Osmanlı İmparatorluğu'nun 19. yüzyılda dağılış süreci öyle acılara, mübadelelere, ölümlere, göçlere, işgallere, bölünmelere ve parçalanmalara yol açtı ki, bunların insan ruhunda ve birbirinden kopup giden toplumlarda açtığı yaralar hâlâ kapanmış değil.
Bütün bunları anlatan insan hikâyeleri ancak yüz yıl sonra yazılmaya başlandı desek yeri var. Bazı siyaset adamları ve Osmanlı aydınları arasında hiç değilse devletin ana gövdesini oluşturan Müslüman halklar arasındaki bölünmeyi önlemek için bir ittihad-ı İslam arzusu vardı. Bütün dünyada Avrupalı devletlerin sömürgesi konumuna düşen Müslüman halklara itibarını iade edecek, aşağılamaların aksine seçkinliğini hissettirecek bir söylem gerekliydi. Tam da Fransız İnkılâbı'ndan milliyetçi fikirlerin neşet ettiği, Rusların Ortodoksları, İngilizlerin Protestanları, Fransızların Katolikleri yücelttiği zamanlar. Millet tanımını aynı inancı taşıyan insanların oluşturduğu bir ümmet olarak yapmak ve Müslüman olmayanlara da adaletle hakkını hukukunu teslim etmek olarak görülebilecek yaklaşıma İslamcılık denildi. Bu devlet İslamcılığı olarak görülebilir ve hükmetme üzerine inşa edilmiş bir yapılanmadır. Fakat Müslüman olmalarına rağmen mesela Arnavutlar bağımsızlık mücadelesine girince, İslamcılar hayal kırıklığına uğramaya başladılar.
Üniversite yıllarımızda "dünya emekçileri birleşin" sloganıyla başka bir enternasyonale çağrılıyorduk ve bu çağrı inancı büsbütün dışlıyor ve yüz yıllara dayalı İslami birikimden bırakın yararlanmayı esinlenmeyi bile gereksiz görüyordu. Bir diyalog mümkün değildi o şartlarda. İslamcılık devlet kurma beklentisini sürdürdüyse de zaman içinde bunun yukarıdan aşağıya değil bireyden topluma bir insanlık ve adalet tezahürü olarak yapılanabileceği düşüncesi ağır basmaya başladı. Aslında mücadele yaşam tarzı mücadelesine evrildi. Dünyanın birikimini ve yeni gelişmeleri dışlamadan bütün tecrübeleri içine alan bir İslami hayat nasıl gerçekleştirilebilirdi? Bu noktada milliyetçi mukaddesatçı ya da İslamcı gençliğin okuduğu Osman Turan'ın Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi kitabının yanına İsmail Cem'in Türkiye'de Geri Kalmışlığın Tarihi gibi kötü günlerimizi analiz eden kitapları eklemek hiç kolay değildi. Hakikatimizi görmek meselelerin hallinin ilk şartıydı.
Buhranlarımız kitabında Said Halim Paşa, Batılı mütefekkirlerden alınan bilgi ışığının özgüven yoksunluğu yüzünden aydınların görüşünü köreltmesini üzüntüyle karşılıyordu. 'Yenisini kurmak için yok etmeye yönelen zihinlerin eskiden kazanılmış tecrübeyi tümüyle reddettiklerini' yazıyordu. Oysa bilgilerimiz çok acı tecrübelere mal olmuştu ve kendimizden yola çıkarak yeni bir şey inşa etmek mümkünken deneyimimizden istifade etmekten mahrum bırakılmıştık.
Garaudy'nin İslam'ın Vaat Ettikleri kitabı tercüme edildiğinde, Mevdudi, Kutub, Fadlallah, Gannuşi, Said Nursi, Afgani, Abduh okumaları yapan genç bir kuşak vardı. Garaudy'nin İslam dünyasıyla birlikte Türkiye Müslümanlarının düşünce hayatını derinden etkilediğini söyleyebiliriz. Açıkçası Batı'nın her bakımdan en yetkin şekilde içinden gelen birinin analizleri ve bunların İslam öncülerinin yaklaşımlarıyla çoğu kez örtüşmesi Doğu ve Batı'nın ortak aklının tezahürü bakımından yabana atılacak bir şey değildir. Külliyatına bakıldığı zaman dünyanın medeniyet birikimine hâkimiyeti ve insanlığın hasretini çektiği ortak adalet yolunu görebilen biri olması, modern zamanlarda İslami düşünceye eleştirel bakışını da değerli kılmıştır. Onu dindarlardan önce solun keşfetmiş olması ve birçok kitabının yayınlanması şaşırtıcı değil. Eleştirel akıl yürütmeleri ve dine olumlu misyon biçen Marks analizleri dikkatle izleniyordu. Çünkü Sosyalizmin Büyük Dönemeci, Sosyalizm ve İslam gibi kitapları Müslüman olmadan önce yazmıştı ve komünist olduğu zaman İncil'e sadakatle bağlı biri olarak, İslam'a da bir elinde Marks bir elinde İncil'le geldiğini söylemişti.
Aslında 20. yüzyıl Marksizm'i, Marksizm ve Varoluşçuluk, Marksizm ve Ahlak, Aforozdan Diyaloğa gibi önemli kitaplarından bazıları hâlâ Türkçeye çevrilmiş değil. Marksizm'in teorisyeni olan ve Fransız komünist partisinin kurucusu olan, I. Dünya Savaşı'nda cephede savaşan ve Cezayir'de ölümden kıl payı kurtulan bir düşünürün bu kadar tecrübeden sonra zihninden süzülen İslami bakış açısı her bakımdan ufuk açıcı. İslam'ın ne vaat ettiğini açıklarken Kur'anî ilkelere dayanan ekonominin, büyümeyi değil dengeyi amaçladığını, kör bir işleyişe boyun eğmeyip, hem insani hem de ilahi olan daha yüce gayelere göre düzenlendiğini söyler. Bu da üretim ve tüketimin bizzat amaç olduğu Batı modeli büyüme ile taban tabana zıttır. Hükmeden, mülk sahibi olan ve kanunlar koyan sadece Allah olunca kimsenin hükümranlığı söz konusu olamaz. Herkes insanlığa karşı sorumludur ve insanlar da mülk de birbirine emanettir. Bu duygu terbiyesiyledir ki Haçlı seferlerinin en kızgın ve şiddetli zamanında Filistin'de Arap doktorların savaş durulunca Hıristiyan kamplarına giderek yaralı savaşçıları tedavi ettiklerini yazar.
21. YÜZYILA SÖZ SÖYLEYEN BİR FELSEFECİ
Adı 20. yüzyıl düşünürü olarak geçmesine rağmen aslında 21. yüzyıldaki tartışmalara kaynaklık etmiştir ve sözünü ileriye doğru söylemiştir. Ona göre ilim de aklın basit gayelerden yüce gayelere yükselmesi, kendi dışında kalan her şeye de derin bir anlam vererek işlemesidir ve yüce birliği hedef alır.
Aslında bir felsefe profesörü olarak Batı felsefesinin "bilgi nasıl mümkündür" sorusunun karşısına İslam felsefesinin "nübüvvet nasıl mümkündür" sorusunu koyar ve yoluna bu soruyla devam eder. Ona göre Rönesans'ın yeni felsefesinin fatihi olarak adlandırdığı Descartes'ın "düşünüyorum, o halde varım" buluşunda, düşünülen ve üzerine kafa yorulan şey, dünyaya hâkim olmak ve onu işletmek, tabiatın efendisi ve hâkimi olmak arzusundan ibarettir.
Yüzyılımızda Yalnız Yolculuğum kitabında içinden geçtiği süreçler ve hakikatin peşinde geçen uzun bir ömür ayan beyan karşımıza çıkıyor. Yalnızdır çünkü eleştirilerini Batı Rönesansı'na, adeta her kademesinde yüzdüğü Marksist düşün ve pratik alanına yöneltmekle kalmamış, İslam dünyasının zaaflarını da gözler önüne sermiştir. Böylece bir mühtedi olarak onu alkışlayan kimi insanlar muhalif tavırları görünce uzaklaşabildiler.
Entegrizmi aynı ismi taşıyan kitabında "dini veya siyasi herhangi bir inancı bir dönem sahip olduğu kültür yapısı ve müesseselerle özdeşleştirip, bunun mutlak doğru olarak kabulünü dayatmak" olarak tanımlar. İslam dünyasında 'kaynaklara dönüş' kimilerine göre 'şekillere dönüş'tür ve Kur'anî prensiplerin özde tamamen hilafına da olsa dini liderlere akletmeden tabi olmayı zorunlu kılar. Bu düşünceleri elbette tarihselcilik tartışmalarıyla birlikte ele almak gerekebilir. Bazı isabetsiz görüşleri de olabilir. Fakat Suudi, İran ve genelde Ortadoğu tecrübelerinden yararlanmak en iyisi. Cemal Aydın'ın çevirisiyle yayınlanan Don Kişot kitabında Batı'nın doğru ve insani yolda bir Rönesans gerçekleştirme imkânını Granada'dan Yahudileri haksız yere çıkarmakla baştan yitirdiğini söyler. İlahi Mesajlar Toprağı Filistin kitabında da Yahudi halkının diğer halklarla birlikte burada varoluşunu temellendirir ve şimdi yaşanan katliamları kınar sadece. İnsanlık onuru adına kıyımlara, zalimliklere karşı duran her entelektüel gibi haksız ithamlarla susturulmak istendi ahir ömründe. Aslında hak ve hakikat yolcuları bu dünyada kimseye yaranamazlar, böyle bir kaygıları da olmaz zaten.
ZAMAN