Naman Bakaç & Salman Sayyid / Perspektif
“Tel Aviv’in soykırımcı Vahşeti, uluslararası liberal düzenin paramparça olduğunu açığa çıkardı”
İsrail’in vahşeti, dünyada sadece kültürel ve duygusal bir sarsıntıya yol açmadı, aynı zamanda uluslararası liberal düzenin dayandığı ilkeleri, kurumları ve aktörleri de sarstı. İsrail hem literatürde hem de uluslararası kamuoyunda; işgalci, terörist, soykırımcı ve sömürgeci karakteriyle daha bir anılır oldu. Katoliklerin dinî lideri Papa da, İsrail ile ilgili açıklamalarında terörizm ve terörist vurgusu yaptı ki bu Papalık tarihinde bir ilke işaret ediyor. Bu yönüyle Gazze sonrası uluslararası liberal düzenin nasıl şekil alacağı kamusal alanda tartışılırken, Filistin direnişinin, özelde ise Hamas’ın aylarca direnişinin getirdiği işgal ve sömürgeci karşıtı İslamcı hareketler de kamuoyunun gündemine girdi.
İslamcılık, sömürgecilik, dekolonizasyon, İslamofobi, hilafet ve ırkçılık üzerine yıllarca akademik çalışmalara imza atmış akademisyen Prof. Dr. Salman Sayyid ile İslamcılık meselesini, İslamcılığın geleceğini, Gazze sonrası uluslararası liberal düzenin nasıl şekilleneceğini, demokrasiye bakışını, sömürgecilik ve dekolonizasyonun son durumunu, İslamcılığın bitip bitmediği tartışmalarına yaklaşımını ve siyasal bir özne olarak nitelendirdiği hilafeti konuştuk. Prof. Sayyid’in; Hilafeti Hatırlamak: Dekolonizasyon ve Dünya Düzeni isimli kitabının yanı sıra Fundamentalizm Korkusu: Avrupa Merkezcilik ve İslamcılığın Doğuşu eseri de Türkçe yayımlandı. Şu an İngiltere’deki Leeds Üniversitesi’nde Sömürgecilik Sonrası Düşünce ve Retorik Kürsüsü’nde çalışan Prof. Sayyid, ReOrient isimli eleştirel Müslüman çalışmalarını konu alan derginin editörü.
İsrail’in Filistinlilere yönelik soykırımı karşısında, neoliberal dünya düzeninin saygınlığını, inandırıcılığını ve işlevini yitirdiği, İkinci Dünya Savaşı sonrasında şekillenen kapitalist düzenin de çöküşün eşiğinde olduğu yönünde yaklaşımlar gündeme geliyor. Bu argümanlara katılıyor musunuz? Mevcut küresel düzene alternatif bir retorik ve pratik görüyor musunuz? Kapitalist küresel düzenin bundan sonra nasıl şekilleneceğini öngörüyorsunuz?
Neyin çökmek üzere olduğundan emin değilim. Kapitalizm mi, neoliberalizm mi, yoksa (Gramsci’nin tabiriyle) İkinci Dünya Savaşı’nın değil de belki de Soğuk Savaş’ın sonundan itibaren ortaya çıkan tarihi blok mu? Açıkçası, küreselleşme ve neoliberal akılla karakterize edilen politik ekonominin geri çekilmekte olduğunu iddia etmek ile bunun bildiğimiz dünyanın sonu olduğunu öne sürmek farklı.
Daha kesin olansa Tel Aviv tarafından başlatılan soykırımcı vahşetin, kendisini insan haklarının ve medeniyetin koruyucusu olarak sunan uluslararası liberal düzenin paramparça olduğunu açığa çıkarmış olması. Yerleşik liberal demokrasilerin pek çoğu (ilk kez olmamakla birlikte) uluslararası hukuku korumak yerine apartheid ve soykırımı savunmayı seçti. Batı sonrası bir dünyaya doğru yöneliş hızlanıyor. Adalet ve insan onuru için kimin ses yükselteceği ise belirsiz. Daha iyi bir uluslararası düzen inşa etme görevinin aciliyetine rağmen şu anda hem inşa için gerekli malzemeden hem de inşa edecek olanlardan yoksunuz.
Batı akademisinde kolonyalizm, post-kolonyalizm ve dekolonizasyon konularında uzman olarak görülüyorsunuz. Sömürgecilik sona erdi mi? Eğer bitmediyse, sömürgecilik bugün nasıl ve ne tür mekanizmalarla devam ediyor? Sömürgeciliğin Müslüman zihnindeki yansımaları günümüzde kendini nasıl gösteriyor? Sizce Müslümanlar sömürgecilik olgusuna karşı nasıl bir bilinç ve pratik benimsemeli? Makro düzeyde sömürgeciliğe karşı İslam dünyası için önerileriniz nelerdir?
Sömürgecilikten kastımız, Batılı olmayan topraklar üzerinde, bu toprakların egemenliğini resmen kısıtlayan yönetimler ve ordular ile doğrudan yönetim kurmaksa, sömürgecilik sona ermiştir. Ancak, sömürgecilik derken onun yönetimiyle ilişkili epistemolojik ve kültürel boyutları kastediyorsak bitmediği açık. Birçok soru sordunuz ve sorduğunuz soruların kısa cevapları olduğundan emin değilim. Belki de soruları en iyi şekilde Müslümanların daha fazla sömürge karşıtı, ırkçılık karşıtı ve İslamofobi karşıtı olmaları gerektiğini söyleyerek özetleyebilirim. Tabii bu basit bir dilek listesi değil, siyasi bir projedir. İslam ümmeti içerisinde mutlakiyetçi yöneticileri destekleyenler ile hesap verebilir bir yönetim isteyenler arasındaki mevcut ayrışmanın farkına varmak önemlidir. Bu kategorilerden hiçbiri saf değildir, ancak her şeye rağmen varlıklarını sürdürmektedir.
İslamcılığın, İslam’ın tahrif edilmesine yol açtığı yaklaşımına karşı bir eleştiriniz var. İslamcılığın dinin ideolojiye dönüşmesi değil, İslam adına siyasi bir değer atfetme çabası olduğunu savunuyorsunuz. Din, ideoloji, siyasal İslam, geleneksel İslam gibi kavramlar açısından analiz ederseniz, sizin perspektifinizde İslamcılık nasıl bir tanım, çerçeve ve içeriğe sahip?
Çalışmalarımda İslamcılığı, İslam’ı merkeze alan siyasi pratiklerle ilişkili olarak teorize etme konusunda oldukça tutarlı oldum. İslamcılığı “din, ideoloji, siyasal İslam ve geleneksel İslam” açısından analiz etmiyorum, çünkü bu tür oryantalist kavramları özellikle yararlı bulmuyorum. İslamcılığı, kavramı Avrupa-merkezci olmakla eleştirenlere karşı savunuyorum, çünkü siyasi olan ile tortulaşmış olanı birbirinden ayırmak işe yarıyor. Kavramlar ifade edilişlerinden bağımsız bir kimliğe sahip değildir; kimlikleri belirli bağlamlarda kullanılmalarından gelir.
İkinci olarak, Müslümanlar ile İslamcılar arasında hiçbir fark olmadığını savunanlara katılmıyorum. Bu ayrımı sürdürmenin faydalı olduğunu düşünüyorum, zira Müslümanlığını hiçbir siyasi değeri yokmuş gibi algılayan pek çok Müslüman var.
Üçüncü olarak, İslamcılığın tartışmalı bir terim olduğunu ve daha tarafsız, daha az yüklü bir kelime bulmamız gerektiğini savunanlara da katılmıyorum. Bu tür girişimlerin fazla bir değeri olduğuna ikna olmuş değilim. Tüm ciddi kavramlar polemik yaratacak yorumlara konu edilebilir. Bizim için soru şu olmalıdır: Bir kavram olarak İslamcılık, bu kavramı kullanmadan yapamayacağımız neyi yapmamızı sağlıyor? Bir kavram olarak değerinin, reddedilmesiyle elde edilecek herhangi bir değerden daha üstün olduğundan şüpheliyim.
Tekrar etmek gerekirse, bence İslamcılık bir söylemdir (yani yapılandırılmış bir bütünlüğün parçası olarak hem dilsel hem de dilsel olmayan unsurları içerir) ve Müslümanlığı siyasi dönüşüm projelerinin merkezine yerleştirir. Asıl gizem “siyasi olan” ile neyin kastedildiğidir.
Prof. Dr. Salman Sayyid
Olivier Roy’nın “Siyasal İslam’ın İflası” ile başlayan Avrupa-merkezci görüşün ardından, hem Batılı hem de bazı İslamcı düşünürler arasında İslamcılığın ölümü üzerine tartışmalar sürüyor. Türkiye’de Yasin Aktay, Ali Bulaç ve Hayrettin Karaman gibi bazı isimler kabaca İslamcılığın bitmediğini, ölmediğini ve ölmeyeceğini ifade ettiler. Sizin değerlendirmeniz nedir?
Birçok konuda Yasin Aktay ile neredeyse her zaman aynı fikirdeyim. Dolayısıyla ona ve İslamcılığın bittiğini kabul etmeyen diğerlerine katılmam sizi şaşırtmayacaktır. Eğer Müslümanlar İslam’ın iyiliği temsil ettiğine inanıyorsa, o zaman İslami bir hükümet bu iyiliği (yani adaleti) somutlaştırmalıdır. Bazılarının bunu yapmaması ampirik bir sorundur, bir ilke sorunu değil. Hepimiz kötü şeyler yapan Müslümanları biliyoruz; Müslüman bir katil ya da Müslüman bir yabancı düşmanı, İslam’ın kendisini hükümsüz kılmaz.
Sömürgecilik, dekolonizasyon, İslamcılık ve post-yapısalcı siyaset teorisine odaklanan bir akademisyen olarak; İslamcı hareketin sömürgeciliğe karşı dekolonizasyon çabaları ve oluşumları oldu mu? Bu çabalar ve oluşumlar nelerdir? Sömürgesizleştirme perspektifleri ve pratikleri şu anda hangi aşamadadır? Dekolonyal perspektif gelecek için nasıl bir hikâye vaat ediyor? Yoksa bu çabalar ve oluşumlar sönümlendi mi?
Gazze’de olup bitenlere tanıklık ederken bir yol ayrımındayız. İki eğilim görüyoruz: Bir yanda Küresel Kuzey’de ve başka yerlerde Tel Aviv’in işgaline, Filistin’e saldırısına son verilmesini talep eden ve dekolonizasyon çağrısı yapan gösteriler var. Öte yandan, apartheid ve soykırıma göz yuman İslamofobik rejimler (Müslüman toplumlardakiler de dâhil) var. Eğer ırkçılık, sömürgecilik karşıtlığı ve sömürgecilik karşıtlığına kendini adamış bir akademisyenseniz, ancak “bilgi eksikliğiniz” nedeniyle Filistin’deki soykırım ve apartheid’a karşı konuşamıyorsanız veya konuşmayacaksanız, sömürgecilik karşıtlığına olan bağlılığınızı sorgularım. Asıl soru, sömürgecilik karşıtı girişimlerin devam eden soykırım karşısında fikir savaşına devam etmek için yeterli esnekliğe ve entelektüel kaynaklara sahip olup olmadığıdır.
Demokrasiyi, Antik Yunan’da başlayan hegemonik görüşten dar metodolojik tanımına, bir siyasi rejim metaforu olarak geniş tanımından bir yaşam biçimi olarak anlaşılmasına kadar dekolonyal bir bakışla eleştiriyorsunuz. Müslüman(ca) perspektiften demokrasi nasıl analiz edilmeli? Kabul edici mi, reddedici mi, eklektik mi yoksa başka bir bakış açısı var mı?
Eğer bir bakış açım varsa, bu Eleştirel Müslüman Çalışmaları projesinden gelen bakış açısıdır: Demokrasi, belirli ölçülerin, protokollerin ve prosedürlerin bir tanımı olmaktan ziyade kültürel bir işaret olarak daha iyi anlaşılabilir. Bu nedenle Batı karşıtı bir rejimin demokratik olarak kabul edilmesini hayal etmek imkânsızdır. Ankara daha iddialı ve bağımsız hale geldikçe, daha Batı karşıtı ve dolayısıyla daha anti-demokratik olarak görülmeye başlandı. Buna karşılık, Batı ittifakının bir parçası olan İslam coğrafyasındaki ülkeler nadiren anti-demokratik olmakla eleştiriliyor.
Halktan yetki almadan hesap verebilir hükümetlere sahip olabilmeniz mümkün değil ve İslam coğrafyasında kamusal alanda İslam’a yer açmadan halktan yetki alamazsınız. Popüler olmak için, Müslümanlığın özerk biçimleri olabileceği ihtimaline izin vermelisiniz. İslamofobik rejimler -ister Kuzey Afrika’da ister Suriye’de ister Körfez’de ya da Güney Asya’da olsun- Müslümanlığa karşı oldukları için halk iradesine karşı çıkacaktır. Bu mantıkları anlamanın bir yolu, onları Müslüman toplumlar içinde İslamofobi’nin yazgısı olan Kemalizm olarak görmektir.
Hilafeti ihya etmek mümkün mü değil mi? Eğer mümkünse, hilafeti ihya etmek için uygulanabilir strateji nedir? Bunu mümkün kılmanın yolları üzerine yıllarca akademik çalışmalar yapmış bir akademisyensiniz. Bunu mümkün kılacak araçlar, aktörler, süreçler ve engeller nelerdir? Yol haritanız nedir?
Akademide yıllarımı hilafeti yeniden canlandırma konusuna kafa yormaya harcamadım. Hilafeti Hatırlamak adlı kitabımda, İslami egemenliğin kaybına yol açan koşulları ve bu kaybın sıradan insanların refahı açısından sonuçlarını analiz ediyorum. Müslüman kitleleri düşmanca ve yağmacı bir küresel ortamdan koruyabilecek uluslararası bir aktör olarak hareket eden Müslüman bir büyük gücün, sadece Müslümanlar için değil tüm dünya için faydalı olacağını savunuyorum. Küresel İslamofobi ile mücadele etmek için Müslüman bir büyük güce ihtiyaç vardır ve hilafet böyle bir olasılığa ilişkin bir metafor işlevi görmektedir.
Yolda kullanacak bir aracınız yoksa yol haritasına sahip olmanın bir anlamı yoktur. Eğer araç bağımsız ve kendine güvenen Müslüman bir büyük güç ise, Müslüman bir büyük güce ulaşmanın tek yolunun egemenliğin önemli Müslüman nüfuslar arasında paylaştırılması olacağından kuşkuluyum. Mutlakiyetçi hükümetler yerine hesap verebilir hükümetler tarafından yönetilen Müslüman devletlerden oluşan bir koalisyon iyi bir başlangıç olacaktır. İslam İşbirliği Teşkilatı’nın (İİT) böyle bir koalisyon olmadan reforme edilmesi mümkün değildir, zira İİT mevcut haliyle amaca uygun değildir. İslamofobi’yi marjinal bir tehditten ziyade varoluşsal bir tehdit olarak gören ve buna karşı harekete geçmeye istekli olan, hesap verebilir hükümetlere sahip ülkeler tarafından yönetilen bir Müslüman devletler grubu, dünyanın her yerindeki mülksüzlere büyük fayda sağlayacaktır. Ancak böyle bir girişim hem siyasi tahayyül hem de irade gerektirir.