışanların hakları, tabiatın korunması vb farklı alanlarındaki çalışmalarına katkı sunabilir. İslami hareketler çatı, STK’lar bu çatı altındaki bölmelerin bir kısmı hükmünde olabilir.
İslami hareketlerin bünyesinde STK’lar olabilir ve olmalıdır lakin İslami hareketlerin tamamen sivil toplum formuyla sınırlandırılması İslami hareketi amaç ve hedef bakımından daraltabilir, yöntem bakımından özgünlüğünü bitirebilir, özgürlüğünü STK’lar ile ilgili yasalarla mukayyet hale getirir ve yönetimini örtülü müdahalelere karşı korumasız bırakabilir.
STK’ların İslami hareket için uygun bir araç olup olmadığı konusu, bir diğer ifadeyle İslami hareket ile STK ilişkisi bütün boyutlarıyla tartışılma ve değerlendirmeyi ve müstakil bir dosyada ele alınmayı hakketmektedir. Bu dosyada konuyu derinlemesine ele alamayacağımızdan dolayı sadece bir hususa değinmekle yetineceğim.
Nev’i beşer yekdiğerinin tecrübesine muhtaç olup tecrübe intikalini kendi arasında gerçekleştirir. Tabii olan bu durumu sınırlandıran ve kontrol eden şey din, örf ve yasalardır. Bunlara aykırı olmamak veya bunlara uyumlu olmak kaydıyla tecrübe intikali hayatın doğal seyri içinde cereyan eder.
STK’ların Batı menşeli olması, salt bu nedenle kullanımına engel oluşturmaz. Nitekim bu bağlamdaki itirazlar STK’ların toplumumuz tarafından kabulünü engelleyemedi ve STK’lar toplumsal hayatımızdaki yerini aldı, alıyor.
Geçmişte de buna benzer örnekler bulunmaktadır. Tarihçiler İslam kültür ve medeniyetinin şekillenmesinde başat rol oynayan medreselerin yani o dönemlerin eğitim kurumlarının ilk olarak Orta Asya’da şekillenmesinde İslam öncesi bir din ve kültürden tecrübe intikalinin etkili olduğunu söylemektedir. İslam dünyasında yüksek öğretim ve eğitim kurumlarının ilk olarak Taşkent, Belh, Buhara, Semerkant, Nişabur gibi yerlerde vücut bulmasında Uygur Türklerine ait Budist Vihara’ların (külliye) etkili olduğu değerlendirmesi yapılır. Mescid-i Nebi’deki Ehl-i Suffa’nın ilk örnekliği oluşturduğu da değerlendiriliyor lakin medreselerin Arap Yarım Adası’nda değil de Orta Asya’dan başlaması birinci ihtimali güçlendirir.
Medreseler de bir araçtı ve menşei başka bir din ve medeniyete aitti ama yerlileştirilerek intikal edilmesi İslam tarihinin bir dönemine damgasını vurdu. STK’lar da bir araç olarak yerlileştirilip amaca uygun bir araç haline getirilebilir.
6. İslami Hareketler İslam Düşünce dünyasına ne tür katkılarda bulunmaktadır? Yaşadığımız çağa hitap edecek özgün bir düşünce üretebilmişler midir?
Batı medeniyetinin küresel ölçekte üstünlük sağlamaya başlamasından ve Osmanlı İmparatorluğunun dağılmasından sonraki yüz yıl boyunca İslami hareketlerin şekillenmesinde etkili olan alim ve aydınlar ile İslami hareketlerin yetiştirdiği alim ve aydınlar elbette ki İslam düşünce dünyasına ihya ve tecdit anlamında önemli katkılar sundular ve sunmaya da devam ediyorlar ama üretilen düşüncelerin etkileri ve pratik sonuçları bakımından cevaplanması gereken sorular vardır. Üretilen düşünceler neden İslam dünyasının pratiğinde sürdürülebilir örnek modeller oluşturamadı? İnşa edilen düşünceler mi yetersizdi yoksa yeterlilik vasfını haiz düşünceleri hayata tatbik etmede Müslümanlar mı yetersiz kaldı veya her ikisi de mi yetersizlik vasfıyla maluldu?
İran ve Türkiye nisbeten uzun soluklu, Mısır ve Tunus kısa süreli kendi koşullarında düşüncelerini siyasal başarıya dönüştürdüler ama İran ve Türkiye başarılarına devamlılık kazandıramazken Mısır ve Tunus’ta denenmekte olan yöntemlere dış müdahaleler sonucu yeterli fırsat verilmedi. Hedeflerine ulaşamayanlar da arayışını sürdürmektedir lakin neticeye ulaşan yerlerdeki hareketlerin durağan veya gerileme dönemini yaşıyor olması, diğerlerinin de yollarının kesilmesi başarıya ulaşmak isteyenleri de olumsuz etkiledi.
Başarıları ve başarısızlıklarıyla bir yüz yılı geride bırakan İslami hareketlerin yeni yüz yılda hakimiyetçi tezin sınırları dışına çıkarak İslam dünyasına yeni düşünceler ve modeller önermesi muhtemeldir.
Yeni süreçte İslami hareketler tarafından tartışmaya açılabilecek ve uygulama imkanları aranacak konular arasında şu üç mevzunun da yer alabileceğine ilişkin emareler görüyorum:
1-İslami hareketlerin toplumlar tarafından kabul görecek ve İslam devleti için gerekli olan makbuliyet şartını sağlayacak model üretme ve uygulama gücünün, potansiyelinin, zarfiyetinin olup olmadığı.
2-İslami hareketlerin devlet düzeyinde İslam’ı uygulamak zorunda olup olmadığı, iktidar olmak yerine iktidarı düzelten, denetleyen sivil bir güç olmakla da yükümlülüklerini yerine getirip getiremeyeceği.
3-Hakimiyetçi tez yerine toplumdaki çokluğun haklarını gözeten ve bir arada barış içinde yaşamalarını sağlayan çoğulcu çatı devlet tezinin de İslami bir çözüm olabileceği.
7. İslami Hareketlerin toplumsal hayatı ve yönetimleri etkileme gücü hangi boyutlardadır?
İslami hareketin geniş tanımını dikkate alarak verilecek cevap ile siyasi bir kavram şeklindeki tanımını esas alarak verilecek cevap arasında farklılık olur. Ayrıca her bir ülkedeki İslami hareketin etki gücü de farklıdır. Bu etkileri ölçecek insanların da değerlendirmeleri farklılık gösterecektir. Her bir ülkedeki İslami hareketlerin kendi ülkesindeki etkisiyle dışarıda bıraktığı etki arasında da önemli bir fark bulunmaktadır. Örneğin AK Parti kendini ‘muhafazakar demokrat’ olarak tanımlarken dışarıdan İslami hareketin bir parçası ve başarısı olarak telakki edilmekte ve içeridekilerin ona yüklediği anlamdan çok daha farklı pozitif anlamlar yüklenilmektedir. Aynı durum İran ve İhvan için de geçerlidir. Bir hareketin dışarıdaki etkisinin içeriden daha güçlü ve pozitif olması ilk anda olumlu gibi gözükse de gerçekte olumsuz bir durumdur. Çünkü bir hareketin içeride makbuliyetinin olmaması, onun sürdürülebilir olmadığı anlamına gelir. Ayrıca yakındakilerinin tanıklığı ve değerlendirmesi uzaktan yapılan değerlendirmelerden daha anlamlıdır.
Ölçme ve değerlendirmedeki bu çeşitlilikten ötürü toplumsal hayatı ve yönetimleri etkileme konusunda İslami hareketleri fevkalade başarılı görenler de vardır, başarısız görenler de vardır. Bu konuda bardağın dolu veya boş tarafını öne çıkarmaktan ziyade bardağın dolu ve boş taraflarını mukayese etmenin bizi daha sağlıklı bir sonuca götüreceğine inanıyorum.
8. İslami Hareketlerin öteki ile kurduğu ilişki biçimi ve beraber yaşama anlayışı nasıl bir mahiyete sahiptir?
Öncelikle ‘Öteki’ kimdir sorusuna cevap bulmamız gerekir. Aralarında derece ve hüküm farkı olsa da dinimizden, mezhebimizden, meşrebimizden (yol ve yöntemimizden), ideolojimizden, etnik yapımızdan olmayanlar ve bizden farklı hayat tarzlarına sahip olanlar ötekidir.
Bu tanıma binaen her birimiz diğeri için öteki sayıldığından İslami hareketlerin öteki ile kurduğu ilişki biçimi ve beraber yaşama anlayışının nasıl bir mahiyete sahip olduğundan ziyade nasıl bir mahiyete sahip olması gerekir sorusu ehemmiyet kazanmaktadır.
Yaratılış yasalarının gereği olarak toplumlar aidiyet ve kimlik bakımından kesret (çokluk) halinde olduğundan ve insan fıtraten medeni bir varlık yani kendi türüyle ilişkiye muhtaç olduğundan insanlık ve vatandaşlık temelinde çok sayıda ötekiyle birlikte yaşamak ve ilişki içinde olmak zorundadır.
Ötekilerle iki türlü ilişki kurulabilir. Birincisi, ötekilerini asimilasyona tabi tutarak bizleştirmek, bu yöntem başarılı olmazsa tehcir veya imha yoluna tevessül etmek ki bu yöntem, toplumsal kaos ve sonu gelmeyen çatışmalara yol açar.
İkincisi, ötekilerini asimilasyona zorlamadan, tehcir ve imhaya maruz bırakmadan, toplum ve topluluk içinde insanın can, mal, akıl, inanç ve nesil güvenliğini tehlikeye atmayan farklılıkları koruyarak karşılıklı ihtiram, diyalog, iletişim ve paylaşım içinde birlikte yaşam yolunu seçmektir. Bu yöntem, hilkat yasalarına mütenasib olanıdır.
Karşılıklı saygı içinde birlikte yaşam tezi melezleşmek, flulaşmak, iyi ile kötüyü eşitlemek anlamına gelmez. Herkes kendi değerleri mucibince yaşar ve kendi değerlerinden ötekilerini de haberdar eder ama biri diğerini zorlayamaz, aşağılayamaz, tehdit edemez, haklarından mahrum bırakamaz. Ötekine saygı, onun inancının veya yaşam tarzının bizzat kendisine değil, insanın tekvini olan özgürlüğüne ve bu özgürlükten kaynaklanan tercih hakkınadır. Tercih hakkı ile tercihin iyi veya kötü yönde kullanılması farklı iki konudur. Tercihe saygı duymak, tercihten ötürü cezalandırmaya yönelmemektir. Çünkü insanın inanç ve yaşam tarzı tercihinin ceza ve mükafatı Allah’a aittir. Bize düşen, yanlış bulduğumuz tercihlerin yanlışlığını ve uhrevi sonuçlarını hatırlatmaktır.
Öteki mevzusu sadece toplumdaki farklılıklar arasıyla sınırlı olmayıp devlet ile toplum arasında da geçerlidir. Devlet de topluma din, mezhep, meşrep, ideoloji ve yaşam tarzını dayatamaz. Devlet toplumdaki çokluğu teklileştirmeye çalışırsa, toplumdaki farklı bloklar da devleti bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde taklit eder ve hem devlet ile toplum arasında hem de toplumdaki farklılıklar arasında çatışmacı bir ilişki tarzının gelişmesine neden olur.
İslami Hareketlerin öteki ile kurduğu ilişki biçimi ve beraber yaşama anlayışının nasıl bir mahiyete sahip olduğu konusuna gelince, İslami hareketlerin öteki hakkındaki teorik ve pratik yaklaşımlarının karşılıklı saygı içinde yaşamaktan ve çoğulculuktan çok tekliğe ve tekelliğe eğilimli olduğu kanısındayım. En geniş anlamıyla İslami hareketin içinde değerlendirilebilecek yapılar, din ve ideoloji aidiyetiyle alakalı ötekiler bir yana, sadece yol, yöntem, meşrep aidiyetinden kaynaklanan kendi içlerindeki ötekilerle dahi karşılıklı saygı içinde yaşama dair iyi bir örneklik oluşturamamış durumdadır. Tarikatlar, camialar, cemaatler, hareketler ve bunlara bağlı STK’lar arasındaki ilişkiler ve birbirleriyle ilgili değerlendirmeler mercek altına alındığında ötekini bizleştirme, olmazsa tahakküm altına alma o da olmazsa etkisizleştirme arzusunun izlerini bulmak gayet mümkündür.
İslami hareketlerin ötekiyle ilgili karşılıklı saygı temelindeki önerilerinin kabul görmesi için önce kendi içlerinde bir enginliğe sahip olmaları gerekir.
9. İslami hareketler bugünün dünyasını yeterli düzeyde okuyabiliyorlar mı? Bu konuda İslami hareketlerin kaçırdıkları ve yanıldıkları temel durumlar nelerdir?
Ucu açık bu türden sorulara herkesin cevabı farklı olur, göreceli cevaplar verilir. Örneğin son asrın en büyük ve en başarılısı olduğu söylenebilecek İran devrimi ve lideri için dahi Hüccetülislam Muhammed Taki Ekbernejad, ‘İmam Humeyni ve devrimin, modernitenin ve modern dünyanın karmaşık sorunlarını anlamaktan uzak olduğunu’ dillendirir.
İslami hareketlerin yeterli düzeyde başarılı olamaması veya elde ettikleri başarıyı sürdürememesi bugünün dünyasını kafi derecede okuyamadıklarının, yerine göre yanıldıklarının ve yerine göre de kaçırdıkları hususlardan dolayı yenildiklerinin delili sayılabilir.
İslam dünyasında İslami hareketin en geniş anlamı içinde yer alan İslami hareketlerin geliştirdiği dört ayrı model nisbi ve kamil uygulama imkanı buldu.
İran’da dinamik fıkha sahip inkılapçı yöntem mutlak zafer kazandı ve din devletini oluşturdu ama daha yirminci yılını doldurmadan toplumsal makbuliyet sorunuyla karşılaştı ve bu sorunu aşamadı.
Afganistan’da dondurulmuş fıkıh temelinde selefe dönüşü savunan inkılapçı Taliban’ın başarısı İslam dünyası için bir gelecek vadetmiyor.
Türkiye’de demokratik sistem içinde ıslahı önceleyen dindarlar iktidara gelmede ve iktidarda kalmada başarılı oldu ancak ilk on yılda elde ettikleri başarıları sürdürmede başarılı olamadılar. Mısırda İhvan da seçimle iktidara geldi ama iktidarda kalmayı başaramadı.
Demokrasi içinde çoğulculuğu savunarak ve muhaliflerini iktidara ortak ederek yeni ve umut verici bir yöntemi deneyen Tunus İslamcılarının yolu da Mısır’daki gibi kesildi.
Bu örneklerde iki temel konu dikkati çekmektedir: Birincisi, iktidara gelmede ve iktidarda kalmada başarılı olunmasına rağmen başarıyı sürdürememe problemi. İkincisi, iktidara gelmede başarılı olup iktidarı dış müdahaleler sonucu sürdürememe ve dolayısıyla başarılı olup olmayacağının bilinmemesi sorunu.
Her iki problem de koşulların doğru okunamadığına ve bazı hususların kaçırıldığına işaret eder.
10. İslami Hareketler diğer ideolojiler ve mevcut bölgesel ve küresel hegemonya karşısında halklar için bir alternatif oluşturmakta mıdır?
Din ve yaşam tarzı olarak İslam, vahyin inzalinden beri halklar için tercih edilen bir alternatif olmuştur ve olmaya da devam edecektir ama din devleti ve dindarların dini esaslar ve yorumlar temelinde devleti yönetme konusunda aynı kesinlikte bir yargıya varmak tartışma götürür.
İslami hareketlerin ‘İslam’ kısmının bir melce’, sığınak olduğu apaçıktır lakin ‘Hareket’ kısmı tartışmalıdır. Çünkü İslami hareket, İslam temelinde toplumun idaresini ve devlet yönetimini öne çıkardığından bu amaca matuf şekillenen hareketlerin ilgili hedefi matlub bir şekilde gerçekleştirebileceğine dair Müslüman toplumlarda olumlu bir kanaat haklı nedenlere binaen oluşmuyor. Örneğin bugün Türkiye’de ‘İslam devletine geçişi istiyor musunuz’ sorusuna cevap bulmak için bir referandum yapılsa veya İran’da ‘Mevcut düzenin devamını istiyor musunuz’ şeklinde bir referandum gerçekleştirilse cevabın ‘Evet’ çıkacağını sanmıyorum. Bu olumsuzluğun bir kısmı toplumun idaresine talip olan Müslümanların zamanın ve mekanın gereklerini karşılamadaki yetersizliğinden ve yanlış pratiklerinden kaynaklanıyor. Çünkü tecrübeler, din devletinin başarılı olmaması halinde Müslümanların dinden de devletten de me’yus olabileceklerini göstermiştir. Bu nedenle Müslüman halklar İslami hareketlere karşı temkinli ve rezervli yaklaşmaktadır. Olumsuzluğun bir kısmı da bu çabaları sabote eden ve inkıtaa uğratan İslam karşıtı güçlerden kaynaklanıyor.
İslami hareketin fikir ve strateji üreten öncüleri devlet ve toplumun idaresine dair kendi zaman ve mekanlarında uygulanabilirliği mümkün olan yeni içtihatlarda ve yeni önerilerde bulunarak işaret edilen iki zorluğu aşabilir veya en azından iyi bir alternatif durumuna gelebilir.
11. İslami Hareketler ve Aksa Tufanı arasındaki ilişki hakkında neler söylemek istersiniz?
İslami hareketlerle Aksa Tufanı arasındaki ilişkide Şii hareketler Filistin ile ilgili askeri bir yardımlaşmayı, Sünni hareketler maddi ve siyasi bir yardımlaşmayı öncelemektedir. Tercihlerdeki bu nitelik farkı, Filistin mücadelesine destek veren İran ile diğer Sünni devletlerin farklı yaklaşımından kaynaklanmaktadır. İran, Filistin sorununun silahlı mücadeleyle ve güç kullanarak çözüleceğine, Katar ve Türkiye gibi ülkeler de siyasi yöntemlerle çözüm bulunacağına inandığından dolayı İran’ın desteklediği Hizbullah, Husiler ve Irak’taki gruplar Filistin mücadelesine kendi güçleri ve stratejik planları doğrultusunda askeri nitelikte müdahil olmaya çalışırken diğer ülkelerdeki İslami hareketler maddi yardımda bulunmak, kamuoyu oluşturmak ve uluslar arası desteği sağlamaya çalışmak şeklinde destek vermeye çabalamaktadır.
Bu çabaların tümü Filistin’in özgürlüğü için kıymetlidir lakin sorun İslami hareketlerin desteğiyle çözülebilecek küçük bir sorun değildir. İslam ülkeleri ortak bir karar ve azimlilikle ellerindeki siyasi, ekonomik ve jeo-politik imkanlarını kullanarak ve askeri müdahale ihtimalini de masada tutarak soruna siyasi bir çözüm üretebilirler. İslami hareketler, özellikle de Arap ülkelerindeki hareketler de bu bağlamda kendi ülkelerini bu türden bir girişime zorlayarak etkili bir rol üstlenebilirler.