İslam'da Cihadın Gerekçeleri

Zalim yöneticilerle savaş, mücahit devrimcilere siyasi meşruiyet ve insanları (istemedikleri halde) yönetme hakkı vermez. Mücahidin kendini ümmetin yöneticisi olarak dayatma hakkı yoktur.

Muhammed Muhtar Şankiti* / Al Jazeera

İnsanlık, Hz. Peygamber'in (S.A.V) savaşları gibi çok az can ve mal kaybıyla dünyanın çehresini ve tarihin akışını değiştiren savaşlar görmedi. Bu göz kamaştıran sonucun sebebi ise Hz. Muhammed'in savaşlarının mesaj, amaç, ahlak ve hükümler açısından cihat ruhunu somutlaştırmasıdır.

İslam'da savaş, tercih değil zorunluluktur. Gereksiz yere savaşmaya çalışan ahmak, farz olduğu halde savaştan kaçan korkaktır. Zira İslam, ne kılıç dinidir ne de teslimiyet. İslam, barış ve savaşta adaleti gözetir. Kınadığı halde savaşa giren, şiddetten uzak durduğunu belirttiği halde şiddete başvuran, (başka kültür ve dinlerde olduğu gibi) sevgi mesajları verdiği halde masumların kanına giren ikiyüzlü tutumlardan mensuplarını sakındırır.

Barış, İslam'ın yüce amaçlarından (Makasidüş Şeria) biri; tüm inananların altına girmesi ve gölgesinden faydalanması gereken Şerî bir şemsiyedir. Allahu Teala, Kuran-ı Kerim'de şöyle buyurur: "Ey iman edenler! Hepiniz topluca barış ve güvenliğe girin." (Bakara: 208) Fakat bu amaç, Allah'ın gerçekleşmesi için peygamberler gönderdiği ve kitaplar indirdiği adalet gibi daha yüce bir amaca bağlıdır. Allah şöyle buyuruyor: "Andolsun, biz elçilerimizi açık mucizelerle gönderdik ve beraberlerinde kitabı ve mizanı indirdik ki, insanlar adaleti yerine getirsinler." (Hadid: 25) İslam'da zalimle cihat etmeden ve zalimi güç yoluyla engellemeden barış olmaz. Bunların dışındakiler, gerçek yaşamda hiçbir pratiği bulunmayan parlak hayaller ve basit övgü malzemesine uygun tozpembe masallardır. Allah eğer cihat etmeyi kullarına farz kılmasaydı, zalimler mazlumların boyun eğmesinden mutluluk duyarlardı.

Filozof ve şair Muhammed İkbal, "Güçsüz din, felsefeden ibarettir." diyerek bu tespiti doğruluyor. Savunma (müdafaa), Allah'ın insan yaşamına yerleştirdiği kanunlardan (Sünnetullah) biridir. Ayetin de belirttiği üzere savunma, insanı bozulmaktan kurtarır: "Eğer Allah’ın; insanların bir kısmıyla diğerlerini savması olmasaydı, yeryüzü bozulurdu." (Bakara: 251) Zalime zulmünü bırakma uyarısı yapmakla, hatta mazlumu hakkını zorla almaya ikna etmekle adalet gelmez ve özgürlük gerçekleşmez. Hiçbir millet, hayatlarını hak, adalet ve özgürlük yoluna adayanlardan daha fazla insanlığa hizmet edemez ve insanlığın hayat akışını etkileyemez. 

İslam, savaşın gerekçelerini şu üç noktayla sınırlar:

1) Nefsi müdafaa ve zulmü ortadan kaldırma hakkı: Bu nokta, cihatla ilgili ayetlerde gayet açıktır. "Kendilerine savaş açılan Müslümanlara, zulme uğramaları sebebiyle cihat için izin verildi. Şüphe yok ki Allah’ın onlara yardım etmeğe gücü yeter. Onlar, haksız yere, sırf "Rabbimiz Allah’tır" demelerinden dolayı yurtlarından çıkarılmış kimselerdir." (Hac: 39-40) Ardından bu iki ayeti vurgulayan şu ayet indi:"...Yurdumuzdan çıkarılmış, çocuklarımızdan uzaklaştırılmış olduğumuz halde Allah yolunda niye savaşmayalım?..." (Bakara: 246)

2) Kendilerini savunmaktan aciz olan zayıf bırakılmışlara (mustazaflara) yardım edilmesi: "Size ne oluyor da, Allah yolunda ve "Ey Rabbimiz! Bizleri halkı zalim olan şu memleketten çıkar, katından bize bir dost ver, bize katından bir yardımcı ver.” diye yalvarıp duran zayıf ve zavallı erkekler, kadınlar ve çocukların uğrunda savaşa çıkmıyorsunuz?" (Nisa: 75)

3) Dinin Allah'ın olması (ibadet ile Allah'a yakınlaşmak, O'nun lütuf ve ihsan yurduna ulaşmayı gözetmek) için zor kullanmadan veya zorlamadan herkese ibadet özgürlüğü sağlanması: "Eğer Allah’ın, insanların bir kısmını bir kısmıyla defetmesi olmasaydı, içlerinde Allah’ın adı çok anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler muhakkak yerle bir edilirdi." (Hac: 40) Zira dinde zorlama, insanları inkar boyutundan iki yüzlülük boyutuna taşır: "Şüphesiz ki münafıklar, cehennem ateşinin en aşağı tabakasındadırlar. Onlara hiçbir yardımcı da bulamazsın." (Nisa: 145)

İslam, zulmü kaldırma amaçlı her savaşı cihat sayar. Hz. Peygamber şöyle buyuruyor: "Her kim malı uğrunda öldürülürse şehittir. Her kim aile halkı uğrunda öldürülürse şehittir. Her kim dini uğrunda öldürülürse şehittir. Her kim kanı uğrunda öldürülürse şehittir." (Ebu Davud, 4722). Bir rivayet ise şöyle: "Her kim haksız yere öldürülürse şehittir." (Ebu Yagla). Başka bir rivayet, "Mazlum olarak öldürülen şehittir." (Ahmed ve Nesei) diyor. Bu rivayette, mazlumluk ifadesinin yanında hiçbir ekin bulunmaması, kelimenin anlamını daha genel ve bütüncül hale getirerek hem kişinin kendisine hem de başkalarına yönelik mazlumiyetini içine alıyor.

Cihat, kafirlere karşı itikadi bir tutum değildir; zalimlere karşı ahlaki bir tutumdur. Pratik konuları formüle etmeye düşkün bazı İslami cemaatlerin cihadı itikadi bir formda değerlendirmesinin aksine İslam, esasında din farklılığını, savaşın Şerî gerekçesi olarak görmez. İslam'da cihat, kafirlerle savaş değildir; ister Müslüman ister kafir olsun zalimle savaştır. Cihat, zulüm ve zorbalığa karşı adalet ve özgürlüğün yanında duran ahlaki bir tutumdur. Yani mücahit (cihat eden kişi), zalim ile itikadı veya mezhebi yüzünden değil, sadece zulmü yüzünden savaşır. Bu yüzden Müslüman zalimlerle savaşmak, Müslüman saldırganı püskürtmek ve Müslüman zalimi engellemek, İslam'ın emrettiği cihattandır.

Günümüzdeki cihat algısı ve imparatorluk fıkhı

Kuran-ı Kerim'in muhkem ayetlerinin, savaşı yalnızca saldırının püskürtülmesi bağlamıyla sınırlandırdığı açıktır. Bunun dışındakiler, aşırı gitmek olarak görülür: "Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın. Ancak aşırı gitmeyin. Çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez." (Bakara: 190) Kafirler veya insanlar ile savaşla ilgili ayetler, genel bir ifade formatında gelmiştir. Zira Arapçada kelimenin başına gelen ‘ال’ (El) edatı, ayette, bütün unsurlardan ziyade bahsi geçen dönemdeki belirli kişileri ve unsurları içerir. Yani genelden özel bir anlam murat edilir. Zaman ve mekan bağlamı, durumu özel kılar. Ayetteki ifadeler, kafirler ve insanlar şeklindedir. Onlarla Müslümanlar arasında o vakit meşru bir savaş vardı ve bu savaşta, yukarıda bahsi geçen üç gerekçeden biri söz konusuydu. Söz konusu gerekçeler de iman-küfür denklemine değil, adalet-zulüm denklemine dayanır.

Bugün (cihat ayetlerindeki özel ve genel formu birbirinden ayırmayarak) kesin dille kafirlerle savaşı dillendirenler, ya Arapların dilini ve kullanım inceliklerini bilmiyorlar ya da nebevi (Hz. Peygamber'e özgü) deneyimin inceliklerine vakıf değiller. Nebevi deneyim, Arap ve putperest kabilelerle yapılan barış anlaşmaları ile Medine Yahudileri, Necran Hristiyanları ve Hicr Mecusileri ile yapılan sözleşmeleri kapsar. O anlaşmalar gereği bahsi geçen dinlerin mensupları, İslam dinine muhalif olan dinlerini koruyarak Hz. Peygamber döneminde İslam devleti halkının bir parçası oldular.

Hz. Peygamber, Müslümanlara barışçıl yaklaşan kişilerle barış yapmakla yetinmedi; onlardan bazılarına (bireysel bazda Ebu Talib, Mutim Bin Udey, Abdullah Bin Arikat, Safvan Bin Umeyye, Mabed Huzai; devlet bazında Habeşistan; kabileler bazında Huzaa) siyaset, güvenlik ve propoganda alanında destek oldu. Tarihçi İbni Hişam şöyle diyor: "Mekke’de iken Huzaa kabilesinin Müslümanı da müşriki de Peygamberin sır küpü gibiydi. O’ndan hiçbir şey saklamıyorlardı." (İbni Hişam 2/312).

Bugün savaşın genelleştirilmesini dillendirenler, miras kalmış imparatorluk fıkhının bazı yönlerine aldanıyorlar. İmparatorluk fıkhı, herkesin herkesle savaşının damgasını vurduğu tarihsel bir bağlamda neşet etmişti. Zamanın imparatorluklarını birbirinden ayıran esasında dini çizgilerdi. İmparatorluk fıkhı, vahye ve nebevi deneyime kadar götürülmeli; geleneğin boyunduruğundan uzak durulup vahiy ve nebevi deneyim ile imparatorluk fıkhı sorgulanmalı. Bu durumda aldanışa düşenler, imparatorluk fıkhının zayıf ve eksik yönlerini; İslam'ın ruhundan, onun adalet ve özgürlük gibi külli değerlerinden ne kadar uzak olduğunu anlarlardı.

Ümmetimiz çok sabırlı ve şükredicidir fakat despotluk ve onun uluslararası destekçileri, barbarlıklarıyla ümmeti aşağılayıp silahlanmaya zorladılar. Eskiden Araplar, "Halim selim kişinin öfkesine karşı dikkatli olun." derlerdi. Şanlı Arap Baharı'nın patlak vermesinden itibaren geçen 4 yıl şunu gösterdi: Yozlaşmış despotlara yönelik devrimler barışçıl olabilir ancak kan döken katillere yönelik devrimler ancak askeri olabilir.Aynı yıllar; bedeli ne olursa olsun zulmü yok etmekte ümmetin ısrarcı olduğunu da ortaya koydu. Despotlar ve uluslararası destekçileri, Arap Baharı'nın esintilerini kabul etmediler. Dolayısıyla ümmet bugün, cihat ruhunun yakın tarihte benzeri görülmemiş şekilde dirilmesi sonrası sonbaharın fırtınaları ve kışın acı soğuklarıyla mücadele etmek zorunda kaldı.

Ne var ki bu büyük enerji, bazı zamanlar yanlış odaklanma, Şerî bakış açısındaki zayıflık ve siyasi hikmetten yoksunluk sebebiyle kötüye kullanılıyor. Azimetle davranmak (İslami emir ve hükümleri tam ve mükemmel şekilde yerine getirmek) ve Allah yolunda şehadet hazırlığı yapmak; asla Şerî derinlikten, ahlaki disiplinden, akıl yürütmeden ve tedbirden yoksun olamaz. Mücahitlerin ahlak ve değerleri, zalimlerin ahlak ve değerlerinden daha asil olmayınca, mazlum ile zalim arasındaki savaş, iki zalim arasındaki savaşa dönüştü. Olgun bir siyasi ve stratejik vizyondan yoksun olan mücahitlerin verdikleri kurbanlar, nihilizmin eşiğinde birer intihara dönüştü.

Arap Baharı ve cihat

Bizler bugün cihadın kanunlarını canlandırmaya, modern bağlamdaki ahlaki mesajını ve siyasi hikmetini açıklamaya acil ihtiyaç duyuyoruz. Burada, günümüzdeki Arap devrimleri bağlamıyla ilişkili işaretlerle yetineceğiz:

I) İslam'da cihadın hedefi sadece zulmü kaldırmak olduğu için mücahitlerin savaşlarını sadece itikadi dille (yani küfür ile iman, bağlılık ile düşmanlık arasındaki savaşın diliyle) formüle etmelerinin hiçbir avantajı yoktur. Yukarıda açıkladığımız üzere İslam, zulmü kaldırma amaçlı her savaşı cihat olarak görür. Ulusal kurtuluş devrimleri ve Arap Baharı gibi siyasi kurtuluş devrimleri, en büyük cihatlardandır. Çünkü bunlar, haksız yere insanların kanına, malına ve haklarına giren sömürge ve despotluğa karşı verilen savaşlardır.

Ümmetin özgürlüğünü, onurunu, insan haklarını, boşa gitmiş servetini ve hiçe sayılmış özgürlüğünü savunmak için savaşması en büyük cihatlardandır. Savaşların cihat olması için dini bir sancak taşımaları gerekmez. Vatan, onur, özgürlük ve bağımsızlık sancağı altında da savaşılabilir; böylesi bir savaş cihadın anlamına veya Allah katındaki kabulüne halel getirmez. Zira hak ve adaletin yüceltilmesi, Allah'ın kelamının (Kelimetullah) yüceltilmesidir.

Aynı ülke halkından özgür insanlar (Müslümanlar ve Gayrimüslimler) yabancı bir işgalciye veya içerideki despot yöneticiye karşı saf tuttuğu zaman küfür ve iman dilinden sakınmak daha avantajlıdır. Zira buradaki ölçüt, amaç ve anlamlardır, sözler ve yapılar değil. Bugün Arap devrimlerindeki en soylu mücahitler, dini gösteriş veya siyasi tartışmalar içine girmeksizin, yönetimleri yerine insanların özgürlüğüne inanarak ve dikkate alarak cihat edenlerdir.

II) Despotluğa karşı cihat, toparlanmaya ve safları sıklaştırmaya ihtiyaç duyan kapsamlı bir toplumsal reaksiyondur. Despotların yenilmesi, özgürlük ve adalet devletinin kurulması, şüphesiz mücahit bir öncü grubun kaldıracağından daha zordur. Halkları yönetmeye ve üzerlerinde tahakküm kurmaya çalışan darbeleri gerçekleştirmek için bir parti veya organize bir ideoloji yeterlidir. Halkların özgürlüğünü amaçlayan devrimler ise sadece halkların omuzlarında gerçekleşebilir.

Yabancı işgalle mücadele etmek ve içerideki despota karşı devrim yapmak, ancak kapsamlı bir sancak altında başarıya ulaşabilir. Bu sancak, ümmetin dağınıklığını toparlar; özgür insanları, herkese özgürlük ve adalet talebinde birleştirir. Despotizme yönelik hali hazırdaki cihatçı rüzgar, kapsayıcı toplumsal bir akıma dönüşürse zafere ulaşır. Keza sömürgeye karşı cihatçı hareketler de öyledir. Siyaset sosyologlarının çağrısını yaptığı da budur. Zira cihat, ümmetin cehdidir; bir partinin, öncünün veya elitin cehdi değildir. İnsanların genelinden kopuk yaşayıp onlara karşı üstünlük taslayan; insanları mürtedlik, bidat veya sapmakla suçlayan cihatçı bir cemaatin geleceği yoktur. Bu cemaatlerden bazılarının Arap Baharı'nın önemli bir öncüsü olma imkanı vardı. Ama Şerî ve siyasi ufuklarının darlığı yüzünden Arap Baharı için yük oluşturdular.

III) Zalim yöneticilerle savaş, mücahit devrimcilere siyasi meşruiyet ve insanları (istemedikleri halde) otomatikman yönetme hakkı vermez. Devrimin amacı da insanları yönetmek değil, özgürleştirmektir ve mücahidin kendisini, cihatçı geçmişi sebebiyle, ümmetin yöneticisi olarak dayatma hakkı yoktur. İslam'da Şura müessesesi vardır; ümmet ister mücahitleri isterse daha basiretli gördükleri başkalarını yönetici seçer. İyi bir savaşçı olmak, siyasi basirete sahibi olmak anlamına gelmez. Geçmişte bazı cihat deneyimlerinde, en cesur savaşçıları ve en kötü siyasetçiler gördük. Her dönemin adamları ve her oyunun kuralları vardır.

Cihatçı bir hareketin, ümmetin işlerini idare etme despotluğunda bulunarak kendini yönetime getirmesi; Kuran-ı Kerim'in Şura ilkesinin ötesine geçmesi ve zulmün yerine bir başka zulmü getirmesi, Şerî bir hata ve siyasi bir saçmalıktır. Küçük bir cemaatin, ümmetin (rızası olmadan) işleri eline almasından veya kendini 1,5 milyar Müslümanın (onlara danışmadan) halifesi olarak atamasından daha büyük bir zulüm var mı?! Despotluğa karşı savaşanın despot olmasından daha saçma bir şey var mı?!

Evet, deneyimli bir asker, elbette savaş meydanında komuta boşluğu doğduğunda hiçbir yetkilendirme olmaksızın komutayı teslim alma girişimde bulunma hakkına sahiptir. Halid Bin Velid, Mute Savaşı'nda üç komutanın şehit olması sonrası bunu yaptı. Ancak bu istisna, savaş halinin ordudan ümmete genelleştirilmesi ve savaş meydanından kamusal hayata taşınmasını mümkün kılmaz. Halkın görevlendirmemesine rağmen kendi kendini yetkilendiren kişi, İslam'ın siyasi değerlerinin dışına çıkmış ve Şeriata hizmet amacıyla yola koyulup Şeriata aykırı davranmış olur.

IV) Tüm bu anlatılanlar, mücahitlerden imkansızı istediğimiz veya onları meleklerin kriterleriyle yargıladığımız anlamına gelmez. Onlar da insandır, yanlış ve doğru yaparlar. Bakış açısında hata etme ihtimali içtihada mani değildir. Keza uygulamada hataya düşülmesi ihtimali de öyle. Ancak doğrunun ortaya çıkması sonrası yanlışta (batıl) ısrar etmek, yoldan çıkmaktır. Mücahit eleştirilmez değildir. Hata ettiği zaman hatasını düzeltmek ve yanlış yaparsa bu eyleminin sorumluluğundan temizlenmesi gerekir.

Bugün mücahitlerimiz, Allah ve O'nun peygamberi Hz. Muhammed indinde Halid Bin Velid’den daha kıymetli değildir. Hz. Peygamber, Halid'in eyleminin sorumluluğundan kendisini temizlemeyerek şöyle diyor: "Allah’ım, ben Halid’in yaptığından beriyim." (Buhari). Hakka başvurmak, batılı sürdürmekten evladır. İnsanlar içinde hakka başvuranların en evlası mücahitlerdir. Çünkü mücahit, canını ortaya koyar. Allah'ın kabul etmesi için amaç ve aracın Şeriata uygunluğu üzerinde en fazla duran mücahittir. Bir hadiste Hz. Peygamber şöyle buyuruyor: "Allah temizdir ve ancak temiz olanı kabul eder." (Tirmizi).

Mücahitlerin hataları, ne kadar büyük olursa olsun, cihadı ortadan kaldırmanın Şerî gerekçesi olamaz. Hz. Peygamber, Halid'in eyleminden kendisini beri tuttu ve öldürülenlerin diyetini ödeyerek eylemi düzeltti. Ancak Halid’i yine Müslümanların komutanlarından biri olarak tuttu. Ardından Hz. Ebu Bekir, Halid'e yönelik eleştirilere rağmen onu ön plana çıkardı. Hz. Ömer, Halid’in azledilmesini önerince Hz. Ebu Bekir şöyle dedi: "O zaman Halid’in işini kim yapacak?" (İbni Hacer, İsabe, 2/218). Hz. Ebu Bekir, farklı bir bağlamda şunları söyledi:"Allah’ın müşrikler üzerine sıyırdığı kılıcı ben kınına sokmam." (İbni Ebi Şeybe 5/547).

Hz. Ebu Bekir, Halid'in eylemini kabul etmedi ve onu haklı çıkarmadı fakat tabloya bütüncül baktı. Halid'in kısmi taşkınlıklarını düzeltmek için ümmeti ölüm kalım tehlikesiyle karşı karşıya bırakmama kararı aldı. Bu ince perspektif, siyaset fıkhının başlıklarından biridir.

Durum ne olursa olsun bugün Müslüman mücahitlerin cesaret ve fedakarlıkları değil, Şerî ve siyasi anlayışları eksiktir. Allahu Teala şöyle buyuruyor: "Ey iman edenler! Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman, gerekli araştırmayı yapın." (Nisa: 94) Zira şahsi varsayımı içinde ölümü arayan mücahit, dünyanın en güçlü ordularına yenilmez. Onu ancak şahsi hataları ve günahları yener. Mücahidin cihadının da Şerî basiret ve siyasi hikmet üzerinde olması, onu yenilgiden korur.

 

* - Muhammed Muhtar Şankiti, Moritanyalı şair ve siyaset bilimci. Katar İslami Araştırmalar Fakültesi Öğretim Görevlisi. Siyaset hukuku, siyaset tarihi ve İslam dünyası-Batı ilişkileri konularındaki araştırmalarıyla tanınıyor. 'Sahabe Arasındaki Siyasi Anlaşmazlıklar', 'Siyasi Fetvalar' ve 'Şiir Divanı' başlıca eserlerinden.

Yorum Analiz Haberleri

Meşru olanı savunursan karşılığını elbet görürsün!
Türkiye solu neden hala Esed rejimini savunuyor?
Sosyal medyada görünürlük çabası ve dijital nihilizm
İran aparatlarının komik antipropagandalarına vakit ayırmak bile coğrafya için zaman kaybı...
Nasıl ki ilk Müslümanlar tüm zorluklara rağmen direndiyse Gazzeliler de öyle direniyor!