Ömer Faruk Çelik / Haksöz Haber
Sözün Başı…
Yakın zamanda Kays Said’in gerçekleştirdiği darbe gözlerimizi tekrar, ‘’Arap Baharı’’ diye literatürlere geçen fakat bizim ‘’Arap Kıyamları’’ diye isimlendirmeyi tercih ettiğimiz kıyamların başladığı yere, yani Tunus’a çevirmemize neden oldu.
Tunus İslami Hareketi NAHDA’nın “tavizlerine” rağmen Tunus’ta darbe severlerin tekrar despotizm sevdaları kendini gösterdi ve hükümeti feshettiler.
Böyle bir atmosferde (NAHDA) hareketi ve hareketin kurucusu olan Üstad Raşid Gannuşi hakkında bir şeyler yazma gerektiği fikri oluştu zihnimde. Raşit Gannuşi, fikirlerinden dolayı çok tartışılan bir şahıs. Bu nedenle fikirleri hakkında bir şeyler yazmak, fikirleri ile ilgili asıl kast ettiği noktaların neler olduğunu bilmek, anlamak ve o fikirleri hakkaniyetli bir şekilde eleştirmek arzusuyla -yazdığı eserlerden yola çıkarak- Raşid Gannuşi’nin bir portresini yazmaya karar verdim.
Tabiki Gannuşi gibi felsefe okumuş ve felsefi derinliği olan entelektüel bir şahsiyetin portresini çıkarmak kolay değil. Bir dostumun tavsiyesi ile Filistinli bir akademisyen olan kıymetli yazar Azzam S. Tamimi’nin ‘’Raşid Gannuşi: İslamcılık Geleneğinde Bir Demokrat’’ isimli kitaptan fazlasıyla yararlandım. Hatta çıkardığım portre genel anlamda bu kitabın özeti niteliğinde oldu, diyebilirim. Ayrıca ‘’GZT’’ sayfasının Gannuşi ile ilgili yaptığı video ve Gannuşi’nin ‘’İslam Devletinde Kamusal Özgürlükler’’ isimli kitabını okuma fırsatı bularak bu portreyi hazırlamak nasip oldu.
Sözü daha fazla uzatmadan asıl konumuza, Raşid Gannuşi’nin hayatını ve daha sonrada Fikir ve düşünce dünyasını anlatmaya başlayalım...
Hayatı
2. dünya savaşının arifesinde Tunus, Fransa’nın baskısı ve sömürgesi altındaydı. Almanya’nın 1940 yılında Fransa’yı işgali ile Tunus halkı göreceli bir rahatlığa kavuştu. Fakat savaş Almanya’nın yenilgisi ile sonuçlanınca Fransa’nın Tunus halkı üzerindeki baskısı daha da arttı. Bu dönemde Tunus halkının Fransa’ya karşı başlattığı direniş hareketi ve Almanlarla iş birliği yapıldığı bahane edilerek on binden fazla insan toplama kamplarına mahkûm edildi.
Böyle bir atmosferin yaşandığı Tunus’ta, 22 Haziran 1941’de, Tunus’un Gabes vilayetinin Hammaya’ya yakın bir köyde dünyaya gelir, Raşid Gannuşi. Yetiştiği toplum modernitenin etkili olmadığı, Müslüman bir toplumdur. Modern ulaşım ve iletişim araçları, yerel halkın kınadığı tatil, eğlence, kılık kıyafet gibi batılı alışkanlıklar henüz onları ele geçirmemiştir. On kardeşin en küçüğüdür. Babası hafızdır. O da babasından aldığı eğitimle Kur’an’ı ezberler. İki abisinin üniversite için şehir dışına gitmesi aile ekonomisini kötü etkilediğinden eğitim hayatı sekteye uğrasa da, abisinin Hukuk Fakültesini bitirdikten sonra hâkim olması ile eğitim hayatına kaldığı yerden devam eder. Tabi eğitim hayatının sekteye uğramasında tek neden bu değildir, aynı zamanda babası onun batılı tarzda eğitim veren bir okulda okumasını istemez.
Gannuşi, on dört yaşında Hammaya’da ortaokul eğitimine tekrar başlar. Bu okul vakıflar tarafından finanse edilen Ez-Zeytuna İlahiyat Enstitüsü tarafından denetlenen, Ez-Zeytuna Enstitüsünün bir parçasıdır. İlkokul, Ortaokul ve Lise eğitimini içeren bir müfredatları vardır. Eğitim dilleri Fransızca değil, Arapçadır.
Gannuşi daha sonra ailesi ile beraber Gebes’e göç eder ve burada başka bir Ez-Zeytuna okulunda eğitimine başlar. Bu göç hayatında yeni bir dönemin başlangıcı olur. Çünkü ilk defa burada batılılaşmanın etkisini hisseder. Yaşadığı geleneksel yaşam ve dindarlık artık evin sınırlarına sıkışmıştır.
Şunu da belirtmek gerekir ki, Fransız sömürgesi 1881’den 1956’ya değin Ez-Zeytuna’ya ciddi hasar verdi. Sömürge yönetimi ilkokuldan üniversiteye kadar Fransızcanın ana dil olarak kullanıldığı paralel bir eğitim sistemi kurdu. Bu durum bütün bir neslin Fransa’nın istediği gibi şekillenen yoğun bir eğitimin başlangıcı niteliğindeydi.
Gannuşi başkentte bulunan İbn-i Haldun merkezindeki eğitimi boyunca (1959-1962) sıkı bir İslam takipçisi değildi. Aldığı dini eğitim ve Fransız sömürgesinden miras kalan laik kentsel yaşam arasında sarsılmaktaydı. Burada ifade edilen laiklik terimi sadece dinin kısıtlanmış rolleri anlamına gelmez, görüntü bakış açısı olarak, zihinsel anlamda tam bir laikliği ifade ediyordu.
Fransa’nın bu kültürel ve zihinsel laiklik tasarısı, Tunus’un bağımsızlığını kazanması ile Burgiba yönetimi ile de aynen devam eder. Başkan Burgiba 1987’ye kadar Tunus’u yönetir. Burgiba bağımsızlık hareketinin içinde yer alsa da gelişim ve ilerlemenin, özellikle sosyal normlar konusunda, Avrupa’nın sıkı sıkıya örnek alınmasıyla sağlanabileceğine inanmaktadır. Burgiba yönetim sistemi konusunda, o günlerde yönetimde olan Yeni Düstur Partisi ve Nasır’ın mısırdaki bölgesel akımlarını takip ediyordu.
Burgiba ulusal birliği oluşturma adı altında tek partili sistemi güçlendirip ülkeyi modernleştirme gayesiyle, ülkenin İslami geçmişiyle bütün bağlarını koparmaya çalışır.
Ez-Zeytuna’daki öğrenimine devam eden Gannuşi eğitiminin son yılında Felsefe okumaları yapmaya başlar. Ez-Zeytuna’nın müfredatındaki değişimler, eski eğitim yöntemleri, fıkhın yüzyıllar önce anlatıldığı gibi anlatılmaya devam edilmesi, gerçek ve mevcut problemlere İslami çözümler getirilmesine engel teşkil ediyor, buda onun ihtiyaçlarını karşılamıyordu.
Nasırcılık
Gannuşi entelektüel anlamda ‘’Nasırcı’’ olarak büyümüştü. Nasırcılık, 1952-1970 yılları arasında Cemal Abdulnasır tarafından üretilen Arap Sosyalist Birliği’nin ideolojisidir.
Cemal Abdulnasır’ın ideolojisi başlangıçta Mısır tipi sosyalizme karşı çıkan bir tepki niteliğindedir. Sonraları ideolojik bir kanaatten politik bir manevraya dönüştür. Nasır’ın Sovyet yandaşı politikaları koyu sosyalistlerin devlet kurumlarında önemli pozisyonlar elde etmesini sağlar.
Gannuşi lise mezuniyetinin ardından birçok Arapça eğitim alan Tunuslu gibi yerel bir üniversiteye giriş şansının çok az olduğunu anlar. Bütün yerel üniversitelerde eğitim dili Fransızcadır. Üniversiteye girmek içinde eğitim dili Fransızca olan bir liseden mezun olması gerekmektedir. O dönem Ez-Zeytuna’dan mezun olan öğrenciler sistematik olarak dışlanmakta ve iş bulmakta sıkıntılar yaşamaktadır.
Gannuşi iki yıl boyunca ilkokul öğretmenliği yapar. Fakat bu beklentilerinin ve yapmak istediklerinin çok altındadır. Bu işten kazandığı paraları biriktirerek Mısır’a doğru yola çıkar. Gannuşi Mısır’a geldiğinde Nasırcılık’a, Arap akımına bağlı bir gençtir. Bu dönem de Kuzey Afrika Müslümanlarının Arapçılık akımıyla İslam’ı özdeşleştirdiğini, aralarında bir fark gözetmediğini belirtmek gerekir. Gannuşi kendisi gibi Mısır’a gelen kırk Arapçı öğrenci ile tanışır. O dönemde Mısır’a gitmek için Tunuslu yetkililerden izin almadığından, Tunus büyükelçiliği tarafından aranmaktadırlar. Gannuşi ve arkadaşları Burgiba ve Nasır arasındaki geleneksel düşmanlıktan faydalanarak, ülkede kalma ve üniversite okuma izni alırlar. 1964’te Gannuşi, Kahire Üniversitesi Ziraat fakültesine kaydolur. Fakat Mısır’daki öğrenimine sadece üç ay devam etme imkânı bulur. O dönem Nasır ve Burgiba arasında ilişkiler düzelmeye başlar. Tunus Gannuşi ve arkadaşlarının iadesini ister. Bu Gannuşi’nin hayranı olduğu Nasırcılık/Arapçılık’a olan inancını sarsan ilk olaydır. Bunun yanında Mısırda hayalini kurduğu dayanışma, kardeşlik, eşitlik ve adalet ortamını pek bulamamıştır. Bu kısacık süre zihnindeki Arapçılık büyüsünün bozulması için yeterli olur. Yaşanan bu olaylar üzerine Arnavutluk’a gitmek için karar alır, fakat Tunuslu bir arkadaşı onu bu kararından vazgeçirir ve Suriye’ye gitme konusunda ikna eder.
Gannuşi Suriye’de Ziraat Fakültesi okumaktan vazgeçer, Felsefe okumaya karar verir. Gannuşi’nin Suriye’ye gittiği yıllarda, Suriye de bir kriz dönemi hâkimdir. Mısır ve Suriye arasında kurulan otuz bir aylık birlikteliğin bitişi Suriye’yi derinden sarsmıştır. 1958 yılında, Suriye de ki Baas Partisi yetkilileri iç ya da dış güçlerin liderliklerine el koymasından korkarak Mısır’a birliktelik oluşturmak için teklifte bulunur. Nasır bu birlikteliğin lideri olması şartını öne sürer. Baas Partisi yetkilileri de bunu kabul eder. Fakat kısa zaman sonra Nasır ve liderliğinden rahatsız olan Baas yetkilileri bir darbe yapar ve birlik bozulur. Gannuşi, Nasırcılar ve Baas Partisi yanlıları arasındaki bu gerilim sürerken Suriye’ye gider.
Baas Partisinin ideolojisi, egemenliğin millette olduğunu, millettin otoritenin kaynağı olduğunu savunan bir ideolojidir. Ayrıca Marksist toplum analiziyle sosyal, ekonomik, siyasi problemlere Panarap Milliyetçisi bakışını sentezleme girişimini temsil eden bir ideolojiydi. Fakat Baas Partisi’nin bu ideolojisi Gannuşi’yi etkileyemedi. O Mısırda yaşadığı hayal kırıklığına rağmen kendisini Mısır-Suriye arasında birlik kurmaya çalışan Suriyeli Nasırcılarla özdeşleştirdi.
Gannuşi, Şam üniversitesinde kendini ateşli entelektüel tartışmaların içinde buldu. O günlerde ideolojiler arasında milliyetçi akım en yaygın olanıydı. Milliyetçi akımda kendi arasında da, Baasçı-Nasırcı diye bir ayrım yaşamaktaydı. Milliyetçilerin yanında, dinin hayattan izolesini savunan laikler ve dinin hayatın her alanında olması gerektiğini düşünen İslamcı düşünce biçimine sahip öğrencilerde bulunmaktaydı.
Avrupa Turu
Gannuşi 1965’te batı dünyasını keşfetmeye karar verir. Toplam yedi aylık bir tura çıkar, Türkiye dâhil olmak üzere Avrupa’da birçok ülkeyi gezer. Birçok yerde çalışır, Batıda yaşayan insanların hayat tarzlarını tanıma fırsatı bulur. Bunun neticesinde zihnindeki muhteşem batı tasviri söner. Batıda yaşayan gençlerin ne denli yozlaştığını kendi gözleriyle görür. Bu gezi Gannuşi’nin zihinsel devrimini gerçekleştirmesinde büyük bir paya sahiptir. Artık Milliyetçi tarafın Batı anlayışı yerine İslamcıların batı anlayışını benimsemeye başlar.
Dönüşüm
Gannuşi, bütün tutarsızlıklarına rağmen Şam’daki ikinci yılının sonuna kadar Nasırcılık’a bağlı kalır. Arapçılığın Batı düşünce sistemine dayandığını görmesi uzun sürmez. Suriye tecrübesi Ortadoğu’daki Arapçılık kavramının İslam’la zıt olduğunu görmesinde önemli bir etkiye sahiptir. Onun Kuzey Afrika’da gördüğü Arapçılık, burada gördüğünden çok farklıdır. Kuzey Afrika’da ki Arapçılık fikri Arap halkına hizmet fikrine dayanmaktadır. Buradaki ise ruhundan sapmış bir Arapçılıktır.
Gannuşi, Milliyetçi düşünceye alternatif bir düşünce aramaya başlar. Bu alternatif arayışı Suriye’de birçok İslami düşünürle tanışıp, derslerine katılmasına vesile olur. İslamı tekrar keşfetmeye başlar adeta.
‘’Milliyetçiliğin hatalarından emin olan zihnim sonunda rahatladı. İslam'dan tamamen emin olsam da yaşadığım İslam'ın gerçek İslam değil daha ziyade geleneksel ve ilkel bir yansıması olduğunu anladım. Geleneksel olan ideolojik değildi ve kapsamlı bir sisteme tabi değildi. Bir medeniyet ya da yaşam tarzı oluşturmaktan uzak alışılagelmiş bir dini hassasiyet, bir dizi gelenek, görenek ve törenler bütünüydü. Gerçek Müslüman olmadığımı anladım ve İslam'a yeniden dâhil olma kararı aldım.’’
15 Haziran 1966 gecesi onun için bir dönüm noktası olur;
‘’O gece iki şeyden kendimi arındırdım: Laik milliyetçilik ve geleneksel İslam. O gece asıl İslam'ı, vahiyle indirilen, şekillendirilmeyen ya da tarih ve gelenekle saptırılmayan İslam'ı kucakladım. O gece uçsuz bucaksız bir inançla aşkla hayatımı adadığım dine duyduğum hayranlıkla dolup taştım. O gece yeniden doğdum, yüreğim Allah'ın ışığıyla, aklım da eskiden beri öğrendiklerimi yeniden gözden geçirme ve üzerine düşünme azmiyle doldu.’’
Suriye’deki üçüncü yılında artık İslami düşüncenin bir neferidir. Okuyabildiği kadar çağdaş İslami düşünürlerin kitabını okur. Mevdudi, İkbal, Seyyid Kutup, El Benna, Sıbai, Malik Bin Nebi ve En Nedvi…
Bu süreçte İhvan dâhil olmak üzere birçok örgüte davet edilir ama herhangi bir örgüte dâhil olmaktan kaçınır. Çünkü aklında Tunus’a yani evine dönme niyeti vardır. Orada ne tür bir İslami aktivite ile karşılaşacağını bilmediğinden, kendini bir örgüte bağlayıp örgütsel bir bağlantı ile dönmenin uygun olamayacağını düşünür. Fakat Şam’da hemen hemen bütün İslami akımları tanıma fırsatı bulur.
Fransa’da
Gannuşi 1968 yılında Şam üniversitesinden mezun oluşunun ardından Sorbonne’da lisansüstü eğitim almak için Fransa’ya gider. Orada Felsefe programına kaydolur. Fransa’ya iki nedenden dolayı gider. Birincisi, Tunus’taki durumun dört sene öncesine göre daha kötü olması, yani toplumun tamamen Batılılaşmış ve İslam’ın neredeyse kökünün kazınmış olması… Hal böyle olunca sık sık ziyaretlerine gittiği âlimlerden Tunus’a gitmemesi hususunda tavsiye alır. İkincisi, Paris’in hala Tunusun kültürel mirasının kaynağı olmasıydı. Tunus’ta tanınmak istiyorsa Fransa’da akademik eğitim alması gerekiyordu. Fransa Tunus için tanıdık bir yerdi ve oraya giderse tanıdığı Tunuslularla karşılaşacağını bilmekteydi.
Fransa’ya varınca Tunusluların uğrak mekânlarını araştırıp o mekânlara gitmeye başlar. O mekânlarda tanıştığı kişilerle uzun tartışmalardan sonra çekirdek bir kadro oluşturmayı başarır. Daha sonra ‘’İslam Cemaati’’ isimli cemaate katılır. Anılarında bu mütevazı cemaatin Fransa’nın sert rüzgârına karşı onu koruduğunu söyler.
Fransa sokaklarında yaşanan gayrimeşru yaşam Gannuşi’yi çok zorlar. Tunuslu hemşerilerinin de bu yaşama ayak uydurduklarını kendi gözleri ile görmesi onu daha fazla üzer. Hal böyle olunca bu ortamdan biraz olsun uzaklaşmak için Sorbonne yakınlarındaki Katolik öğrenci kulübünü ziyaret etmeye başlar. Kulüpte bulunan kızlar ve erkekler edepli davranışlar sergileyen şahsiyetli insanlardır ve hayata karşı ciddi bir duruşları olduğunu fark eder. Bu kulüpte Fransa insanıyla iletişime geçer, kültürlerini öğrenir ve Fransızcasını geliştirme imkânı bulur, Katolik öğrencilerle İslam üzerine derin tartışmalar yapma fırsatı bulur.
Eve Dönüş
Gannuşi ‘’İslamda Eğitim Felsefesi’’ başlığıyla yazacağı teze yeni başlamıştır ki, ağabeyi onu Tunus’a geri götürmek için Fransa’ya gelir. Gannuşi’nin İslam cemaatindeki faaliyetleri, dış görünüşündeki değişimler Fransa da yaşayan Tunuslu tanıdıkları tarafından ailesine anlatılır ve aile bu manzara karşısında dehşete düşer. O günlerde İslami davranış biçimi budalalık olarak algılanmaktadır. Bu nedenle ailesi ağabeyini görevlendirerek Gannuşi’yi Tunus’a geri getirmesini ister. Ağabeyi, annesinin hastalığını bahane ederek onu Tunus’a geri getirmeye ikna eder. Geri dönüş yolculuğunda gerçekleştirdikleri Endülüs ziyareti ve Malik Bin Nebi ile tanışma imkânı elde etmesi onu derinden etkiler. Gannuşi Malik Bin Nebi’nin İslami felsefesinden etkilenir. Bu felsefe gerçeğin bilimsel analizi ve bu analizle dini metinleri karşılaştırılarak müzakere edilmesine dayanan bir felsefedir.
Demokrasi Yolculuğu
70’ler Gannuşi’nin siyasi düşüncesinin geliştiği dönemlerdir. 70-80 arası on yıl, onun önceki düşüncelerinden kopuş evresidir. Bu dönem yaşadığı bazı olaylar Gannuşi’nin fikri olarak ‘’İslamcı Demokrat’’ bir kişiliğe dönüşmesine zemin hazırlar.
Tunus’a geri döndüğünde aklında tekrar Paris’e geri dönmek vardır. Fakat Ez-Zeytuna Camisi ziyareti esnasında gençler ve yaşlılardan oluşan bir çalışma grubu ile tanışır. Bu tanışma, Gannuşi’nin içinde bir umudun yeşermesine vesile olur. Tunus’ta kalmaya karar verir. İleriki süreçte İslam Cemaati isimli bir örgütün lideri olur. Burada tanıştığı Müslümanlarla beraber her yıl Malik Bin Nebi’yi ziyarete giderler.
Gannuşi’ye göre, Malik Bin Nebi İslami rasyonalizmi yaşatan düşünürlerdendi ve bu rasyonalist tavır onun üzerinde ve arkadaşları üzerinde derin bir etki yaratmıştı. Gannuşi’nin İslami rasyonalizmden anladığı şey, mantık ve vahyin bilgi kaynağı olmasıydı. Ona göre bu iki olgu arasında bir uyum vardı. Vahyin yorumlanma sürecinde mantığa temel oluşturmasının esas olduğunu ifade ediyordu.
Malik Bin Nebi ile yaptıkları dersler, Selefi ekolünü benimseyen Gannuşi için çok faydalı oldu. Selefi düşüncenin apolitik olduğunu ve çoğunlukla dış görünüş konularıyla ilgilendiğini gördü. Ayrıca bu düşünce biçimi Tunus’a uygun değildi. Kapsamlı bir hayat görüşü sunmaktan uzaktı.
Tunus’a tekrar yerleşen Gannuşi lise son sınıf öğrencilerine felsefe öğretmenliği yapmaya başlar. Derslere başladıktan sonra müfredatla ilgili sıkıntıların olduğunu görür. Müfredat batı kaynaklı felsefeye odaklanmaktadır. Gannuşi batı kaynaklı felsefenin batıya ait sorunlara parmak bastığını, Tunus’un sorunlarına çözüm bulamayacağına inanmaktadır. Fakat belirtmek gerekir ki, o bu derslere tamamen karşı değildir. Hem batı hem İslam felsefesini içine alan, ama İslami açıdan yorumlayan bir ders anlatılması gerektiğini düşünmektedir.
Gannuşi ileri dönemlerde bu konudaki bazı eleştirilerinin kökten olduğunu, batıya dair her şeyi reddetmeye yönelik olduğunu kabul eder. Tunus’taki karşıt gruplarla fikir alışverişinde bulunduktan sonra daha ılımlı bir tavır almaya başlar. Artık ekonominin insan davranışı üzerindeki etkilerini reddetmez, eskiden temellerini çürüttüğü Marksizm’i analizlerinin içine almaya başlar.
Bu yeni eleştirel analiz şekli,batının kusursuz eleştirilemez olduğunu reddediyor ama batının tezlerinin tamamen yanlış olduğunu da düşünmüyordu. Bu yaklaşım şekli onun entelektüel gelişiminde bir değişime imza attı. Bu yöntem, Tunus’un yeni doğan İslami hareketinin yönünü belirleyecekti...
Bahsi geçen değişim/dönüşüm iki konuda Tunuslu Müslümanlara avantaj sağlar;
Birincisi, Tunus sendikacılar hareketindeki solcularla mantıklı bir ilişki kurmanın zeminini hazırlar,
İkincisi, İslamcıların batı düşüncesinin İslam’la çelişmeyen konuları ile yönetim, sivil haklar, işçi hakları, kadın hakları gibi konularda işe yarayan araçları ithal etmelerine olanak sağlar.
İhvan Bağlantısı
Gannuşi üç yıl boyunca Tunus’taki İhvan cemaati platformunu kullanarak tebliğ topluluğunun metotlarıyla tebliğ faaliyetlerine devam eder. 1973’te yükselişe geçen İslami akımlara karşı alarma geçen hükümet, İslami cemaatin aktivitelerini yasaklar. Bunun üzerine topluluk yöntemlerini gözden geçirme kararı alır. Böyle açıktan yapılan tebliğin baskı ortamında Tunus’a uygun olmayacağı kanaati hâsıl olur. Bunun nedeni ise Tunus’un politik sisteminin doğasıdır. Tunus’taki rejim aşırı otokratik bir yapıya sahiptir. Bununla birlikte aşırı radikal bir laiklik tarzı benimsemekte ve bunu halka dayatmaktadır. Rejim ibadeti özel alanlara kısıtlamakla tatmin olmuyor, dini tamamen yok etmek, dini tekeline almak ve dini kendi düşünce biçimine göre yorumlamaya çalışmaktaydı.
Gannuşi Mısır’da Hasan El Benna’nın kurduğu İhvan-ı Müslimin tecrübesinden etkilenmişti. 1970’ten bu yana İhvan, milyonlarca genç Müslümanın düşünce dünyasını ve davranışlarını etkilemişti. Gannuşi içinde İhvan, bir ilham kaynağı, bir özgürlük hareketiydi.
Hasan El Benna’nın Gannuşi’yi etkileyen iki temel hedefi vardı. Birincisi, İslami ana vatanı bütün etkilerden arındırmak. İkincisi, İslam öğretilerine göre hareket eden, İslam’ın sosyal kurallarını uygulayan, İslami prensipleri savunan ve bu amacı tüm dünyaya yayan İslami bir devlet kurma hedefiydi.
Fakat Gannuşi, kurulacak İslami hareketin Tunus’ta etkili olabilmesi için Tunus’taki yerel İslami mirasla bir bağlantı olması gerektiği kanaatindeydi. Bu nedenle Ez- Zeytuna’ya geri döndü. İlk defa bu dönemde Tunuslu İslam düşünürlerinin yazılarını incelemeye başladı.
1970’lerin ortalarında Gannuşi’nin ve yeni oluşan İslami hareketin düşünce yapısı üç bileşenin etkisiyle oluşan Tunus’a özgü bir karaktere sahipti.
İlk bileşen üç unsurdan oluşuyordu;
Geleneksel Tunus dindarlığı: Maliki Mezhebi, Eş’ari’lik ve Sufizm…
Gannuşi katılık ve hoşgörüsüzlük timsali olan Maliki mezhebinin onları içtihat konusunda kısıtlamalara götürdüğünü düşünmekteydi. Eş’ari’lik teolojik doktrini bu durumu daha da vahimleştirmekteydi, çünkü bu doktrin insanları kadercilik inancına doğru yönlendiriyordu. Sufizm ise Gannuşi’nin gözlemlerine göre yönetimin otoriterliğini pekiştirmekteydi. Eş’ari’lik doktrini ile beraber kadercilik anlayışının insanların uyuşuk kalmasının temellerini atarken, Sufizm de müridin efendisine sorgusuz sualsiz teslim olmasını meşrulaştırmaktaydı.
Gannuşi, başlarda kadercilik ve taklitçilikle savaşmak ister. İnsanın davranışlarından sorumlu olduğuna ve değişimin başta insanın içinde gerçekleşmesi gerektiğine inanır. Bu anlamda yüksek lisans tezini ‘’İbn Teymiye Düşüncesinde Kader Anlayışı’’ başlığıyla kaleme alır. İbn Teymiye kadercilik ve Sufizm eleştirisinden dolayı Ez-Zeytuna da yazıları yasaklanan bir alimdi. Gannuşi’nin burada ki temel amacı ise Tunus’taki otoriter rejimin kültürel temellerini sarsmaktı. ‘’Eğer bir değişim olacaksa hür iradenin kadercilik yerine, içtihadın taklidin yerine, eşitlik ve seçme özgürlüğünün Sufizmin körü körüne takip edilmesinin yerine geçmesiyle olacaktır.’’ der.
Fakat bu stratejiden vaz geçmesi uzun sürmez. 70’lerin ikinci yarısında hükümetle sürtüşmeleri sıklaşır, bu sürtüşmeler belli öncelikler oluşturulması ve evvela bu önceliklerin yerine getirilmesi gerektiğini anlar. Bu kültürel üçlemeye karşı çıkmak anlamsızdır, çünkü toplum bu konuda dirençlidir ve bununla beraber hükümet İslami harekete karşı açtığı savaşı iyice yoğunlaştırdığından başka cepheler açmak istememektedir.
Tunus özgünlüğünün ikinci bileşeni, Selefi dindarlığıdır…
Bu bileşen kendi içerisinde dört unsurdan oluşur. İlk unsur hukuki taklidi reddetmek, Kur’an Sünnet ve ilk üç nesil Müslümanların tecrübelerine yönelmektir. İkinci unsur, var olan rejimlerin İslam’a aykırı olduğunu ve bu rejimlerin değiştirilmesi gerektiğini söyleyen siyasi/sosyal İhvan düşüncesidir. Üçüncü unsur, sünnete sıkı sıkıya bağlı olmaya odaklanan ihvan eğitim programıdır. Dördüncü unsur, doktriyal ve ahlaki açıları vurgulayan İhvan entelektüel programıdır.
Üçüncü bileşen ise Rasyonel dindarlıktır…
Bu dindarlık türü rasyonellikle tanımlanmaktadır, çünkü kutsal kitabı yorumlarken, dini doktrinleri anlamaya çalışırken akıllı yargılamaya ve mantığa başvurmaktadır.
Rasyonel dindarlık üzerine şiddetli tartışmalar olur. Grupta bazı üyeler rasyonel dindarlık stratejisini benimserken, bazı üyelerde bunun vahyin değerini düşürdüğü kanısındadır.
Rasyonalistler; inananlar toplumunun kâfir toplumdan ayrılışını gerektiren cahiliye teorisini ve teorinin sahibi Seyyid Kutbu hedef alır. Kutub’a göre bu toplumda küçük bir inananlar topluluğu dışında İslam’a dair hiçbir şey yoktu. Bu nedenle bu küçük topluluk kendini göstermeye gücünü arttırarak toplumu değiştirmeye çalışmalıydı.
Gannuşi rasyonalistlerin Kutup eleştirilerinin tamamen karşısında durmuyordu. Çünkü kendisi de Kutub’un cahiliye ve hâkimiyet tanımlarına katılmıyordu. Aynı zamanda 19. yy. reform ekolüne saygı gösterilmesi konusunda rasyonalistlerle aynı fikirdeydi. Fakat onların kutsal metne karşı şüpheci olmalarını ve Selefi-İhvan ekolünü tamamen eleştirmelerinde tasvip etmiyordu.
Bu tartışmalar içerisinde İslam Cemaati iç çatışmalara yenik düşer ve bölünür. Gannuşi’ye göre bölünmenin temel nedeni İslami sol grubun çok ileri giderek şeriatın konumunu sorgulamaya başlamasıdır.
Demokratik Esinti
1970’lerin ortalarında, laik görüşlü bir kısım insanların içinden demokratikleşmeyi ilke edinen, bu uğurda mücadele eden bir hareket ortaya çıkar. Gannuşi hiç vakit kaybetmeden bu hareketin liderleriyle iletişime geçer. Bu onun için demokrasi yolundaki ilk adımdır.
Gannuşi aldığı eğitimin onu demokrasinin savunucusu olmaya götürdüğüne inanır. Bu yönelimini ise iki nedene bağlar. Birincisi felsefe geçmişi, ikincisi İslamiyet’e baktığı tarafsız penceredir. Gannuşi’nin İslami demokratik söylemin öncüleri ile kendi nesli arasında köprü kurma düşüncesi vardı. Demokrasi Tunus’taki muhalefetin ana konusu idi. Gannuşi, Kutub’un demokrasi karşıtı Maşrıklı düşüncesinin Arap bölgesinde taraftarlarının çoğalmasıyla, 19 yy. İslami düşünürlerin mirasını tekrar gözden geçirmenin faydalı olacağını düşünür.
Tunuslu demokratlarla iletişim kuran Gannuşi ve grubu ideolojik çabalarını iki sınır boyunca yürütür. Marksistlere meydan okurlar ve Birguba’nın batılılaşma politikalarını eleştirirler.
Üniversitede gerçekleşen tartışmalar da İslamcı öğrenciler kampüslerde komünistlerle tartışmaya girdikçe kendi araçlarının yetersiz kaldığını fark ederler. Komünistler; emperyalizm ile ulusal liberal hareketler arasındaki çatışma, toplum içindeki sınıf çatışmalarını gündeme getirirken, İslamcı öğrenciler aldıkları eğitimin doğası gereği bu konulara dokunmamaktadırlar. 1978’deki işçi ayaklanmasıyla fakirlerin problemlerine duyarsız kaldıklarını fark ederler.
Bu farkındalıktan sonra Gannuşi grubundaki üyeleri sendika hareketine girmeye teşvik etmeye başlar. Yeni strateji, komünistleri ideolojik platformda meşgul etmek değil, işçilerin haklarını savunmaktır.
İslamcılar işçilerin çabasına destek olup hem kampüste hem de sendikacılar hareketinde grev çağrılarında bulunurlar. Camiler artık isyancıların sığınağı haline gelir.
İlk defa 1 Mayıs 1980 de, Tunus İslami hareketi işçi bayramını kutlar. Hareket camide bir toplantı düzenler. Gannuşi toplantıda İslam’ın işçileri korumayı ve ödüllendirmeyi garantilediğini, Tunus ve diğer İslam coğrafyalarındaki toparlakların mülkiyet hakkının ümmete ait olduğunu söyler.
İran Devrimi
1979 yılında gerçekleşen İran devrimi, İslam’ın Tunus’taki popülaritesini arttırmış, Tunus İslami hareketi üzerinde yoğun bir etki bırakmış, Gannuşi’nin İslam düşüncesinin gelişmesine ve grubunun olgunlaşmasına önemli katkıları olmuştur.
İslam dünyasındaki halklar için İran devrimi ilham vericidir ve insanlara İslam adına kurulan muhalif güçlerin, batı ekseninde kalmış laik rejimleri devirebileceğini göstermiştir.
Gannuşi için İran devriminin en büyük entelektüel katkısı, zengin/fakir arasındaki çatışmayı göstermesi yönündeydi. Tunus’ta Şii yoktu ve nüfusun çoğu Şiilik/Sünnilik arasındaki farkı bilmiyordu. Bu sayede İran devrimi Tunus’ta Şii olayı değil de İslam ile ilgili bir olay olarak anlaşıldı.
Gannuşi’ye göre İran devriminin dört temel hedefi vardı ve bular Tunus’ta da uygulanabilirdi.
1-Despotluk/baskı karşısında direnmek, savaşmak
2-Sınıflar arası uçurumları, israfı ve adaletsizliği yok etmek
3-Siyaseti emperyalizme uyarlamaya engel olmak
4-İran halkını ahlaksız sömürge kültüründen korumak
Devrim sürecinde Humeyni’nin tüm İslami grupları arkasına alması Gannuşi’yi fazlasıyla etkilemiştir. Ayrıca İran devriminde, devrime destek vermeyen Sünnileri de eleştirmiştir.
Gannuşi son kertede İran Devrimi’ni çıkarılacak derslerin bulunduğu bir deney olarak görmüştür. Nasıl marksizimin maddeci felsefesini genel olarak reddetmesine rağmen bazı sosyal özelliklerini düşüncesine dâhil ettiyse, İran Devrimi’ne karşıda bezer bir tutum sergiler. Reform modeli olarak reddeder, fakat Tunus İslam Cemaati için geliştirdiği strateji konusunda faydalanır.
Sudan Tecrübesi
Maşrıklı İslam düşüncesi konusunda eleştirileri yoğunlaşan Gannuşi Sudan’daki İslami hareketi tanımak için 1979 yılında Sudana gider.
Sudan’da çok farklı bir İslami manzara ile karşılaşır. Özellikle Mağripte kadınlara karşı takınılan katı tutumların burada olmadığını, sosyal ve siyasi programların tümüne kadınların tam katılım gösterdiklerini, kadın ve erkeklerin rahtça iletişim kurabildikleri görür.
1980’de ‘’İslami Harekette Kadınlar’’ başlıklı konuşmasında kadınlara karşı takındığı eski tutumunu eleştirir. Cinsiyetler arası eşitliğin sağlanması, kadınların sosyal ve siyasal tüm aktivitelere katılması konusunda çağrıda bulunur.
Bu çağrı ve kadının geleneksel rollerine yönelttiği eleştiriler tartışmalara yol açsada kadınlar ve İslami hareket arasına köprü kuruldu ve kadın üye sayısı bir yılda iki karına çıktı.
Bu süreçten sonra Gannuşi’nin de içinde yer aldığı MTI (İslami Yöneliş Hareketi) kurulur. MTI’nin kurulmasının amacı şeffaflaşmaktır. Fakat kuruluşundan kısa bir süre sonra hükümet İslami hareketlerin büyümesine engel olmaya karar verir ve MTI liderleri ile beraber beş yüz üye tutuklanır. Hareket gizli faaliyet gösterirken hiçbir müdahalede bulunmayan hükümetin, halka açılmak ve siyasi parti olmak için başvurusundan sonra müdahale etmesi ilginç bir gelişmedir.
Gannuşi 1981-1984 yılları arasında tutuklu kalır. Aksiyonla geçen yıllardan sonra bu süreç onun için bir tefekkür fırsatı olur. Bu tefekkür onu Afgani/Abduh gibi düşünürlerin İslami Rönesans fikri ile bağlantı kurma ve bu amaca ulaşma düşüncesine itti. Bu fikir batıyla düşmanlaşarak değil batıdan faydalanarak gerçekleşecekti. Burada büyük bir problem karşısına çıkıyordu. İslam’dan feragat etmeden bunu nasıl başaracaktı. Ve batılı elitlerin batıdan faydalanmak için İslam’ın terk edilmesi gerektiği fikrine nasıl meydan okuyacaktı.
Hedef, modern İslami içtihat çerçevesinden çıkmadan Batılıların başarılarını incelemek ve onları geride bırakmak olmalıydı.
Gannuşi ve arkadaşları hapishane günlerini dolu dolu geçirir. Kuran, hadis, fıkıh çalışmaları ve Tunus ekonomisi, demografisi, eğitim sistemi, sağlık sistemi, endüstrisi, ticareti ve tarımının dünü bu günü hakkında ciddi araştırmalar yaparlar.
Demokrasi sorunu
Geldiği son nokta itibariyle o ana kadar sahibi olduğu görüşlerden Tunus’a uygun olmayanları çıkartıp, uygun olanları birleştirir.
Bu dönemde İranlıların MTI’ya saldırılarına cevaben bir makale yayınlar. İranlılar Müslüman kardeşleri ve MTI’yı batı özentisi olmakla suçlar. Gannuşi de İranlıları iki temel konuda eleştirir. Birincisi, İranlıların kendilerini doğruluğun tek temsilcisi olarak görmesi ve İslam’ı anlayan bir tek onlarmış, en meşru devrim yönetimi kendilerininmiş gibi davranmaları idi. İkincisi ise, İranlıların ABD’yi baş şeytan, tek düşman ilan ederek uluslararası ilişkileri aşırı derecede basite almasıydı.
Gannuşi ve arkadaşları, Malik Bin Nebi’nin öncülüğünde Mağripli öğrenci kulübünde dersler işlemeye başlarlar. Gannuşi gerçekleştirilen bu dersleri Arapçaya çevirir ve kitaplaştırır. Kitaba ‘’İslam’da demokrasi var mıdır?’’ sorusuyla başlar. İslam ve demokrasi kavramlarını geleneksel bir havda tanımlar.
Malik Bin Nebi’ye göre demokrasinin İslami kavramalar dâhil hiçbir kavramla ilişkilendirilmeden yeniden tanımlanması gereklidir. Yani demokrasinin ilişkilendirildiği bütün tarihi miraslardan arındırılıp kendi kendine durabilen, ideolojik imalardan uzak bir kavram olarak yeniden inşa edilmesini önerir. Bunu başarabilmek için demokrasiye üç açıdan bakılmalıdır. Kendine davranış biçimi olarak demokrasi, başkasına davranış biçimi olarak demokrasi, bireyin bu davranış biçimlerini geliştirebilmesi için gereken sosyopolitik bileşimler olarak demokrasi.
Bin Nebi’ye göre Avrupa’daki demokratik davranış biçimi Rönesans ve Reformun sonucuydu. Bu demokrasinin Avrupa’daki tarihsel anlamıdır. Başka bir millete uygulayabilmek için Avrupa tarihinden soyutlanmak zordur. Bin Nebi hem köleleştirmeye hem de hizmetkârlığa karşı çıkan demokratik davranış biçimlerinin var olduğu birçok örneğin bulunduğu insanlık tarihine işaret eder.
‘’Demokrasi, çoğunlukla anlaşıldığının aksine yüzeysel bir kavram ya da sadece siyasi bir süreç değildir. Gücün, anayasadaki belli şartlara uyan kitlelere ya da gruplara devredilmesi hiç değildir. Demokrasi, yasalarda ifade edilmeden önce insanların bilincinde var olan ve temellerini bireylerin davranış biçimi, öznel ve nesnel tepkiler ve standartların oluşturduğu bir olgudur.’’
Malik Bin Nebi’nin amacı; İslam’ın, insanı ilahi bir değerle onurlandırarak hizmetkarlık ve köleleşmeye direnmeyi meşrulaştırıp, kendine has bir tavırla demokratik davranışı yücelteceğini ortaya koymaktır.
Bu çeviriden sonra Gannuşi özgürlükler üzerine bir kitap yazmaya karar verir. Hapisten çıkar çıkmaz İslam’ın kişisel ve toplumsal hakları koruduğunu, azınlıkların siyasi ve dini haklarını, kadın haklarını gözettiğini duyurmak için bir alt yapı çalışmasına girişir. Karşıtları tarafından İslam, kişisel özgürlüklere karşı bir tehdit olarak lanse ediliyordu. İslam’ı bu anlamda savunmaya çalışır. Demokrasinin doğasının çarpıtıldığını kanaatindedir.
Sözü geçen kitap tamamlandıktan kısa süre sonra bir kez daha tutuklanır, hapse gönderilir. 1987’de Gannuşi ve seksen dokuz MTI üyesi DGM’ye çıkartılır. Şiddete teşvik ve devletin esasını değiştirmeye çalışmaktan suçlu bulunur. İki arkadaşı idam edilir. Gannuşi ise ömür boyu hapis cezasına çarptırılır. Burgiba bu kararı beğenmez, Gannuşi’nin ölüm cezasına çarptırılması için tekrar dava açar. Fakat Burgiba 7 Kasım 1987’de darbeyle başkanlıktan indirilir. Yerine Zeynel Abidin Bin Ali geçer. Gannuşi dâhil tüm siyasi tutukluların serbest bırakılması emrini verir.
Bu yeni dönemde Bin Ali Tunus halkının çok partili sistemlere, kitle kuruluşlarına dayanan, gelişmiş, kurumsallaşmış bir siyaseti hak ettiğine dair bir açıklama yapar. Bunun üzerine, halkın arasında tanınmak isteyen MTI Aralık 1988’de Partinin isminden İslami referansı kaldırarak ‘’Hizb En-Nahda’’ olarak ismini değiştirir.
Nahda, siyasi parti olmak için başvuru yapar. Fakat resmi onay daha gelmemiştir. Resmi onayı alamayan Nahda, anketlerde büyük oy oranına sahip olmasına rağmen meclise giremez. Bütün koltukları iktidar partisi doldurur. Nahda, tarihinin en büyük hatasını yapmıştır. Gannuşi iktidarı kışkırtmak istemez. Bin Ali’ye parlamentoda sadece on koltuk istediğine dair bir mektup yazar. Hareketin tek isteği ve planı, üyelerini, aktivitelerini ve kurumlarını koruyacak olan yasal tanınırlığı almaktır. Fakat Bin Ali’nin girizgâhını yaptığı demokrasi ümitleri çabuk yok olur.
Nahda hareketine halkın verdiği destek kimsenin beklemediği bir durumdu. Bu destek sonrası hareket liderleri biraz rahat davranmaya başladı ve yerel bölgesel, uluslararası güç dengelerini unuttu. Hareket üyeleri tam kapsamlı bir üyelik için bastırıyordu. Fakat şimdilerde fark ediliyor ki seçimlere olabildiğince çok adayla katılıyor olmak ölümcül bir hataydı. İktidarı kışkırtmışlardı ve iktidarda onları tehdit olarak algılamıştı.
Gannuşi Mayıs 1989’da Londra’ya gönüllü sürgüne gider. Yirmi iki yıl Londra’da kalır. Arap kıyamları başlayıp Tunus’ta devrim ateşi yandıktan sonra Ocak 2011 de ülkesine geri döner.
Gannuşi Tunus’a döndükten sonra Nahda hareketi yasal kabul edilir ve seçimlere girerek oyların yüzde 37’sini alarak seçimlerden birinci parti olarak çıkar. Ancak meclisteki çoğunluğu elde edememiştir. Nahda birinci parti olmasına rağmen büyük bir tavizle cumhurbaşkanlığı seçiminde aday çıkarmayacağını açıklar. Merkez sol partisi lideri ile beraber koalisyon hükümeti kurulur. Başka büyük bir taviz daha vererek yapılacak yeni anayasada yasamanın temel kaynağının İslam olmayacağını devletin seküler yapısının korunacağı deklare edilir. Ayrıca yeni anayasa yapıldıktan sonra hükümetten çekileceğini, yeni seçimlerin yapılacağını duyurur. Nahda sözlerini tutar. Gannuşi’nin bu süreçteki ılımlı adımları daha katı İslami partilerden, hatta kendi partisi içinden bile eleştirilere neden olur. Bu süreçte Gannuşi partisinden istifa noktasına bile gelir. Bununla beraber Nahda’nın oyları git gide azalır. Nahda Hareketi’nin son girdiği seçimde cumhurbaşkanı adayı yüzde 12 oy alabildi. 2019’da cumhurbaşkanı seçilen Kays Said’in, hükümette gerçekleşen kabine değişikliğine müdahale etmesi ile başlayan siyasi kriz 25 Temmuz 2021’de Said’in darbesiyle daha da derinleşti…
Düşünce ve Fikir Dünyası
Demokrasi
Gannuşi, demokrasiyi, meşruiyetini halktan alan, yönetilene seçme, kontrol etme ve gerektiği durumlarda rejimden rejime farklılık gösteren şekillerde hükümdarı değiştirme hakkı tanıyan siyasi bir sistem olarak algılamaktadır. Bütün demokratik modellerin ortak noktası serbest seçimlerdir. Gannuşi'ye göre, demokrasi gücün seçim sandığı yoluyla el değiştirmesi prensibini kurar, kamu adına ifade özgürlüğü, siyasi parti kurma özgürlüğü gibi çeşitli özgürlükleri garantiye alır ve yargının bağımsızlığını sağlar. Demokrasi, halkın egemenliğinin iktidardaki rejimin üstünde olduğu, halkı adaletsizlik ve despotluğa karşı koruyan birçok önemli değere sahip bir mekanizmadır.
Gannuşi, Batı demokrasisinin ürettiği mekanizmaların iyi ve geliştirilebilir olduğuna inanmaktadır. Kendisine göre, Batı demokrasisinin problemi mekanizmalarında değil, onu besleyen yakıttadır. Bu yakıt ise materyalist felsefedir.
Gannuşi'ye göre, İslami katkı şu anki demokrasilerde bulunmayan üstün etik ve erdem kurallarıdır. Bu üstün ahlak konusundaki yetersizliği, Batılı demokrasileri "halkın, zengin ve güçlüler tarafından kendi çıkarları için yönetilmesi" yönüne sürüklemiştir.
İslam'ın, Batı demokrasi sistemlerini adam ederek insanlığın yararı için, demokrasinin iyi yönlerini koruyabileceği konusuna umutla bakmaktadır. Kendisine göre, bu, Ümmet’i bir ihtardan tutun, idare kurumlarına kadar her konuda hükümete dâhil etmeyi ima eden İslami şûra modelini dönüştürerek başarılabilir.
Gannuşi, medeniyeti süregiden bir olgu olarak algılamaktadır. Bu sebeple, bu sürecin herhangi bir noktasında meydana gelen bir gelişme, ister Yunan, ister İslami, ister Avrupalı olsun, bütün insanlığa aittir. Aynı doğrultuda Gannuşi, sırf Batı'da diye endüstriyel devrimi reddetmek kadar hükümet ve yönetim bağlamlarındaki başarıları reddetmenin de oldukça toy bir düşünce olduğunu düşünmektedir. Müslümanlar bu başarılıdan faydalanarak, amacı adalet ve mutluluğu sağlamak olan şûra, biat, icma ve değerlerini aktifleştirip kurumsallaştırabilirler.
Tıpkı endüstriyel mekanizmalar gibi, demokratik mekanizmalar da çeşitli kültürel iklimlerde hareket edebilen, çeşitli entelektüel temellerle birlikte var olabilen evrensel insan başarıları olarak farz edilmelidirler. Bu mekanizmalar sonuç olarak dinin ötekileştirilmesi ve insanın yüceltilmesine vardıran laiklik, milliyetçilik, kapitalizm ve güce aç faydacılıkla karıştırılmamalıdır. Batı demokrasi modeli bu değerler içinde evrilmiştir. Fakat bunlar halkın egemenliğini tanıyan ya da vatandaşlar arasında eşitliği sağlayan gereklilikler olmamakla beraber, insanları temsil eden bir hükümet oluşturma koşulları ya da demokratik sürecin devamını sağlayan garanti unsurları değildirler. Gannuşi, demokratik mekanizmaların hiçbirinin, İslam ile çatışmadığını düşünür. Kendisi, demokratik mekanizmaların İslami değerlerin, yüce ideallerden hayata uygulanabilen pratik çözümlere dönüştürülmesinde en kullanışlı araçlar olduğuna inanmaktadır. Demokratik sistem de İslam'ın önerdiklerinden daha iyi değerler ve daha iyi felsefeler bulamayacaktır. Gannuşi, İslami demokrasi modelinin demokratik araçlar ile İslami değerlerin evliliğinden doğacağına inanmaktadır.
İslam Devletinde Kamusal Özgürlükler
Gannuşi’ye göre, Batı'nın özgürlük arayışları, devletlerin insan hakları konusunda yasalar oluşturmasına ve bu konuda çeşitli dünya bildirgelerinin yayılmasına doğru evirildi. Fakat Gannuşi "bu hakların tüm dünyada eşit olarak uygulanmasını sağlayan ortak bir payda olmayışı” noktasına işaret etmektedir. Kendisi, Batı kavramının insanlara teoride otorite verdiği ama gerçekte hatalarının farkına varabilmesine ya da despotluğa karşı çıkabilmesine olanak sağlayamayacak kadar "resmi ve negatif" olduğu eleştirisine katılmaktadır.
İslami Özgürlük Kavramı
Gannuşi'nin bu kavramı tanımlarken çıktığı nokta İslam'ı, Allah inancı dışında her türlü hizmetten soyutlama amacı güden bir özgürlük hareketi; bütün putlara ve despotlara karşı kapsamlı bir devrim olarak algılama isteğidir. Bunun ışığında, özgürlük en basit haliyle bir izin ya da lisans değildir; doğruluğa adanmışlık, doğruluk bilinci ve sorumluluğu olan güven duygusudur.
Bu bağlamda, özgürlük, Allah yolunda mücadele etmek ve vermektir. Kişi Allah'a kulluk etmeye ne kadar sadık olursa, kendisini diğer otoritelerden o kadar özgür kılar ve insanın mükemmelliği çizelgesinde o kadar yükseğe çıkar.
Gannuşi'ye göre, İslam'ın koruma altına aldığı birinci ve en önemli hak, bireyin hiçbir zorlamaya maruz kalmadan inancını seçebilmesidir. O'na göre, İslami Şeriat, Allah tarafından verildiği için bu hakkı takdis eder ve korur.
Vatandaşlık Hakları
Gannuşi, "İslam Devletindeki Gayrimüslimlerin Vatandaşlık Statüsü Hakları" isimli kitabına, ilahi kudretin Müslüman devletindeki gayrimüslimlere tanıdığı adalet, eşitlik, güvenlik, toplum ve korunma kavramlarının da dâhil olduğu ana hatları özetleyerek başlar. Ayrıca ‘’Dar-ul İslam’’ dendiğinde içinde yaşayan herkesin kastedildiğini ve Kur'an'ın, Sünnetin İslami hukukun herkesin temel haklarını koruduğunu doğrular. Bu hakların ilki mutlak ve kapsamlı olup ırk, emik köken, renk, sosyal statü ve mezhep gözetmeyen eşitlik hakkıdır. İkinci hak, Müslüman bir devlette gayrimüslimlerin kilise, tapınak, manastır, sinagog ve benzeri yapıları inşa etmesi gibi haklan da kapsayan düşünce ve inanç özgürlüğüdür. Üçüncü hak ise, okul ve dini kurum kurmayı içeren eylem özgürlüğüdür.
Demokrasinin İslami Kökleri
Gannuşi ‘’İslam demokrasi ile çelişmez; tam tersi, bu iki olgu, çıkar alışverişi yapabilen, ortak ilgilere sahip olan, birlikte var olma formülüne ulaşmış olan sağlam zeminli bir platforma sahiptir. İslam demokrasi ve çoğulculukla bağdaşan özellik ve uygulamaları içermektedir, mesela içtihat icma ve şura.
Demokrasiyi uzun soluklu tarihi devrimin nihai sonucu olarak; kuramcıların, hukukçuların ya da siyasi düşünürlerin yarattığı yapay bir olgudan çok farklı bir şey olarak görmektedir. Demokrasinin çoğu kuralı orta çağ Avrupası'na, yeni bir sistemin temellerini atana kadar gelişen tarihi devinimindeki medeniyetlerin mirasına dayanmaktadır. Gannuşi'ye göre, Avrupalılar köklü sosyal değerleri oluştururken İslam medeniyetinden faydalandılar ve ortaya liberal demokrasiyi çıkardılar. "Avrupa'nın İslam ile ilişkileri kıtada psikolojik bir şok etkisi yarattı ve Avrupalıları feodalizm uykusundan, kilise dininin başarısızlığından, aristokrasinin diktatörlüğünden uyandırdı." der.
Demokrasiyi Anlama
Gannuşi'nin gördüğü kadarıyla demokratik sistem form ve özden oluşmaktadır. Form, bir sürü “anayasal teknik vasıtasıyla uygulamaya geçirerek halkın egemenliğini kabul etmektir. Bu, sistemden sisteme değişiklik gösterebilir ama temel prensipler -eşitlik, seçim, güçler ayrılığı, siyasi çoğulculuk, ifade özgürlüğü, örgütlenme hakkı, çoğunluğun yönetmesi ve azınlığın muhalefet olması- konusunda hepsi aynı noktada buluşmaktadırlar. Demokrasinin özü ise, insanın haysiyetini kabul etmektir.
Bu doğrultuda, bir yandan bireye, hükümdarlara baskı yapma, onları etkileme ve onlardan gelen baskıya karşı korunma hakkı verilirken diğer yandan da haysiyetini koruyabilmesi için haklar bahşedilir ve kamu işlerine dâhil olmasına izin verilir.
Gannuşi, egemenlik kavramını iki farklı şeyi anlatmak için kullanmaktadır. “Halkın egemenliği" derken neden bahsettiğini tam olarak açıklamasa da, “halkın iktidarı" ve iktidarın halkın çıkarları yönünde hareket etmesi anlamlarını çıkarmak mantıksız olmayacaktır. Eşitlikten kastı da muhtemelen, belli başlı koşullar sağlandığında ortaya çıkabilen seçim demokrasisini de içine alan siyasi eşitliktir
Gannuşi, "güçler ayrılığı" kavramını Batı siyasi düşünürlerinin despotlukla savaşmak için ortaya sürdüğü şeylerden biri olarak açıklar. Güçler ayrılığının çeşitli uygulamalarını ve her uygulamanın avantaj ve dezavantajlarını ortaya koyar. Kendisi de despotluğa karşı emniyet alanı sunduğu için güçler ayrılığını destekler.
Otokrasiye Karşı Demokrasi
Gannuşi’nin liberal demokrasiye karşı yaptığı eleştiri, problemin kökeninin tamamen demokrasinin mekanizmalarında ya da kurumlarında olmadığını göstermeyi amaçlamaktadır. Yani problem, seçimlerde, parlamentoda, çoğunluğun iktidarında, çoğulculukta ya da basın özgürlüğünde değildir. Daha ziyade, problemin kökeni “ruh ve bedeni ayıran, Tanrı'ya savaş açan, O'nun yerini kulla doldurmaya çalışmak için her şeyi yapan zihin yapısının felsefesinde yatmaktadır. Yani insanın başına gelen musibetler, yöneten ve yönetilen arasındaki ilişkileri organize edebilmek için uygun bir formül üretmiş, normalde başarıyla yürüyebilen bir sistem olan demokrasiden ya da bilinen mekanizmalarından ötürü değildir. Altında yatan felsefeyi atıp üstteki liberal demokrasiden faydalanmak en akıllıcası olabilirdi.
Demokratik rejimin despotluğu frenleyebilmesi ve Gannuşi'nin tabiriyle modern esareti engelleyebilmesi için, insanın ruhani ve ahlaki açılarını tanıyan mantıklı felsefelere ve saygın insani değerlere dayanması gerekmektedir.
Bin Nebi'nin demokrasi ve İslam hakkındaki eserine işaret eden Gannuşi’ye göre, ideal demokrasiye ulaşılabilmesi için, insanın haysiyetini tanıyan, hegemonya ve esaretin çukurlarına düşmekten kurtaran bir felsefe bulması şarttır. Gannuşi’ye göre bu felsefe ancak İslam'da bulunabilir. Fakat tam anlamıyla gelişmiş bir İslam modeli yoksa bu model oluşturulana kadar başlangıç olarak Batılı demokrasiyi önermekten de kaçınmaz. Bu, Gannuşi'nin kendisini filozoftan ziyade siyasetçi olarak öne sürmesine bir örnektir. Kendi ülkesi de dâhil Müslüman bölgesindeki birçok yerin otoriterliğe açtığı savaşı dikkate alarak, Batılı liberal demokrasi örneğinin daha iyi bir örnek olabileceğini düşünmektedir. “Tutamadığı vaatlerine” rağmen liberal demokrasi, insanların karar verme haklarını tanıyan ve onlara saygı duyan “mantıklı” bir devlet yapısı gibi görünmektedir.
Gannuşi'nin İslam ve demokrasi arasındaki tutarlılıkla ilgili teorileri, İslam hükümetinin halkına siyasi eylemleri hakkında cevap verebilen sivil bir otorite olduğuna dair varsayımlarından kaynaklanmaktadır. O'na göre, İslam'da teokrasiye yer yoktur, çünkü politikaları üretenler, eylemleri hatalı ya da kötü yönlendirilmiş olursa, bireyler ya da gruplar tarafından eleştirilebilir ve eleştirilmelidir. İyinin yandaşı olup kötüden uzak durmak gibi kavramlar, yanlış yaptıklarında hükümdarlara başkaldırma ya da onları doğru yola döndürmenin altında İslam’da en önemli görevlerden biridir. Müslümanlar, siyasi otorite ve halk arasındaki ilişkileri yönetmek için şûrayı oluşturmak üzere dinleri tarafından birleştirilmiştir. Bu sebeple, onların şûrayı kurumsallaştırmak ve yürürlüğe koymak için demokrasi sistemi içerisinden gerekli araçları (seçimler, parlamento, güçler ayrılığı vb.) alması gerekmektedir.
Devlet Kavramı
İslami devlet kavramının tartışmadan önce Gannuşi, ‘’İslam Devletinde Kamusal Özgürlükler’’ okuyucularına "Batı devlet kavramı" adını verdiği kavramı tanıtmaktadır. Bu noktada kendisinin ilgisini çeken şey, modern devletin nasıl ortaya çıktığını gösteren tarihi bir açıklama değil, daha ziyade özelliklerinin derin incelemesidir.
Şu soruyu sorarak yola çıkar: "Eğer İslami devlet ilahi vahiyden feyz alıyorsa, modern Batı devletinin ilham kaynağı nedir?" Batı devletinin, yasalar devleti olduğu söylendiği için, Gannuşi analizine bu yasalardan başlar.
Antropolojik kanıt olarak işaret ettiklerinden yola çıkan Gannuşi, hiçbir insan topluluğunun, ilahi inanıştan yoksun olmadığı sonucuna varmıştır. Ve bu inanıştan "yasa" çıkmıştır. Din adamları tarafından işaret edilen ilahi irade yasanın özü ve saygı duyulmasını sağlayan kaynağı olmuştur. Yasanın kökleri, dinin kökleri ile aynı dönemlere denk gelmektedir. Dindar toplumlar da yasa dinden evirilmiş, dinle özdeşleştirilmiş ve din adamları yasa koyucular olmuştur. Din bazı medeniyetlerde, dini metinlerin yorumlanmasın tekeline alan, Tanrı adına konuştuğunu iddia eden kurumlara dönüştüğünde, monarşi yönetimleri kendi kurduğu otoritelere saygı duyulması için dinin etkisini kötüye kullanmaya başlamışlardır. Yavaş yavaş, monarşinin iradesi, Tanrı’nın iradesi olmaya, yasanın kuralları hiç çekinmeden "Ben devletim, ben Tanrı'nın yeryüzündeki gölgesiyim diyen hükümdarın, kurallarıyla karışmaya başlamıştır. Irkları güç ve etki alanına almak için din adamları din adına konuşabilen tek yetkililer olduklarını iddia etmişlerdir. Sonuç hem din, hem de siyaset için fiyasko olmuş ve bu da despotluğun temellerini atmıştır.
Otokrasiden yasaların hâkimiyetine geçiş, modern Batı devletinin özünü oluşturmakta ve bu sebeple kendisini haklı olarak yasa devleti ismiyle adlandırmaktadır. Bu demokratik devlet, iki ana kolon üzerine inşa edilmiştir: Meşruiyet ve egemenlik. Burada meşruiyet, otoritenin, belirlenmiş süreçlere dayanan, hükümdarların sayısına ve kimliğine göre değişmeyen bir yasaya bağlı olması anlamına gelir.
İslami Devlet Kavramı
Gannuşi için İslam, ekonomik, sosyal, ruhsal, ahlaki, siyasi, diplomatik ve cezai açıları kapsayan kapsamlı ve tam bir hayat şeklidir. Toplumsal refah, zenginliğin ve mirasın paylaştırılması, aile ilişkilerinin düzenlenmesi, adaletin kurulması, şûra ve eşitlik, doğru ve gerçeğin korunması, yanlış ve kötünün uzaklaştırılması, zayıfın ve bastırılmışın korunması konularında detaylı önlemlerin hatlarını çizen yasa ve düzenlemeleri içerir. Gannuşi, iyi, kötü, doğru ve yanlış gibi kavramları İslami açılarla tanımlamaktadır fakat insanlara içgüdüyle bahşedildiğini düşünmekle beraber evrensel değerler olarak kabul etmektedir. Bu değerlerin arasında en öne çıkanlar, tek tanrılık, adalet ve eşitlik prensipleridir.
Gannuşi’nin devlet tanımı uluslararası yasadaki devlet tanımayla paraleldir: Dünya üzerinde belirli bir bölgede yaşayan yasal olarak organize olmuş, kişiselleşmiş ve hükümetleri için bir arada duran insanların birlikteliğidir.
Gannuşi, İslami dünya görüşü ve Batı medeniyetininki arasındaki farkı belirtmektedir. Bu fark Allah ve insan arasındaki ilişkiyi korumaya çalışmaktır, İslami bakış açısı ilahi vahyin insanlığın çıkarı için indirildiği inancına sahiptir ve bu çıkarların en önemlisi adaletin uygulanmasıdır.
Ayrıca Batıdaki, mantık ve dinin arasındaki ezici savaşın, iki zıt kutup arasındaki çatışmanın ürünüdür. Bir yanda, bireyin evrenin merkezinde oluşu, evreni anlama, açıklama ve hayati düzenleme temelleri üzerine kurulu özgürlük, bireysel karar verme, bu dünyanın iyiliklerinden faydalanma arayışı vardır. Diğer yanda da kilise ve yüzyıllardır uyguladığı karanlık, gerici ve baskıcı despot otoritesi vardır. Mantık ve bilim bu savaşı kazanmıştır. Sonuç olarak insanlık haklarını geri almış, kendilerini kilisenin akıl, bilinç ve hayat üzerindeki kontrolünden kurtarmışlardır, en sonunda, doğanın kanunları meşruiyetin temeli olmuş ve Tanrı’nın vahyinin yerini almıştır.
Laiklik
İngilizce literatürdeki siyaset düşünürlerinin ve tarihçilerin laiklik ve laikleşme konularında fikir birliği içinde oldukları temel nokta, "laiklik" kavramının Hristiyan ürünü olduğudur. Bu noktanın dışında, laiklik çeşitli şekillerde tanımlanmaktadır. Bir yandan tepki ya da protesto hareketi olduğu söylenirken diğer yandan bir doktrin ya da ideoloji olduğu düşünülmektedir. Son halindeki amaçları Tanrı’yı reddetmek, dini tamamen yok etmek, dini kişisel alanlarla sınırlı tutturmak ve dünyevi ya da laik işlere dâhil olmayan bir "Tanrı’nın varlığını kabul etmek gibi çeşitli şekillerde ortaya çıkmaktadır.
Laiklik kavramı, Avrupa'nın evrimi ve Hristiyan reform hareketi bağlamları düşünülmeden anlaşılamaz. Rönesans'tan çok önce, Orta Çağ’ın ortalarında, "laik" terimi kilise kurumu tarafından, kilise dışı fonksiyonları anlatmakta kullanılıyordu.
Hristiyanlığı kültürel, geleneksel ve batıl eklerden kurtarmak için girişilen dini uyanış döneminde, reform hareketleri gözle görülür oranda laikleşme etkisi yaptı. Rönesans, hümanizm, Lutheranizm, Kalvinizm, deizm ve üntaryanizm gibi reform hareketleri Hristiyanlık içinde laikleşme eylemleridir. Bu eylemler, Tanrıyı immanentist (içkinci) kavramlarla tanımlama uygulamalarını ve imanı temizlemeyi yavaş yavaş mantığı doktrinin önüne geçirmeyi; mistik, mucizevi kutsal ve rahiplere ait iddiaları azaltmayı hedeflemişlerdir. Bu süreçte, dini kurumlar toplumun merkezinde olmaktan uzaklaşmış, dini bilinç zayıflamıştır.
Sadece maddi araçlarla insanı geliştirmeyi ana hedef olarak kabul eden laiklik, bilim ve dinin (Avrupa'da) zıt kutuplara ait olduğu düşünülmeye başlandığında ortaya çıkıp gelişmiştir. Bu kavram "laik" düşüncenin bağımsızlığını ilan etmekte ve bu hayatın tecrübelerinden çıkış yaptığını, mantık yoluyla test edilip korunabileceğini iddia etmektedir.
Gannuşi, laiklik kavramına bütün olarak eleştirel baksa da Batı geleneğinde laikliğin haklı ve olumlu yanları olduğunu da düşünmektedir. Bu kavram, Hristiyanlık dininin doğası sebebiyle Batıda haklı çıkarılabilir. Gannuşi, Batı laikliği ile Arap ve Müslüman ülkelerde evirilen laiklik arasındaki farkları belirtme konusunda ısrarcıdır. İkinci türdeki laiklik ne haklıdır ne de yapıcıdır. Gannuşi, Batılı laikliğin yükselişini, özellikle Rönesans dönemi reformcularının kilise tarafından toplum üzerine uygulanan baskılardan kurtulma amacına bağlamaktadır. "Dini kurumlara karşı ayaklanmada entelektüel, psikolojik ve tarihi bağlamlarda gerçek gerekçeler vardır, o halde bu ayaklanma bireyin ve toplumsal ilerlemenin kurtuluşu için önem arz etmektedir."
Arap Laikliğinin Kökenleri
Gannuşi, Avrupa'nın on dokuzuncu yüzyılın ortalarında Arap bölgesi üzerinde gözle görülür etki yapmaya başladığını düşünmektedir. O dönemde laiklik, bölgedeki entelektüel tartışmalardaki yerini almıştır ve o noktadan itibaren Batı hayranları sessizce yeni bir kültür modelini bölgeye tanıtmaya başlamıştır. Sömürge yetkilileri de laikliği dayatma bağlamında önemli role sahiptir. Bu sebepler bir araya gelerek yerel kültürün hâkim olduğu İslami standartların üzerine bölgeye yabancı olan yeni bir standartlar bütünü inşa etmiştir.
Gannuşi Arap laikliğinin yükseliş tarihi konusunda çok az şey söylüyor olsa da Müslümanların ilerleyebilmesi için Hristiyanlığın yaptığı gibi İslam’ın da kişisel yaşam alanlarına sığdırılması gerektiğini savunan hantal düşüncenin öncülerini eleştirmekten geri kalmaz. Hatta Gannuşi onları İslam’ı bilimsel buluşları kısıtlayan, düşünce özgürlüğünü yasaklayan ruhani bir otorite ya da ruhban okuluymuş gibi gösterip din dışı meselelere karışmaması gerektiğini öne sürdüklerinden ötürü İslam’ı yanlış yorumlamakla suçlamıştır. Gannuşi ye göre, İslam'ın mantık ya da bilimle çeliştiği varsayımı Avrupalı Hristiyan bağlamının ortaya attığı bir şeydir. İslam ve Hristiyanlığın düşünce özgürlüğü ve aklın özgürlüğü gibi konulara benzer duruşlar sergilediği varsayımı, doğal olarak Avrupa’nın ilerlemeye giden yolda Hristiyanlıktan kurtulduğu gibi Arapların da İslami kısıtlaması gerektiği sonucuna götürmüştür. Gannuşi'nin bakış açısına göre, Arap laikliği İslam’a karşı açılan bir savaştır. İslam, kişisel alana sıkıştırıldığında ya da uç noktalara taşındığında özünü kaybeder. İslam’ın değerleri ve prensipleri insanı özgürleştirmeyi, adalet ve eşitliği sağlamayı amaçlamaktadır. Gannuşi'ye göre, bu sebepten ötürü, İslam araştırma ve yeniliği teşvik etmekte, düşünce, ifade ve ibadet özgürlüğünü garantilemektedir. Yani, laiklik Müslüman dünyasının ihtiyaç duyduğu bir şey değildir. Müslümanlar dini değerler ve hayatları arasına set çekmeden ilerleme ve gelişme kaydedebilirler.
Arap Mağribi'nde Laiklik
Gannuşi, Arap Mağribi'nde ortaya çıkan laiklik modelinin en radikal laiklik modeli olduğunu düşünmektedir. Bu model Gannuşi'nin ilgisini ayrıca çekmektedir çünkü Nahda, Gannuşi'nin Kemalizm’den bile daha radikal olduğunu düşündüğü tarzda bir laiklik sistemi benimseyen otokrat bir rejimle çatışıyordu. Cezayir ve Fas'taki iktidar sahibi elitler, bağımsızlıktan buyana bu tarzdaki laiklik modellerini benimsemişlerdi. Gannuşi'nin gözlemine göre, Arap Mağribi'ndeki laik elitlerin ortak noktası, Fransız düşünce sisteminin mezunları olmalarıydı. Bu sistem mantığa mutlak bir şekilde güveniyor, insanı evrenin merkezine koyuyor ve ayrıca insanlığın bütün sorunlarının çözümü olduğunu iddia ediyordu. Bu bariz alt yapılarına rağmen, Kuzey Afrikalı laik elitler ne Batılı ilham kaynaklarının modellerini ne de Türk modelini benimsediler. Her iki modelde de din ve devlet arasında göreceli ayrılık söz konusudur.
Dini Kamulaştırma
Yukarıda ifade edilen laiklik, Gannuşi’nin isimlendirdiği şekliyle ‘’çakma laiklik’’ modelidir. Çünkü bu model Batı laikliğinin en olumsuz yanlarını alıp en olumluların bırakır. Bu modelin savunucuları toplumu modernleştirmenin sadece bilgi ve bilimin propagandasını yapmayla kısıtlanmaması gerektiğini, Fransız modelinin öngördüğü gibi geçmişle bağları koparmayı da içermesi gerektiğini iddia ederler. Çakma laikler, dünyevi ve dini şeyler arasındaki çizgiyi belirlemek ya da dinin toplumdaki yerini marjinalleştirmek yerine, dini kurumlar ve semboller üzerinde tam kontrol sahibi olmaya çalışırlar. Hatta dini yorumlama hakkını bile tekellerine alırlar. Bir başka deyişle, Arap Mağribi laikliği, savunucuları tarafından özünde Orta çağ Avrupası'nın kilisesinden pek de farklı olmayan bir çeşit "kiliseye" ye dönüştürülmüştür.
Modernleşme: Özgürleşme Değil, Hegemonya Süreci
Gannuşi, laikleşme, modernleşme ve Batılılaşma terimlerini aralarındaki tarihi ve kavramsal farklara rağmen eş anlamlı kullanmayı tercih etmiştir. Kendisi, bu farklardan bihaber olduğundan değil, Kuzey Afrika bağlamında, bu kavramların hepsinin aynı şeyi, "inananları kontrol etme, kendisiyle uyumlu olmayan kaynaklarını ve değerlerini tekelleştirme yoluyla dine baskı yapma sürecini anlattığını düşündüğündendir. Laiklik ve modernite kavramlarının bu benzerliği Gannuşi'ye özgü değildir, bu durumla Arap literatüründe sıklıkla karşılaşılmaktadır. Laiklik, modernitenin vaz geçilmez bir ürünüdür ve modernleşmenin başarıları laiklik olmadan başarılamaz konumdadır. Gannuşi'ye göre, Arap bağlamındaki laikleşme ve modernleşme Arap bölgesini Batılaştırma anlamına gelir. Kendisi, bu süreçte Batılı gelişme ve ilerlemenin örnek alınmadığını "toplum hayatının, ilerlemeyle alakası olmayan, İslami temellere ters düşen Avrupalı yaşam biçimleriyle süslendiğini ve Arap bölgesinin batılı hegemonyaya ilelebet teslim edildiğini" düşünmektedir.
Modernite
Çakma Modernite
Gannuşi, modernite/modernleşme paketini Arap bölgesine getirenin sömürgeciler olduğu ve sömürgecilerden sonra gelen ulusal hükümetlerin de benimsediği görüşündedir. Bu paket, modernitenin Batıda sebep olduğu siyasi ve ekonomik başarıları almayıp dış hegemonyaları Arap ve İslam toplumlarına, özellikle Mağribe dayatmak üzere tasarlanmıştır. Gannuşi'ye göre, Arap toplumundaki "'modernitenin misyonerleri olduklarını iddia eden" laik elitler, sömürgecilerin rolünü üstlenmiş, onların hem düşüncelerini, hem de ilkel ve gerici olduklarını düşündükleri çoğunlukla baş etmek için yöntem ve araçlarını almışlardır.
Gannuşi'ye göre, Arap dünyasının çoğunda iktidarda ki elitlerin takip ettiği modernite, uluslaşan topluma, bu toplumun elitist devletin içinde yer almasına, devletin partiye dâhil olmasına ve partinin de lider kişinin elinde olmasına dayanıyordu. Modern Arap devletinin ana arzusu toplum ve toplumun eğitsel, hukuki, kültürel, ekonomik ve iş kurumları üzerinde hegemonya kurmaktı. Doğaldır ki, devlet hegemonyasının önemli hedefleri ordu ve polis güçleriydi. Gannuşi'ye göre, bu güçler ilk modernleşen ya da "baskıcı aparatlara dönüşen" kurumlardı. Yükselen oligarşiler kendilerini ve çıkarlarını toplumdan koruma ihtiyacı içindeydiler. Ayrıca güç tekellerini de meşrulaştırmaya ihtiyaçları vardı. Askere ve polise verilen güç, toplumsal ayaklanmanın ilk işaretlerinin ortaya çıkmasına sebep oldu. Gannuşi, "çakma modernite" hapishanelerinin suçlulara değil, İslamcı ya da milliyetçi solcu yazarlara, sanatçılara, entelektüellere, sporculara ve yetenekli diğer gruplara ev sahipliği yaptığını söyler.
Gannuşi, Kuzey Afrika’da moderniteyi yaymak adıyla demokratik olmayan laik rejimler yarattığı ve sürdürdüğü için Batı’yı ahlaki açıdan sorumlu tutar. Gannuşi, İslamcılar ve Tunus rejimi arasındaki gerilimin tutuculuk ve modernite arasındaki gerilimden kaynaklanmadığını düşünür.
Peki ya çakma moderniteye karşı konulabilseydi, gerçek modernite kabul edilebilir miydi? Bu soruya Gannuşi’nin cevabi, eğer yerel kültür ve değer sistemlerine karşı çıkmayan yerel ihtiyaçlara cevaben, içerden zuhur eden bir modernite olsaydı, evet kabul edilebilirdi şeklindedir. Kendisi, modernitenin, siyaseti ya da ekonomiyi yönetme bağlamında modern araçlar, süreçler ya da mekanizmaları devreye sokma ile ilgili olduğunda hiçbir Müslümanın bu olguya karşı durmayacağı görüşüne şiddetle inanmaktadır.
Gannuşi'nin açıklamaya çalıştığı şey, kendi ülkesi ve komşu ülkelerin medyalarında yansıtılanların aksine, İslami hareketler ile hükümetlerin arasındaki çatışmanın İslam ile olası modernite zıtlıkları arasındakilerle alakalı olmadığıdır. Çatışma dini bir çatışma değildir. Hatta din ve Batılı laiklik kavramı arasında bile değildir. Ezen ile ezilen arasındaki siyasi savaştır; haysiyeti ve özgürlüğü için, kaynakları ve gücü paylaşmak için savaşan halk ile devleti baskı aracına dönüştüren çürümüş liderler arasındaki siyasi savaştır.
Gannuşi Arap ve Batı laiklik tecrübeleri arasında fark olduğunu belirtir. Kendisi laikliğin Batıda başarılar sağladığını düşünür fakat Tunus ve çeşitli Arap bölgelerinde bağımsızlıktan bu yana uygulanan siyasi modelin Batı liberal modeline benzemediğini, aralarındaki tek benzerliğin dine karşı olmaları iddia eder. Diğer bütün bağlamlarda, bu model faşist ve komünist modellere benzemektedir. Batı laikliği, aklı dinin otoritesinden, dini ve toplumu da kilisenin otoritesinden kurtarmakla sonuçlanmıştır. Fakat diğer tarafta modern Arap tecrübesindeki laiklik dini, toplumu ve aklı yeni kilisenin, laik elitlerin devletinin ya da Gannuşi'nin deyişiyle "laik otokrasi devleti"'nin hegemonyasına sokmuştur.
Sivil Toplum
Sivil toplumun, özellikle devletin karşısında olan bir olgu olarak ilgi toplamaya başlaması, 1976’da Polonya’daki rejime muhalefet olarak Doğu Avrupa’nın merkez komünist merkezinde cesaret bulmuştur. Doğu Avrupa’nın totaliter rejime karşı başlattığı savaşa sempati duyan kolektif gruplar ve entelektüellerin sivil toplumu demokratik projelere referans noktası olarak almaya başlamasından kısa bir süre sonra, sivil toplum söylemleri Fransa’da yeryüzüne çıktı. O zamandan beri, sivil toplumun devlete muhalefet ettiği fikri günlük hayata yerleşmiştir.
Kısa zaman sonra sivil toplum kavramı, dünyanın diğer bölgelerinde olduğu gibi, Arap dünyasında da birçok siyasi düşünürün ilgisini çekmeye başladı. Yakın dönemlerde, bu kavram entelektüel elitlerin heves edilen devlet modelleri üzerine dair derin tartışmalarına girdi; siyaset bilimi ve sosyoloji konularıyla ilgilenen çevrelerde popüler bir başlık olmaya başladı. Şimdilerde sivil toplum, Arap dünyasında hem İslamcı hem de laik demokrasi savunucuları tarafından, modern Arap devletinin siyasi duruşunun teşhisinde analitik bir araç, totaliter modellerin daha liberal modellerle değişimi için bir yöntem olarak adlandırılmaktadır.
"Sivil toplum, kendisinden önceki doğal devlete tepki olarak ortaya çıkmıştır. Doğal devlette insanların anarşi, güç, baskı ve hegemonyayla yönetildiği söylenir fakat yeni ortaya çıkan sivil toplum, özgür bireyler arasındaki kontrata dayanır."
İslam ve Sivillik
Gannuşi ye göre sivillik, güç ve ihtiyaçların meşruiyetinin olduğu doğal devletten, yasaların meşruiyetine, yani halkın ve seçimlerin meşruiyetine geçiştir, bu süreç, bireyin içine doğduğu klana duyduğu doğal bağlılıktan geçiştir.Sivil toplumda bireyler gönüllü olarak bir aradadırlar, ilişkiler yasalarla şekillenir ve bu durum bireylerin özgür iradelerinin ifadesidir. Eylemlerin içgüdüsel, yasaların değişmez, yasalara uymanın istemsiz olduğu arı ve karınca topluluklarının aksine, gelişme gücüne ve potansiyeline sahip sivil toplum, yasalara uymayı tercih eder.
Gannuşi'ye göre, kabile toplulukları sivil toplum değildir çünkü o topluluğa ait olma ve topluluğun yönetimi, mantığa, hür iradeye ya da özgür seçimlere dayalı değildir. Bireyler, belli bir kabileye aittir çünkü o kabileye doğarlar. Başka bir kabileye ait olmayı seçemezler ve içinde bulundukları kabilenin atalarının mirasını taşımakla yükümlüdürler.
Gannuşi’ye göre göre, İslam’ın yaptığı şey, insanları kabilelerde görülen içgüdüsel, doğal aidiyetten çıkarıp inanç toplumuna aidiyete yükseltmek ya da transfer etmektir. Kabilelere gönülsüz olarak ait olma durumundan, İslami topluma gönüllü olarak ait olma durumu özgür seçime geçiştir. Yani, ilk İslami toplum, bireylerin ilkel kabile toplumlarından yükselerek çıktığı sivil toplumdur. Bu, bugünün modern devletine ya da modern siyasi birliğine benzer. Fakat Gannuşi'ye göre, modern siyasi birlik kabile toplumlarından izler taşır çünkü bu birlikte, insanlar ırk, renk, dil ya da tarih birliğiyle bağlıyken, İslami birlikte bütün bireylerin özgürce kucaklayabilecekleri iman bağı vardır. Gannuşi, doğru sivilliğin İslami toplumda bulunduğunu, çünkü buradaki aidiyetin korku ya da içgüdüye dayanmadığını iddia eder. İslami toplumda yönetim devlete aittir, devlet ile vatandaşlar arasındaki ilişki biat ile belirlenmiştir. Biat, hükümdarın buyurma ve yasaklama yetkisini aldığı, aynı zamanda otoritesinin yasalar ve Şeriat ile kısıtlandığı sözleşmedir.
Toplum ve Yasa
Gannuşi der ki, İslami devletin hükümdarı, dini metinden zuhur eden yasayı, Şeriatı göz ardı edemez. Metinler çok esnek şekillerde yorumlanabiliyor olsa da hükümdar yorumlama hakkını tekelinde bulunduramaz ve kendi yorumunu halka uygulatamaz. Böyle bir yetki ulemadadır. Fakat ulemanın yetkileri Hristiyanlıktaki kilisenin yetkileriyle karıştırılmamalıdır. İslamiyet’te dini tekeline alan, cenneti satan bir yapı yoktur. İnsanların güçlerini yitirdikleri, hiçbir şey yapmaya güçlerinin yetmediği, dini metni sadece bir kurumun anlayıp yorumlama yetkisini elinde bulundurduğu, insanların bu yorumlamaya boyun eğdiği ve dayatılan kurallara uyduğu bir yapı yoktur.
Gannuşi'ye göre, bu demokrasinin İslam ile uyumluluğuna muhteşem bir örnektir. Toplumun çoğu tarafından kabul edilen bir içtihat çoğunlukla benimsenir ama çoğu durumda da birden fazla içtihat olması da söz konusudur. Böyle bir durumda da insanlar kendilerini daha rahat hissettikleri içtihadı benimserler. Bu noktada, Gannuşi, İslami toplumun çoğulcu bir toplum olduğunu, akla aykırı düşmediğini, insanların ve toplulukların özgür seçim haklarına saygı duyduğunu belirtir.
Gannuşi, modern Müslüman toplumundaki toplulukların geliştiği içtihatlar arasından uygun olan seçebileceği ya da seçilen içtihadın nasıl yasa olabileceğini gösteren bir mekanizma önermez. Fakat şûra kavramını tartışmasından yola çıkarak böyle bir görevin, yetenekleri doğrultusunda atanan yasal uzmanların oluşturduğu bir konsey ile işbirliği halinde çalışan seçilmiş bir parlamento tarafından yürütüldüğü farz edilebilir. Modern Müslüman sivil toplumundaki âlimlerin, kendilerini ve eylemlerini, parlamento ve uzman konseyi ile bir şekilde birlikte yürüten birlikler ve sendikalarla organize etmesi beklenebilir. Gannuşi, eğer Müslümanlar bulundukları toplumda azınlıktaysa laik demokrat grupla müttefik olunmasını önermektedir. Bu durumda, insan haklarına saygı duyan, güvenliği, inanç ve ifade özgürlüğünü garantileyen, laik demokrat devletlerin kurulması için birlikte çalışılabilir.
Sivillik ve İman
Gannuşi'ye göre, İslami sivil toplumu diğer herhangi bir toplumdan ayıran şey, inananlar üzerinde sivilleştiren bir etkiye sahip olan İslami imandır. Bu imanın sonucunda sivil toplum sağlamlaşır. Gannuşi, bu tezini gözlemlediği şeylere dayandırır. Bu gözlemlerin ilki, İslami imanın, bütün insanların eşit olduğunu, herkesin bir ve tek Allah tarafından yaratıldığını ve herkesin Âdemin torunları olduğunu ilan etmesidir. İkincisi, Allah'ın önünde, renk, ırk ve cinsiyet gözetmeksizin, herkesin eylemlerinden yargılanacak olmasıdır. Üçüncüsü, ilahi şerefin herkese bahşedilmiş olması ve eğer bir birey akla ve seçme özgürlüğüne sahip değilse, sorumlu tutulamayacak olmasıdır. Dördüncüsü, bütün evrenin, yasaları ve kaynaklarıyla birlikte insanlara hizmet etmeye adanmış olması ve insanların, Gannuşi'nin Tanrı’nın içi dolu tepsisi adını verdiği ve hiç kimsenin mahrum bırakılamayacağı bu evrenden en iyi şekilde faydalanmak için yollar aramak üzere fiziksel güçlerini ve akıllarını kullanmaları konusunda teşvik edilmeleridir.
İslami imanın sivilleştirme etkisi, gücünü İslami toplumdaki dini otoritenin içtihat özgürlüğüne dayalı olmasından alır.
Gannuşi, İslami imanın iki amacı başarıyla sağladığını düşünür. Birincisi, imanın, bireyi köleleştirilemez olarak adlandırarak özgürleştirmesi; ikincisi de başkalarını köleleştirmeyi yasaklamasıdır. Müslüman bireyin, duyarlı olması toplumda ortaya çıkan her türlü adaletsizliğe cevaben uygun yöntemler kullanması beklenir. Yani, Müslüman birey olumlu değişimin aktörüdür ve sorumluluk duygusunun kaynağını imanından alan bir vatandaştır.
Laiklik: Ay ve Sinek
Gannuşi, laikliği, sivil toplumun korunması ve gelişmesi önünde engel olarak görür. Batılı versiyonunda, laikliğin Batılı zihniyeti kilisenin hegemonyasından kurtardığını, dünyevi eylemlere değer kattığını, insanın haysiyetini yeniden inşa ettiğini, insanlara otorite bahşettiğini kabul etse de laikliği herhangi bir topluma zarar veren bir olgu olarak görür. Dini marjinalleştirmenin sonucunda, Batılı liberal toplumlardaki laiklik, bencilliği güçlendiren, kar etmeye yönelik itici bir güç oluşturan, maddi ihtiyaçları tatmin etmeye teşvik eden bireyselciliği yüceltirken, ruhani ihtiyaçlara pay ayırmamıştır.
Gannuşi'ye göre, ilk başlarda sivil toplumu güçlendiren laiklik, işin sonunda tam tersi şekle dönmüştür. Kendisinin, "bencillik, açgözlülük ve bireyselcilik ile eş anlamlı olduğunu iddia ettiği liberalizmle müttefik olan laiklik, sivillik ve toplum ile yollarını ayırmış, toplumu terkedilmiş topraklara ve bugün Batının büyük şehirlerinde görülen yaygın koşullara döndürmüştür.
Müslüman toplumların laikleşmesine karşı olan Gannuşi bu kavramın Batı’da hatları kesin olarak çizilmiş bir kavram olmadığını düşünür. Ortalama anlamında laiklik "din ile devleti ayıran bir anlaşmadır. Bu ayrılık, dinin kendi rolünü ve kurumların koruması anlamına gelir." Gannuşi’ye göre, siyasi bağlam düşünüldüğünde, bu ayrılık bazen modern devlet krizini çözmek için uygulanabilecek türden bir ayrılıktır. Böyle söylüyor olsa da İslamin kilise gibi bir olguya sahip olmadığı, din ile devlet arasında böyle bir ayrılığı tanımadığı çünkü İslam’ın hem dini hem de siyasi ihtiyaçları karışladığı konusunda ısrarcıdır.
Fakat kendisine göre, aslında Müslümanların günümüzde karşılaştığı problem bu değildir. Avrupalı laiklik tecrübesi devleti dinden soyutlarken, modern Arap devletlerinin ihtiyacı olan şey dini devletten soyutlamaktır. Bu Gannuşi'nin, Tunus'taki seçimin laiklik ile İslam arasında değil, despotluk ile demokrasi arasında olduğunu vurguladığında; Kuzey Afrika’da laiklik olduğu iddia edilen şeyin aslında çakma ya da yanlış laiklik olduğunu öne sürdüğünde söylemek istediği şeydir. Diğer bir deyişle, gerçek demokratik devlet, laik olsa bile, İslami olduğunu iddia eden despot devletten daha iyidir. Gannuşi için tabii ki de en iyisi bu değildir. Ona göre en iyisi, meşruiyet kaynaklarının Şeriat ve Ümmet olduğu demokratik İslam devletidir.
Gannuşi’nin laikliği ele alışındaki yaklaşım, bu kavram Batı'da ilerleme ve demokrasi ile özdeşleştiriyorken, aynı zaman da kötülüğün kaynağı ve barbarlığın teşvik edicisi olarak algılamasından zuhur etmektedir. Siyaset düşünürü kimliğiyle laikliği kınayan Gannuşi, siyasi lider kimliğiyle, insan haklarına saygı duyan, serbest seçimler yoluyla bireye hür iradesiyle seçme şansı tanıyan Batılı tarz laik rejimi kabul etmeye gönüllü olmaktadır.
Gannuşi, laiklik konusunda ne kadar eleştirel olunursa olunsun, ilerletici bir hareket olarak başardıklarının göz ardı edilmemesi gerektiğini düşünmektedir. Kendisine göre, laikliğin en önemli başarılarından biri, çoğulculuk için oluşturduğu alan ve hoşgörü ile birlikte yaşama kavramları için oluşturduğu mantıklı çerçevelerdir. Gannuşi, Müslümanları, bugün Avrupa’da milyonlar olarak var olabilmelerinin, devleti kilisenin hegemonyasından kurtaran laik devrim de dâhil çeşitli faktörler sayesinde olduğunu anlamaya çağırmaktadır. Kendisi, hükümet sistemi olarak İslami şûra sisteminin olmadığı zamanlarda, mantığın hâkimiyetini sağlayabilmek için zaman zaman laik demokrat sistemleri onayladığını da ifade eder.
Kendi partisinden başka bir siyasi partiyi tanımayan bir devlette siyasi reform yapmaya çalışan bir lider olan Gannuşi'nin, tanınmanın karşılığı olarak söz verdiği şey insanlara ifade ve birlikte olma özgürlüklerini tanıyan liberal laik modeli kabul etmektir. Eğer iki kötü arasından seçim yapılacaksa ve üçüncü bir seçenek yoksa Batı laikliği daha az kötü olan tercihtir. Bu durum çoğu İslami hareketin kendini içinde bulduğu durumdur. Normal şartlar altında, yani, Müslüman toplumu "İslam’a dayalı, İslami iman ve kültürel mirasla uyum içinde, entelektüel, siyasi, ekonomik, uluslararası ve diğer ilişkilerini kurabilse, İslami hükümet sistemi tek seçenektir." Fakat istisnai durumlarda (çoğunluk olmalarına rağmen) "inananlar İslami hükümet sistemini doğrudan kuramazlarsa"', güç paylaşımı gerekli hale gelir. Bu, sivil hakları, insan haklarını, siyasi çoğulculuğu, yargının bağımsızlığını, basının özgürlüğünü, cami ve İslami kurumların özgürlüğünü sağlamak için en iyi seçenektir. Batılı laik tarzın oluşturabileceği böyle bir liberal ortamda, Gannuşi’nin görevi, İslami demokrasi modelini uygulamak üzere halkı ikna etmek olacaktır.
Bölgesel Devlet ve Yeni Dünya Düzeni
Modern demokrasi, hükümdarların toplum önünde eylemleri konusunda hesap verdikleri, çoğunluğun seçtiği hükümetlerin seçilmemişlerin (mesela, ordu) müdahalesi ya da engeli olmadan iktidarda oldukları anlamına geliyorsa, Arap dünyasındaki bölgesel (territorial) devlet, demokratik olmaktan oldukça uzaktır. Modern Arap devletinin politikaları genellikle halkın iradesini bastırmak için, iktidarı, ellerini kontrolsüz güç kullanma vasıtasıyla güçlendiren ordu ya da ordu kurumlarına teslim etme yönündedir. Gerçek bir demokratik geçiş, bu devletin karakterini ve emirlerini değiştirmek, "yenidünya"'nın engellemeye meraklı olduğu bir gelişmeyi inşa etmek anlamına gelecektir. Açıkça görülüyor ki, hem yeni hem de eski dünya düzeninin duruşu, ekonomik çıkarların hesaplanması üzerine kuruludur ve prensipler denklemin dışında kalmaktadır. Hal böyle olunca, çifte standart oluşuyor ve dünyanın en demokratik ülkeleri çıkarlarının oligarşik ya da otokratik rejimler tarafından gözetildiği bu bölgelerdeki demokratik geçişlere karşı duruyor.
Sömürge öncesi dönemlerde var olan bölgesel devletlerin aksine, modern bölgesel devletin tohumları başka topraklarda, tamamen farklı koşullarda ekilmiştir. Gannuşi ye göre, modern bölgesel devlet, Ümmet’i farklı milletlere bölmek için "getirtilen ve üzerimize dayatılan" yabancı bir olgudur.
Demokrasinin Önündeki İslamcı Engeller
Bazı İslami çevrelerde, hiziplerde ve akademide demokrasiye karşı muhalefet ya da düşmanlık vardır. Bu düşmanlık yelpazesi, demokrasiyi İslam’a karşı bir olgu olarak kabul etmekten, bu olguyu İslam’a karşı Batılıların tasarımı olarak kabul etmeye kadar gider. İslami çevrelerdeki demokrasi tartışmalarının oldukça fazla dallanıp budaklandığı söylenebilir. Çoğu durumda, İslami hizipler arası çatışmaların sebebi demokrasiye karşı takınılan tutum ya da yönetilme sorununa sergilenen duruşa bağlanmıştır.
Hâkimiyet mi? Demokrasi mi?
Gannuşi'ye göre, bu tarz İslamcılar hem demokrasiye hem de gelişme ve ilerlemeye bir bütün olarak engel teşkil etmektedirler. Problemleri iki yönlüdür; ne beşeri bilimlere dair yeterli ya da uzmanlaşmış bilgiye sahiptirler, ne de İslam literatürüne derinliğine hâkimdirler. Bu sebeplerle, olguları aşırı bir basitlikle ele almaktadırlar. Gannuşi bu noktada şu örneği verir: Onlara göre, İslami hükümet Allah’ın hükmü, demokrasi de halkın hükmü anlamlarına gelir. Siyasi konuların bu şekilde basite indirgenemeyecek olmasının yanı sıra, Allah’ın hükmü kavramı da tamamen yanlış anlaşılmaktadır. Gannuşi ye göre bu kavramın zenginliği, gücü, yasamayı tekelinde bulunduran despotlara karşı, Allah'ın iradesini yorumlama ve O'nun adına konuşma yetkisini tekelinde bulunduran din adamlarına karşı bir devrim bir kurtuluş anlamına gelmesindedir. Allah’ın hükmü, hükümdarın yetkilerini kısıtlama, yasamadan ziyade yürütmeye yönlendirme yolunda devrimdir. Allah’ın hükmü, Allah’ın inip, insanlığı yönetmesi anlamına gelmez; yasaların egemenliğidir ve bu modern devletin, yasa ve düzen devletinin de temel kuralıdır. Bu algı şekline göre, İslam’da bir hükümet despotun ya da oligarşinin tekelinde değilse, Allah' in hükmü, halkın ya da yetkileri Şeriat tarafından belirlenen ve kısıtlanan temsilcilerinin hükmü olgusuna dönüşür.
Gannuşi, İslami kamptaki Demokrasi düşmanlığının çeşitli sebeplerden zuhur ettiği düşüncesindedir. Bunların ilki, Gannuşi’nin Seyyid Kutub’un hâkimiyet kavramı konusundaki fikirlerine kadar izini sürdüğü demokrasi ile ilgili derin bir kavram hatası yaptığını düşünmektedir.
Kutub İslam’ın dünyayı düzeltmek için indirildiği tezini ortaya atmıştır. Kutub sosyal sistemleri ikiye ayırır: İslam düzeni ve cahiliye düzeni. Kutub, dünyayı kendi değerlendirme sistemiyle şöyle yorumlar: Modern yaşam yollarının kaynaklarına ve temellerine bakıldığında, bütün dünyanın cahiliye içinde olduğu aşikârdır ve bütün o muhteşem maddesel rahatlıklar ve yüksek düzey icatlar bu cahilliği yok edememektedir. Kutub'a göre, bu cahiliye Allah'ın yeryüzündeki egemenliğine isyandır; Allah'ın en görkemli sıfatlarından birini, hâkimiyeti, insanlara vermesi, bazı insanları diğerlerinin efendileri yapmaktadır. Modern cahiliye, eski cahiliye gibi basit ve ilkel değildir; modern olan, değer yaratma, kolektif davranışlara dair yasa koyma ve hayat tarzı seçme eylemlerini insana verir ve Allah'ın buyurduklarını dikkate almaz. Allah'ın otoritesine karşı bu ayaklanma, O'nun kullarının baskı altına alınması sonucuna götürür. Yani, sıradan insanın, komünist sistemler altında aşağılanması, kapitalist sistemlerde zenginlik için yapılan açgözlülük ve emperyalizm uygulamaları sebebiyle bireylerin ve milletlerin sömürülmesi, Allah'ın otoritesine karşı bir ayaklanma, Allah'ın kullarına bahşettiği haysiyetin reddedilmesinden başka bir şey değildir.
Kutub'a göre, bu bağlamda, İslami yaşam biçimi tektir ve İslam'ın dışındaki sistemlerde bazı insanlar diğerlerine öyle ya da böyle tapınmaktadır. Sadece İslami yaşam biçiminde, insanların diğerlerine hizmet etmesi yasaktır ve kendilerini sadece Allah'a tapmaya adamaları, O'ndan kılavuzluk almaları ve sadece O'nun önünde eğilmeleri esastır.
Kutub’un insan yapımı siyasi sistemlere karşı konuşurken sıklıkla işaret ettiği hâkimiyet terimi, aslında İslami ve cahiliye toplumları arasındaki farkı tanımlayan, Mevdudi tarafından türetilmiştir.
Gannuşi'nin bu noktadaki bakışı, hâkimiyet kavramının tartışmaya açık olduğu yönündedir. "Kim nereye isterse çekebilir." Gannuşi'ye göre, doğru şekilde anlaşılırsa, hâkimiyet mantıklı bir fikirdir. Kendisinin anladığı, Allah'ın mutlak egemen olduğu ve herhangi bir şeyin ya da herhangi bir kimsenin otoritesi, görecelidir ve Allah'tan hâsıl olur.
Gannuşi, hâkimiyeti kabul etme eyleminin kendi içinde seçme özgürlüğünü barındırdığını vurgular. "Bir birey, onu kabul ederek özgürlüğünden vazgeçmiş olmaz." Fakat Gannuşi’ye göre, hâkimiyet, Allah'ın yeryüzündeki insan ilişkilerine her zaman karıştığı anlamına gelmez. Allah bireylere, doğru karar vermeleri için geniş yelpazede kılavuzluk sunar. O halde, hâkimiyet uygulaması, ilahi kılavuzluğu yorumlayan ve gerektiğinde içtihat yapan insani bir çabadır. Hal böyle olunca, farklılıklar ve anlaşmazlıklar olması muhtemeldir ve anlayışla karşılanmalıdır. Gannuşi'nin anladığı kadarıyla, hakimiyet, bir düstur, ya da yasal bir araç ya da bir tuşuna basıldığında ilahi yargının önünüze döküldüğü bir bilgisayar programı değildir ve her sorunun cevabı onda yer almaz. Gannuşi bu durumun tam tersi olduğu ve tekbir sorunun bile çeşitli kabul edilebilir şekillerde yanıtlanabileceği konusunda ısrarcıdır.
Gannuşi'nin İslamcıların demokrasiye olan düşmanlığına katkıda bulunduğunu düşündüğü ikinci etken, İslam’ın doğası ve Müslümanların yönetim konusunda yaklaşımının tarihsel gelişimi konusundaki kavrayış yetersizliğidir. Gannuşi, insanların göreceli ihtiyaçları ve zamanların, mekânların gereklerine göre şekillenebilecek ‘’farağat’’ya da bırakılan alanların İslam’da yer aldığını iddia eder.
Gannuşi, Peygamber'in nakledilmiş eylemlerinden ve Sahabelerin tutumlarından yola çıkarak farağat'ın olduğuna dair çürütülemez kanıtlar bulur. Kendisi, Sahabelerin dini ve siyasi eylemleri arasındaki farkları belirtir. Gannuşi'nin gözlemlerine göre, ilk Müslümanların dini kategorisini ilgilendiren, iman, ibadet ya da ahlak gibi konularında hiç tartışma çıkmamıştır. Mesela aile yasası ya da ceza kuralları konusunda hiç anlaşmazlık yaşanmamıştır. Fakat Gannuşi’ye göre, bu gruplar siyasi mevzularda anlaşamamışlardır; yani siyasi işlerin yönetilmesi, kamu dairelerini ilgilendiren problemlerin edilmesi ve çözülmesi, hükümdarların güçleri ve özellikleri mevzularında. Gannuşi, bu noktada ünlü Müslüman tarihçisi Sehristani'nin şu sözlerini alıntılar: Müslümanların kılıçlarını çektikleri, kavga ettikleri ve birbirlerinin kanını döktükleri konular halifelik ya da iktidar konularıdır.
Gannuşi'nin farağat teorisi, Sahabelerin, Peygamberin ayrılışının ardından yerine geçecek kimseyi seçmek üzere bir kurallar dizisine sahip olmadıkları varsayımıyla başlar. Kendi yol ve yöntemlerini bulmak üzere içtihat yapmak zorunda kalmışlardır. Gannuşi, kimileri tarafından zayıflık olarak algılanabileceğini düşündüğü bu olgunun, İslami bir mucize olduğu kanısındadır. Eğer İslam, insanlığa indirilen son vahiyse, değişme potansiyeline sahip mevzularda sabit bir reçetenin bulunmaması uygun olan yoldur. Müslümanların çıkan problemlere uygun çözümler bulma amacıyla içtihat yapabilmeleri için var olan esneklik ve farağat sayesinde İslam’ın tüm zaman ve mekânlara uygun olduğu söylenir.
Din ve siyaset arasındaki ilişki konusundaki kavram hatasının bir diğer kaynağı da Sünnet ‘in yorumlanmasıdır. Peygamber'in sözleri, eylemleri ve yaşam biçimi anlamına gelen Sünnet, Kur'an'dan sonra ikinci önemli kılavuzluk kaynağıdır. Gannuşi, insanlara Peygamber'in yaptığı veya söylediği her şeyin dini olmadığını hatırlatmakta fayda görmektedir. Her şeyden önce, Peygamber de insandı ve diğer insanlar gibi bazı yiyecekleri sever, diğerlerini sevmezdi ve bunun helalle ya da haramla bir ilgisi yoktu. Dahası, vahiy inmeyen konularda, bazen en iyi olmayan bazı seçimler yapmıştı. Sahabeleri, Peygamberin kendi içtihadını takip ettiğine ya da sahabelerinin tavsiyesini aldıktan sonra daha önceki bir duruşunu değiştirdiğine; ondaki olaya mahsus en iyi olmayan kararı kişisel içtihadıyla alıp Kur'an esas alınarak suçlandığına şahit olmuşlardır. Yani, Sahabeler, Peygamberin vahiye dayalı kararları ile kişisel tercihleri arasındaki farkı sonraki nesillerden daha iyi görmüşlerdir ve bunu daha iyi ifade edebilirler. İlk kategoriye kesinlikle itaat etmelerinin yanı sıra, Sahabeler, ikinci kategoriyi de farağ olarak kabul etmişlerdir; farağ prensibine dayanarak kendileri de gerekli durumlarda ister Peygamber yaşarken ister ölümünden sonra olsun, içtihat uygulayabilmişlerdir.
Gannuşi, demokrasi karşıtı olan İslamcıları -cihat grupları, tahrir grupları, selefiler- hem Kur'an'ı ve Sünneti yanlış yorumlamakla, Sahabelerin eylemlerini anlamamakla, hem de İslam tarihini bir bütün olarak bilmeme ve anlamama ile suçlamaktadır. Kendisine göre bu tez özellikle Müslümanların yönetim konusunda yaklaşımı bağlamında doğrudur.
Sonuç
Gannuşi'nin önemi, çağdaş İslami düşünceye yeni açılımlar getirme ve yenilikler yapma girişimleriyle diğerlerinden ayrılan siyasi söyleminin yüksek kalitesinden gelmektedir. Kendisinin ideolojik ve entelektüel duruşu, Tunus sınırlarını aşmıştır. Modern İslami düşünceye katkısı, hem İslami literatürü hem Batılı modern kavramları algılamasında hem de yönetim, insan hakları ve sivil özgürlük kavramlarını ilgilendiren bağlamlarda İslam ile Batı düşüncesinin uyumlu olduğu yönündeki inancı yönündedir.
Gannuşi, sivil toplumun İslami bir kavram olduğu, din sivil toplum kavramını güçlendirirken, laikliğin özellikle de modernleşme kisvesi altında Müslüman dünyasına getirilen modelin sivil toplum olgusunu zayıflattığı yönündeki teorisi İslami entelektüel çevrelerde benzersiz konumdadır.
Gannuşi’nin 80’lerden bu yana temel konulardaki duruşunun değişmediği gözlemlenmiştir. Fakat ülkesindeki ana muhalefet partisinin lideri olması belli başlı siyasi faktörleri dikkate almasına ve dolayısıyla söyleminde tutarsızlıklar varmış gibi görünmesine yol açmıştır. Bir siyasi lider olarak birden fazla kere taviz vermek zorunda kalmış ve bunların en göze çarpanlarından biri siyasi parti olarak kaydolabilmek için İslam kelimesini hareketin isminden çıkarma kararı olmuştur.
Hal böyle olunca Gannuşi'nin zayıflığının hem siyasi aktivist hem de siyasi lider olarak edindiği çifte rolden ileri geldiği söylenebilir.
Siyasi bir lider olmanın mesuliyeti ve yükü ağır olsa da, Gannuşi'yi diğer İslam siyaseti düşünürlerinden ayıran şey siyasete doğrudan dâhil olmasıdır.
Düşünür ve siyasi lider olarak Gannuşi'nin temel amacı kendi ülkesi Tunus'taki ve despotluk belasıyla mücadele eden diğer Arap ülkelerinin problemlerini çözmektir. Demokrasinin, despotluğu perdeleyen en uygun yol olduğunu düşünmektedir. Demokrasinin, ayrılamadığı etik ve felsefi altyapılar olduğunun farkında olsa da, bunları despotluktan kurtulma yolunda ödenmeye değer bedeller olarak görmektedir. Süreçleri ve mekanizmaları, alt yapılarında olan etik ve felsefi içeriklerden ayırmanın zorluğunun, Müslümanların kendilerini otoriter rejimlerden kurtarma fırsatı yolunda yıldırıcı etken olmaması gerektiğine inanmaktadır. Gannuşi'nin vurgulamakta ısrarcı olduğu şey, demokrasinin, yüzyıllardır süregelen despotluğu kontrol eden mekanizmanın yokluğunda oluşan boşluğu doldurabilecek bir fırsat olduğudur. Gannuşi'nin ilgilendiği ve motive olduğu, Batı'nın cezbedici iyiliklerini olduğu gibi ithal etmek, kopyalamak ya da taklit etmek değildir. Kendisini heyecanlandıran şey, ciddi bir içsel problemin çözümünün, Müslüman dünyasını üretme, test etme, uygulama ve geliştirme bağlamlarında geçtiği süreçler dizisinde yatıyor oluşudur.
Gannuşi'nin söyleminde hissedilen gerilim, ele aldığı problemler hakkında tutarlı bir düşünce sistemi oluşturamadığından değil, üstlendiği görevin zorluğundandır. Görevi, bazı Batı medeniyeti ürünlerini içselleştirip, İslami kültüre ve epistemolojisine entegre etmektir.
Gannuşi'nin laiklik, liberalizm ve modernite kavramlarını tartışması bağlamında görülen gerilim bir de bu açıdan incelenebilir. Gannuşi, Tanrı’yı tanıyan ve vahyi nihai referans noktası olarak algılayan kültürel sistemin bir parçasıdır. Kendisi aynı zamanda, Batılı modernitede, laiklik ve liberalizmde de Müslümanlığın faydalanabileceği olumlu yanlar olduğunu da düşünmektedir. Batılı kavramları parçalayıp, olumlu yanlarını içselleştirip İslami Rönesans’ı sağlayacak bir formül üretme girişimindedir. Bu Rönesans İslami değerlere dayalı ve aynı zamanda modernitenin olumlu yanlarından faydalanıyor olmalıdır.
Gannuşi'nin söylemlerindeki zayıflıklar ve kimi noktalardaki boşlukları doldurmasına ihtiyaç duyulduğuna dair söylenenler olsa da, yirmi birinci yüzyılın eşiğinde İslami düşünür olarak çok önemli ve etkili bir yere sahiptir. İslami düşünceye hala devam eden katkısı, gelecek nesiller tarafından kesinlikle hatırlanacak ve nasıl bugün Hayreddin Paşa, Afgani ve Bin Nebi gibi büyük düşünürlerin katkılarının üzerine düşünülüyorsa, Gannuşi'nin katkıları da gelecek nesiller tarafından okunacak ve üzerine düşünülecektir.
Gannuşi birçok önemli katkısından ötürü takdiri hak etmektedir ve bunlardan bazıları şöyledir:
1. İslami siyaset düşüncesi içerisinde sivil toplum dilinin yeniden tanımlanması ve canlanmasına katkısı,
2. Laiklik projesinin sınırlarının olduğu, sivil toplumla bağdaşmadığı ve sivil toplumun ancak laiklik sonrası bir oluşumda düşünülebilir ve mümkün olduğuna dair teorisi,
3. Demokrasi ve İslam arasındaki ilişkiyi yeniden düşünmesi, İslam’ın yenilenmesi ve hayatta kalması için demokratik süreçlerin ve yaşam biçimlerinin önemine vurgu yapması,
4. İslami özgürlük ve insan hakları kavramlarını izah etmesi
5. Arap bölgesinde demokrasinin gelişiminin önüne geçen yenidünya düzeni ve modern Arap devletinin oynadığı rolleri analiz etmesi. Vesselam.