Türkiye’deki İslami uyanış ve direniş hattımızdaki kazanım ve tecrübeler kendini yenilemek ve yaşanmış tecrübelerden dersler çıkartmak isteyenler için büyük bir deneyim zenginliği oluşturmaktadır. 40-45 yıllık Türkiye İslami bilinçlenme veya sosyolojik tanımıyla ümmet aidiyetli İslamcılık sürecinin, geride bırakması gereken yorumları da, yaşatıp geleceğe taşıması ve geliştirmesi gereken tespit, tanım ve değerlendirmeleri de vardır. Günümüzü fıkhetmenin veya güncel ilmihalimizi belirlemenin yolu, Kur’ani mesajı ve Resulullah (s)’ın örnekliğini ve tarihten akıp gelen maruf örfü; ayrıca çevremizi ve dünya gerçekliğini doğru kavramamıza bağlıdır. Ciddi, etkin ve süreklilik içeren bir tanıklık ve direniş hattı için sahih bilgi birikimimiz, amel ve tecrübelerimiz ile mevcut vakıamız ve gelecek tasavvurumuz arasında sağlıklı irtibatlar kurarak oluşturulacak doğru bir zeminin temini, hikmetli ve basiretli perspektif eşliğinde yükseltilebilir.
İslam ümmetinin kitabîlikten ve ortak işlerinde şûrâ mükellefiyetinden uzaklaştığı asırlardan bu yana süregelen ihya ve ıslah çabaları, İslami duyarlılık sahibi kitlelerde ve özellikle de son dönemlerde büyük ölçüde önemli kazanımlar sağlamıştır. En azından tevhidi mücadele çizgisi son dönem müslüman halklara varoluşsal yeteneklerini tekrar hatırlatmış, düşmanın İslam tasavvurumuz üzerindeki köleleştirici stratejilerine ve ifsadına set çekmiştir. Tabii ki bu olumlama hali İslami hareket ve oluşumların düşünsel ve metodik yeterlilik ve eksiklerini yeniden ele alma sorumluluğumuzu ve yapıcı tenkidini ihmal ettiğimiz anlamına da gelmemelidir.
Bütün bunlarla birlikte sağ ve sol versiyonlarıyla küresel kapitalizme karşı çıkmanın çok önemli olduğunu; ancak sadece karşı çıkışın da bir alternatif oluşturmadığını hem kendimiz bilmeli hem de muhalif olan dostlarımıza anlatabilmeliyiz. Ayrıca Batılı muhalif insanların Batı’nın gaspa dayanan çıkar ve tüketim tarzından bunaldığını ve fıtrî adalet arayışına yöneldiğini de bir imkân olarak değerlendirmeliyiz.
Ancak küresel kapitalizme direnmek kadar, insanlık için küresel ve adil alternatif bir cevap üretmek çok daha öncelikli ve değerlidir. Batılı sistem analizcileri tarafından baskın bir şekilde ifade edildiği gibi, tüm çabalarına rağmen bu cevap, değer açısından “ecel” sürecini yaşayan sosyalizm tarafından üretilemeyecektir. Çünkü sosyalizm, Batı’nın oluşum tarihi içinde ve ilerlemeci toplumsal şemalarına rağmen, sanayi toplumunun ürettiği ikiz kardeşi liberalizm tarafından yenilmiştir. Tüm şekilsel muhalefetine rağmen taşıdığı değerler, bugünkü kapitalist hakimiyeti üreten Batılı paradigmaya aittir. Sosyalizm, “sol” kavramını, Batılı paradigmanın, yani ilerlemeci tarih anlayışının ve pozitivizmin değerlerinden ayrıştırmadıkça; yani yeni bir anlam dünyasına hicret etmedikçe, gelişim iddiası metafizik bir inanç olarak kalır. Ayrıca dar inanç sisteminin sınırlılığı içinde insanı ve âlemi tutarlı bir şekilde izah etmesi mümkün olmayan Yahudilik, Hıristiyanlık, Hinduizm, Konfüçyüsçülük gibi inanç topluluklarının ve dar cemaat kültlerinin, hayatı kuşatan çözümleyici bir evrenselliğe ulaşmaları mümkün değildir. Sonuç itibariyle birçok sistem analizcisine göre, evrensel değerlere dayanan alternatif bir karşı çıkış ve adil bir düzenin oluşturucu kaynağı itibariyle işaretler İslam’ı göstermektedir. Çünkü İslam’ın ana kitabı Kur’an-ı Kerim, yapısı ve çevresiyle sınırlı insan aklının ürünü değildir; o, akıl kapasitemizi de yaratan ve yoktan var edici Rabbimizin Resulü aracılığı ile insanlığa ilettiği cihanşûmül bir hayat ve aydınlık rehberidir.
İdeolojilerin sonu edebiyatıyla güçlendirilen ideolojik kapitalist yaşam tarzı, eşitliği veya adaleti değil, fırsatçılığı ve haksız rekabeti özendirmektedir. Batılı paradigmanın tanımladığı ürünler olan liberalizm de demokrasi de bir din veya ideoloji değil herkese şemsiye açan üst bir ekonomik ve idari yöntem oldukları iddiasındadırlar. Ama ekonomik ve siyasi yönetim mekanizmasıyla alakalı bu iki sistem de vahyi olanı veya İslami aidiyetleri dışarıda tutan tutumlarıyla, zorunlu ve temel ihtiyaçları itibariyle dünyaya sundukları tek tip insan tanımı ve modeli ile hukuktan yönetime kadar hegemonik tanım ve inançlara yaslanmaktadır.
Adalet terazisi sermayedarların formülüyle biçimlenen liberalizm de, diktatörlüğe nispetle daha özgürlükçü görülen demokrasi de fıtrî ve kalbi taleplerin değil, bedensel tatminleri kışkırtan hazların peşindedir. Bu sistemler ilerlemeci materyalist anlayışları yanında bilimci, agnostik, tarihselci veya deist söylemleriyle mutlak iyinin ve ideal geleceğin kestirilemeyeceğini ve bugünkü yaşamın ve yaşanan hazların değerli ve esas olduğunu işlemektedirler. Bu paradigmal felsefik eğilim, kapitalist tüketim kültürünün hizmetçisi olan bir sürü bireyselleşmiş ve fıtratına yabancılaşmış benlikler üretmekte, bireyciliği cinsiyetsiz (“gendar”) türü sapkınlıklarla kutsamaya çalışmaktadır. Bilimsel ilerleme adına kapitalist yaşamın zevklerine tutkun hale getirilen; ne yapacağını, hangi yolun doğru olduğunu bilemeyen kitleler safha safha robotlaştırılmaktadır.
“Bilimsel iktisadi büyüme” hedefi büyülü bir algı yönetimi içinde küresel sermaye tarafından mottolaştırılmaktadır. Büyüme sermayenin tekelleşmesini sağlamakta, fakirlerin nasibi de zenginlerin kullandığı eşya artıkları ve zenginleşen çöplükler olmaktadır.
Ulusal sistemler tarafından pazarlaştırılan ve modernite tarafından denetim altına alınıp kimliği bozulmaya, kültürü yönlendirilmeye çalışılan halkı Müslüman olan ülkeler içinde iç ve dış vesayeti aşmak konusunda bazı kitlesel ayaklanmalar veya bazı demokratik çabalar gösterilmiştir.
20. yüzyılın son çeyreğindeki İran’daki azadlık kalkışması ve başarısı, daha sonraki süreçlerde dış vesayetle ilişkilerin dengesini gözetememiş; 1979’da başlayan Devrim sürecindeki tevhidilik iddialarından inhiraf edilmiş; kurgulanan teokratik yönetim ile halkının ıslahının ve yeni bir medeniyet hamlesine adım atılmasının önü tıkanmıştır.
Afganistan’da ABD ve Koalisyon Güçlerine karşı 2021 Ağustos’unda kazanılan takdire değer zafer ve Taliban İslami hareketinin başarısı ise, bundan sonra küresel vesayetin dış kuşatmasına karşı askeri ve siyasi kazanımların korunması ve geliştirilmesi doğrultusunda bir imtihan süreci yaşayacaktır.
2002’den itibaren iç ve dış vesayeti aşma yolunda önemli başarılar kaydeden Türkiye’deki AK Parti iktidarı; bu tür kazanımlar yanında kendini destekleyici İslami aidiyetlerin önemli ölçüde tekrar Türkiye İslamcılığına evrilmesine; muhafazakârlık kimliğindeki “bin yıllık tarih” sınırını Türklük kurgusu istikâmetinde Milat öncesine pagan dönemlere gidip ırk temelli 2200 yıllık göndermelere yöneltmesi ve Kemalizmi, “Yeni Atatürkçülük” olarak reforme etmeye çalışması dindar kesimde kimlik bölünmelerine veya post-modern savrulmalar oluşturmaya neden olmuştur.
AK Parti iktidarının iç ve dış vesayeti aşmaya çalışıp, başarısını büyük ölçüde “çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmak” hedefine endekslemesi yeni bir ufka ve adalet limanına kavuşmayı ifade etmemektedir. Çünkü modernitenin medeniyet ufku tüm değerleri “cogito” veya “fenomen” olarak gördüğü insan ontolojisiyle sınırlandırırken, Yaratıcı’nın buyruklarını dikkate alma keyfiyetini reddetmektedir. Çağdaş medeniyet seviyesini yakalama hedefiyle ve bilimi kutsayan epistemolojik yaklaşımıyla içinde yaşadığımız elektronik dijital çağ içine çektiği bilgi ve beceri sahibi insanlarımızı deizme veya pozitivizme yönelten akaidiyle kuşatmakta ve sınamaktadır.
AK Parti, “şeriat”a uyma ve uygulama anlamında İslamcı olmadığını ilan ettiği siyasi bir çizgi izledi, ama resmi ideolojinin şekilsel asabiyesini geriletmek konusunda önemli kazanımlar sağladı. Türkiye’yi ve Türkiye halkını özgürlükler ve askeri vesayeti aşmak konusunda imkânlı hale getirdi. Batı dışı toplumlardaki sanayii kalkınması; sağlık, ulaşım, iletişim ve dini-tarihi eserlere sahip çıkma konularında eskiyle ve diğerleriyle mukayese edilemeyecek başarılara imza attı; halkın yardımlaşma ve dayanışma ruhunu Müslüman halklar ve ezilen kitlelere yardım kanalları oluşturarak ümmet ve insanlık dayanışması konusunda evrenselleştirdi. Ancak 1 Mart 2003 Asker Tezkeresi’nde olduğu gibi pragmatik siyasetin yanlışlarından ve kapitalist kalkınmacı politikaların taşıdığı zaaflardan kurtulamadı. Ülke kalkınmasıyla elde edilen zenginliğin dengeli dağılımındaki düzensizlikler halkta memnuniyetsizliğin yaygınlaşmasına neden oldu. 1985-1995 yılları arasında yükselen İslami nitelik ve uyanış çabaları, 28 Şubat 1997 askeri darbesiyle silah zoruyla engellenirken; 20 yıla yaklaşan AK Parti döneminde de kalkınmacı muhafazakâr politikalarla kuşatılmaya, gençler arasında dava adamı olma ideali yerine kariyer yapma veya zengin olma, her şartta iktidara yakınlaşma, dünyevi imkânları önceleme eğilimlerinin tayin edici gündemler haline gelmesiyle de zayıfladı ve silikleşti.
Ocak 2004’te İstanbul’da yapılan Uluslararası AK Parti Kimlik Sempozyumu’nda AK Parti’nin İslamcı olmadığı, laikliği benimsediği ve muhafazakâr-demokrat olduğu tanımlı olarak ilan edildi. Kitle partisi olunacağı için kimlik siyaseti yapılmayacaktı. Ancak kurulduğu andan itibaren AK Parti ve lideri Recep Tayyip Erdoğan dindarlıkla değerlendiriliyordu ve hep takiyye yapıp yapmadığı konusunda gözlem altında tutuldu. Tüm uzlaşma çabalarına ve pragmatik yaklaşımlara rağmen Erdoğan özellikle dış basında hep “İslamcı” olarak nitelendirildi. Bu algı yönetimini iç muhalefet de satın aldı. Bu bağlamda AK Parti’nin ve Erdoğan’ın yanlışları veya başarısızlıkları kasıtlı veya kasıtsız olarak İslamcılık üzerine yazılmaya çalışıldı.
Aslında tüm İslam aleminde de AK Parti iktidarı ve Sayın Erdoğan İslamcı olmadıklarını açıkladıkları halde İslamcı olarak kabul edildi ve ediliyor. Yine aslında 1960’lı 1970’li yıllardaki İslamcılık olarak vasıflandırılan tüm dini cemaatsel ve gelenekçi din anlayışı ile, siyasi veya tevhidi uyanış süreciyle ilgili veya din ile ilgili gayretlerin tümü ve Türkiye İslamcılığının hasılası, büyük ölçüde Erdoğan liderliğinde AK Parti ile 20 yıllık bir dönemde iktidarda gerek istihdam gerek yönetim kademelerinde yer buldu.
AK Parti iktidarı, İslam dünyasında vesayetten kurtulma, fikri ve kimliksel özgürlükler süreci açısından zaaflarıyla beraber uygulamalı önemli bir açılımı gerçekleştirdi. Ama bu açılım elde ettiği imkânlar içinde kendini insanlık ve İslam dünyası için bağımsız ve özgünlüğe dönük bir fikri akıma veya harekete dönüştüremedi. Müslümanlar AK Parti ile ulusal iç ve dış vesayet sistemini aşma ve bu sistemde yönetim becerisi sağlama konusunda önemli tecrübeler kazandı; ama “başka bir dünya mümkün” diyen muhalif kitlelere kendi alternatif özgünlüklerini sunamadılar. Açık veya gizli kendi ideallerini gündemleştirmek yerine, kitlelerini, kazanımlarını korumak gibi pragmatik bir amaçla yeniden tanımlamaya çalıştıkları Atatürk şemsiyesi içine çektiler ve “ayakları altında” görmek istedikleri milliyetçiliğin cahiliyesine iteklediler. Oysa Türkiye’deki ister Türk kavmiyetçiliği ister ulusçuluk algısı içindeki bütün milliyetçilikler Atatürkçülük ile, Atatürkçülük da seküler hayat tarzıyla buluşmaktadır.
Atatürk’ün yaşatılmaya çalışılan idolleşen imajına hangi elbise giydirilirse giydirilsin o Batıcı, seküler, pozitivist kimliği ile İslam’ın değil Batılı paradigmanın mensubudur. Dolayısıyla 40-50 yıllık İslami duyarlılık ve bilinçlenme sürecimizin ürünü insanların çoğu AK Parti iktidarı döneminde muhafazakâr-liberal kalkınma çabalarının anaforuna kapılmış, bu döngüyü reddedenler ise hissedilir bir varlık gösterememiş, varlıklarını ise “oy vermeme” tutumu gibi zayıf bir kalkan ile korumaya çalışmışlar ve hissedilen bir gelişme oluşturamamışlardır.
Yarım asrın İslami birikimi, yapıcı projelerle sosyalleşme, aşkın bir tebliğ ve örneklik oluşturma konusunda büyük bir daralma ve zaaf yaşamaktadır. Türkiye’deki İslami uyanış süreci veya Kur’an ve Sünnet temelli İslamcılık süreci, büyük ölçüde daha büyük zulüm, haksızlık hatta yabancılaşma şirki işleyenler karşısında İslami değerlere ve Müslüman halklara düşmanlık yapmayanlara adaletle yaklaşmaya çalışmaktadır. Lakin ümmet bilinçli İslamcılar, reel politikanın açmazlarıyla uğraşan bir kilitlenmeyi aşıp, özgün olarak İslamlaşma veya İslami bilinçlenme sürecimizi yeni şartlar karşısında yenileyecek ve aşacak yapıcı özeleştiri ve tutarlı bir inşa hamlesi için müzakere ve meşveret kanallarını kurmalı ve işletebilmeliydi. Bu tarz açılımların taşıyıcısı olacak ve biyografik kimliği tutarlı olan 40-45 yıl önceki yoksunluğumuzu aratmayacak kazanımlar içindeki "ulu’l el-bab"ımıza bu konuda önemli sorumluluk ve mükellefiyetler düşmektedir.
Ulusal sisteme “müdahane” ederek veya kapitalist kalkınma hedefiyle bütünleşerek merkeze gelmek isteyen çevre güçleri büyük bedeller ödüyorlar. Bazıları pazarlık edilebileceğini ve bu bedellerin geri dönüşü olabileceğini düşünse de kapitalist merkezdeki anaforun gücü alternatif niyetlerin tutunmasına izin vermiyor. Ya da bu anafora karşı durulacak bir hazırlığın alt yapısında zayıflıklar ve uyumsuzluklar kendini hissettiriyor. Ayrıca merkezi küçültmek (“Garson Devlet”) veya merkezde çevrenin sesi olmak hedefini unutup, merkez olmakla övünme trendine girmek kazanım değil, kimliksel çözülmeyi getirmiştir. Müslümanlar için verili sistemin sağı da, solu da bâtıldır. Egemen sistemde merkez, her zaman Batılı paradigmanın otoritesini temsil etmektedir. İslami mücadele saflarında bulunmuş fakat şimdi reel politikanın iktidar alanında mevzilenen bazı Müslümanların “Biz devlet olduk” söylemleri nasıl bir melez aldanış ya da kimliksel çözülme içinde olunduklarının sergilenmesidir.
İslami mücadele süreçlerinde yer alan müslümanların bugün üç hâl içinde bulunduklarını tekrarlamalıyız: Yılgınlık hâli; çözülme hâli ve mevcudu aşma kararlılığı. Aşma hedefinin, farklı branşlarda ayakta kalıp istikametini koruyan ve özgünlüğünü bağımsız kılmaya çalışanlarla gerçekleştirilebileceği unutulmamalıdır.
Artık reel politik adına günü birlik veya hayalci, bizi kuşatan ve ulus olgusuyla bütünleştirmeye çalışan değerlere ait projelerle oyalanmaktan uzaklaşıp, iki cihan mutluluğunu da (“dareyn”) kazandıracak değer ve sorumluluklara hicret etmek vaktidir. Önümüzdeki dönemi, “Asım’ın nesli veya Diriliş nesli” hedefini slogan olmaktan çıkarıp, bu hedefi ortak ilkelerle ama farklı veya benzer şartlar altında nasıl projelendireceğimizi tartışacağımız ve sonuçlarını paylaşacağımız yeni bir heyecan, katılım ve ihya sürecine dönüştürebilmek için değerlendirmeliyiz. Unutulmamalıdır ki her inişten sonra bir çıkış, her geceden sonra bir gündüz vardır.
Rabbimiz günleri aramızda döndürmektedir. Yeter ki Rabbimizin razı olacağı vahyin ahlâk ve ölçüleriyle bütünleşip, mücadele safhamızla ilgili sünnetullahı doğru kavrayıp yol haritamızı -şûrâ gücüne varmak ideali içinde- hiç değilse meşveret ederek doğru değerlendirmeye çalışalım. Başarının, Rabbimizin gaybi yardımına hak kazanacak inanç ve hareket hattıyla doğru orantılı olduğunu dikkatlerimizden kaçırmamak gereklidir.
Umran Dergisi, 2022 Şubat Sayısı