İslamcılar üzerine yapılan niteliksiz eleştirilere bir örnek...

Yasin Aktay, Ruşen Çakır’ın kendisini de kapsayan "İslamcı aydın" eleştirisindeki niteliği sorguluyor.

Yasin Aktay / Yeni Şafak

“İslamcı aydınların sağcılaşması” mı dediniz?

Afganistan’daydım, bir yandan ülkede 45 yıllık işgal ve iç savaşlardan sonra en son dünya gücü ABD’yi en ilkel silahlarıyla ve düzensiz ataklarıyla çekilmeye mecbur bırakan bir halkın, bir sosyal-siyasi hareketin sırrını çözmeye çalışıyorum.

Sır aslında bugünlerde Gazze’de de tekrarlanarak bilenler için sır olmaktan çıkmıştır. Bütün olup bitenlere şahit olduktan sonra sır kendini ifşa ediyor: Aslında sır yok. Herşey insani kapasitenin sınırları içinde cereyan ediyor.

Biri sosyal medyada anlatıyor:

“Ashab-ı kiramın neredeyse dünyanın dışında, gerçeklerin üstünde gibi göründüğü için bugün bize bir şey söylemekten uzak gibi duran hayat hikayelerini dinliyordum. Bir de bunlara tarihselci veya sözümona gerçek tarih meraklısı tiplerin bu hayatlara dair en kötü aktarımlarla büyüsünü bozmaya çalışanların çabası neredeyse bu insanların imanlarına, kahramanlıklarına, temizliklerine dair inancımı yitirmeme yol açmıştı. Gazze’de gördüğümüz iman, sabır, sebat ve cihat manzaraları tarihe yönelik bakışımı da, ashab-ı kirama yönelik bakışımı da tekrar restore etti. Eskiden şöyle düşünüyordum: Dün bu sahneler gerçekleşmişse bugün de gerçekleşir, buna engel olan ne olabilir? Bugünse zihnimin üzerinden geçen onca ayartıcı, iğva edici tarihselci düşüncenin ardından şöyle düşünüyorum: Bugün Gazze’de bu destansı sahneler oluyorsa, geçmişte de olmuştur.”

Tarihe mal olmuş, tarihte kalmış sanılan insani yüceliklere günümüzde şahit olabilmemiz veya tersi. Belki Akif’in “Bedr’in aslanları ancak bu kadar şanlı idi” derken kapıldığı duygu da benzer bir duygu idi.

Tam isabet: Duygu. Aslında tarihe bakışımızı da birçok olaya bakışımızı da belirleyen temel saik akıl veya delil değil duygularımız. Etkilenimlerimiz. O yüzden tarih felsefecilerinden bilgeliğe bir yol bulanların sürekli tekrarladıkları bir söz vardır: tarih her an yeniden yazılır. Çünkü duygularımız sürekli değişiyor. Kalp taşıyoruz çünkü ve düşünmemiz üzerinde, olaylara bakışımız üzerinde taşıdığımız kalbin etkisi beynimizden daha fazla oluyor. Salt aklı arayanlar, bu aklın yeryüzünde soy haldeki gerçekleşimini mümkün görenler aramaya devam etsin, bulabilirlerse bize de haber versinler.

Kabil’de tam bu duygular içinde geçmişimize, Afganistan’aGazze’ye bakarken önüme bir yazının linki düştü. Ruşen Çakır’ın “İslamcı Aydınların Sağcılaşması” başlığı altında yazdığı bir yazı. Başlık çarpıcı, ilk anda, kendi önyargılarımla nereye denk düşeceği belli ilk anda kışkırttığı soru da belli: İslamcı aydılar solculuktan mı sağcılaşmışlar, yoksa kendilerine ait bir konumları vardı da oradan mı sağa geçmişlerdi. O konum kendilerine aitse oradan takip edebilecek bir göz var mı bu analizlerde acaba?

Bir merakla içeriğine giriyorum, “sağcılaşan aydın”dan kastı benmişim (veya benimle birlikte başka İslamcı aydınlar). Epeydir hiç de salt akılla yazılmış hiçbir yazısına şahit olmadım Çakır’ın. Konu İslamcılar veya İslamcı aydınlar olduğunda onların iflası, ölümü, çöküşü, sağcılaşması üzerine söyleyeceklerini okumadan da anlayabilirdim ama okudum. Ne de olsa kendisinin de ifade ettiği gibi onca yılın tearufu var. Genellikle bu türden hikayelere büyük bir iştahla ve duygusallıkla atladığını çok iyi biliyorum. İslamcıları bir şekilde eleştiren, içerden tutarsızlıklara işaret eden, içerden çıkıp mahallesine atan her sese kulak kesilmesi, kendisine nasıl bir teselli veriyor, anlaşılmayacak bir şey değil. Ben de anlıyorum ve kitabımda aslında bu solcu tesellilerin hikayesini de anlatmaya çalışıyorum.

Bana dair doğrudan kendisinin kurduğu tek cümlesi şu: “Prof. Yasin Aktay İslamcı camianın öne çıkmış sosyal bilimcilerinden ve entelektüellerinden biriydi, İslamcı olmayan, özellikle sol çevrelerle belli bir diyaloğu vardı. Daha sonra AKP’de yönetici ve milletvekili oldu ve tabii ki birçok görüşünü, tutumunu vb. değiştirdi.” Ama bütün yazı boyunca benimle ilgili yazdıklarının hepsini beni “çok sevdiğini, hatta entelektüel gelişiminde rol almış ve kendisini hâlâ olumlu bir yönde dönüştüren çok sevdiği bir abi” olarak niteleyen değerli kardeşim Esat Arslan’dan alıntılamış.

Hatta Arslan özellikle yazısının başlığına “Bu metin çok sevdiğim Yasin Abimin eleştirisi değildir. Yasin Abi’nin sadece ama sadece bir kitabının eleştirisidir. Yasin Abi bu kitabında Türkiye solunun bilinçdışını analiz ettiği için, ben de mecburen bu kitabın, sadece ama sadece bahsi geçen kitabın, bilinçdışını analiz ettim” demeyi de ihmal etmemiş.

Bana bunca eleştiri yapacak kadar dolmuş olan sevgili Esat’ın pekâlâ yüzüme de yapabileceği eleştirilerini ilk defa kendisinden veya, yazıversin, bizzat bana ulaştırabileceği kitabından değil de Ruşen Çakır’dan duyuyor olmak istemezdim tabii. Bu öncelikle Esat’la aramızda halletmemiz gereken bir hukuk meselesi. Bir kenara koyuyorum.

Ancak Çakır’ın üç satırlık cümlesinde benimle ilgili yazdığı hikâye (tarih) çok özensiz ve çok fazla duygusal geldi. Belli ki hayal kırıklığına uğratmışım Çakır’ı. Ne yaparak?: “Sağcılaşarak” ve “tabii ki bir çok görüşünü, tutumunu değiştirerek”. “Önceden İslamcı camianın öne çıkmış sosyal bilimcilerinden ve entelektüellerinden biri” iken bütün bu ani değişim nasıl olmuş?: “AKP’de yönetici ve milletvekili olarak.”

Bu nasıl bir duygusal tarih okuması, nasıl bir indirgemeci ve basit biyografi izlemesi? Doğrusu tipik bir hadise olarak üzerinde ayrıca durulmayı hak ediyor. Benim önceki fikirlerimle, sonradan katıldığım siyasi hareket arasında nasıl bir kopukluk görebilmiş veya neden böyle bir kopukluk ummuş? AK Parti’ye katıldığım günden sonra da hiç kesintisiz yazmaya, konuşmaya, görüşlerimi ifade etmeye devam ettim halbuki. Bu görüşlerim arasında milim değişiklik olmadığını elbette iddia edemem. Hiç kimse değişmeden hayatını sonuna kadar sürdüremez. Her gün yeni olaylarla sınanıyoruz ve her sınav karşısında kendi meşietimize uygun bir tavır koyma arzusu içinde oluyoruz. Ama ana çizgimde, birçok konudaki görüşlerimde hiçbir değişiklik olmamış, AK Parti’de de aynı görüşlerimin mücadelesini vermekten geri durmamışımdır.

AK Parti’ye katıldığım anda bende tespit ettiği bu değişime dair cümleleri CHP, DEM veya başka herhangi bir siyasi partiye katılan herhangi bir entelektüel için kurabilir mi acaba?

Yoksa sorun sadece AK Parti’ye katılım mı?

AK Parti’ye katılmak dolayısıyla bir gecede elden alınan entelektüellik unvanı. Kim alıyor bu unvanı elden?

Pardon ama entelektüelliğin ülkemizde işleyen böyle bir yargı düzeni mi var?

Oysa daha önce İktidar ve İslamcılık tartışması vesilesiyle, yani henüz AK Parti’ye katılmadan önce de, İslamcılığın iktidara gelerek (garipçe) tükendiğini, bittiğini, öldüğünü söyleyenlere verdiğim bir cevap vardı: “Hayrola, İslamcılığın kimseye iktidara gelmemek gibi bir vaadi mi oldu? Hangi siyasi hareketin iktidara gelme arzusu yoktur? Mesela sol hareket, sürekli muhalefette kalma sözü mü veriyor?”

Bir bakın isterseniz solun Türkiye’deki tarihine. İstibdatçı Kemalizmle olan ortaklığına, şimdi bile entelektüelliği bir paye gibi bahşetme imtiyazını vehmetme biçimine. Bunların neresinde muhalefet var, neresinde entelektüellik?

Laf uzar gider de yerimiz dar. Belki bu konuyu Çakır’ın çok iyi bildiği İslamcı düşüncenin hâlâ yayınlanmaya devam eden entelektüel mecrası, Tezkire’de devam ettiririz.

Yorum Analiz Haberleri

Sosyal medyanın aptallaştırdığı insan modeli
Dünyevileşme ve yalnızlık
Cuma hutbelerindeki prangalar kırılsın
Batı destekli spor projeleri neye hizmet ediyor?
Kemalizm’e has bu Laiklik Fransa’da bile yok!