Hamza Türkmen kardeşimin “Türkiye’de İslamcılığın Kökleri” ve “Türkiye’de İslamcılık ve Özeleştiri” isimli kitaplarını okudum ve pek çok temel konuda büyük bir mutabakat halinde olduğumuzu bir kez daha gördüm. Ali Değirmenci kardeşimin isabetli tanımlamasıyla “atom karınca” misali Allah yolunda ve Kur’an hizmetinde sürekli Türkiye’yi dolaşan, sürekli bir koşuşturma ile meydanlar, sokaklar, salonlar, sınıflar, Kur’an halkaları arasında didinen ve sürekli mücadele alanlarında olan bir dava adamının hayatın ve mücadelenin içinde üretmiş olduğu bu kitaplarını önemli ve anlamlı buluyorum.
Şahsen, kitap ve makaleleri okurken önem verme ve anlamlı bulma bakımından bir tasnife tabi tutarım ve okumada öncelik vereceklerimi bu tasnife göre tespit ederim. Heva ve hevesin yönlendiriciliğinde entelektüel faaliyet yapmak bağlamında yazanları ya da yazmayı bir meslek ve hobi olarak gerçekleştirenleri, en azından insani ve fıtri değerler ekseninde insanlığın tekâmülüne katkıda bulunmak duyarlılığıyla değil de nefsini tatmin etmek, toplumda itibarlı bir mevki edinmek amacıyla yazarlık yapanları ve bu sebeple de yaşantısı ile yazıp söyledikleri uyum arz etmeyenleri önemsiz bulur, anlamdan yoksun bir değersizlikle malül olduklarını düşünürüm. Tabii ki, bu neviden yazılanları da onların halini ve bakış açılarını anlayıp tahlil etmek ve bu tür sapma ve hastalıklara çözüm üretmek amacıyla okuyabilirim, ancak önceliklerim arasında yer almazlar. Birinci öncelikli kategoriye ise, fıtri ve ahlaki değerler manzumesinin temsilcisi olarak hayatı anlamlı kılmak, hayatı bu değerlere göre inşa etmek amacı güden, insani-fıtri erdemleri güçlendirmek, insana onur ve şerefini kazandırmak, bu amaçla insanı, kendisini gerçekleştirmekten alıkoyan tüm beşeri zincirlerinden kurtararak evrensel değerler istikametinde özgürleştirmek ve tüm dünyevi zindanların karanlıklarından kurtarıp adalet zeminin aydınlığına kavuşturmak amacıyla yazanları yerleştiririm. Fıtratın, vicdanın, insani erdemlerin, insanlık onurunun ve bunları barındırıp yaşatan fıtri-insani ahlâkın savunucusu olarak insanlığı; -emperyalizmin, ulusal ya da küresel ölçekli devletlerin zorba yönetimlerinin sömürü çarklarından, insanı kendine yabancılaştırıp özünden saptıran, insanları birbirinin kurdu haline dönüştüren kapitalizmin, seküler doğmalar dayatarak aklı ve vicdanı kirleten modern ideolojilerin, akletme kabiliyetini yok eden, düşünceyi dumura uğratan geleneksel yaşantı ve hurafelerin kuşatmasından- kurtarmayı ve insanlık onurunu yüceltmeyi hedefleyen yazarları anlamlı bulurum. Aynı zamanda bu düşünce faaliyetini –hayattan kopuk fildişi kulelerde değil- bizzat hayatın merkezinde, sorunların içinde yaşamlaştıran, inandığı değerlerin elbisesine bürünmüş bir örneklik ve mücadeleyle sürdüren yazarların hayatın / mücadelenin sıcaklığı içinde sorumluluklarını yerine getirirken yazdıklarını önemser ve okuma önceliklerimi buna göre belirlerim.
Öncelikli kategoriye aldığım yazarlardan, düşünce üretiminde, hayata ve toplumsal sorunlara çözüm üretmede, insanlığı kurtaracak evrensel değerleri ve adil ölçüleri ihtiva eden vahyi esas alan, insanlığı karanlıklardan aydınlığa çıkaracak tek mesajı ihtiva eden Kur’an’ı temel belirleyici kılan ve bu tevhidi düşüncelerini, tevhidi mücadelenin zorlu şartları içinde direnerek, ilkeli ve onurlu duruşunu koruyarak, imtihan içinde imtihanları yaşarken üretenlerin eserlerini ise, şüphesiz ki önceliklerimin en başına yerleştirir ve en çok bunlardan etkilenirim.
Bu sebeple, merhum şehidimiz Seyyid Kutup’un kitapları beni en çok etkileyen eserler olmuştur. Çünkü o, inandığı ve mesajını yaymak amacıyla yazıya geçirdiği değerleri öncelikle kendi hayatına hâkim kılan ve yazıp söyledikleriyle tutarlı bir hayatı yaşayan, ilkeli, onurlu duruşuyla ve mücadele pratiğinde üstlendiği ilmiyle âmil “şahidlik/şehidlik”le, inandığı davası uğrunda bedel ödemekten, hatta canını feda etmekten çekinmeyen samimi ve ilkeli bir dava adamıydı. Çünkü o, büyük sabır ve azimle gerçekleştirdiği fedakâr mücadelesiyle davasını bereketlendiren, yazdıklarını hayatın gerçekliğinden ve mücadele ortamının sıcaklığından kopuk fildişi kulelerde teorik çalışmalar olarak değil, tam tersine mücadele ortamının yoğun sıkıntıları, acıları içinde yazan, yaşarken şahid/şehid olan ve sonunda davası uğrunda en büyük bedelleri ödeyerek, yazarak insanları davet ettiği vahyin sahibi Allah yolunda canını da feda ederek şehidliğin zirvesine çıkan bir âlimdi. Tabii ki, böyle dava ve düşünce adamlarının, zorlu mücadele zemininde ürettikleri bedeli ödenmiş düşünceleri, hayatın ve mücadelenin içinde kaleme aldıkları yazı ve kitapları daha önemli, daha değerli, daha sahici ve daha tesirli olacaktır.
İşte bu sebeple, Hamza Türkmen kardeşimin yıllardır yaza geldiği makalelerini ve son kitaplarını da bu kategoride yer alan, önemli, değerli ve anlamlı üretimler olarak değerlendiriyorum. Çünkü bu makale ve kitaplar, fildişi kulede hayattan kopuk teorik çalışmalar ve entelektüel gevezelik yaparken ya da bir mesleğin gereğini yerine getirirken yazılmış değillerdir. Bir takım dünyevi çıkar hesaplarına, iktidar eksenli projelere eklemlenmenin gereği olarak ya da yazarlık duygularını tatmin amacıyla da kaleme alınmış değillerdir. Bu kitaplar, hayatın ve mücadelenin içinde, uzun ve sıkıntılı tevhidi davet, eğitim ve özgürlük çabalarının tüm sıcaklığını yaşayarak yazılmışlardır. Egemen şirk sistemine, tuğyana ve tağutlara karşı yürütülen tevhid, adalet, özgürlük eksenli mücadeleler içinde ve egemen cahili değerlere karşı ıslah sorumluluğu gereğince Kur’an’ın mesajını yayma, vahyi sosyalleştirme çabaları ile örtüşerek, eğitim halkalarında Kur’an nesli yetiştirme arzusu ile çırpınırken kaleme alınmışlardır. 28 Şubat sürecinde Almanya’da muhacir olarak bulunduğum yıllarda, TV’den Türkiye haberlerini izlerken, Hamza Türkmen kardeşimi ve değerli mücadele arkadaşlarını sık sık meydanlarda, polis ve askerlerin kuşatması altında özgürlük ve adalet taleplerini gündemleştirirken, vahyi hakikatleri zalimlerin yüzüne haykırırken, Allah’ın ayeti olan başörtüsünü savunurken ve bu amaçla oradan oraya koşuştururken izler ve yanlarında olamamanın hüznüyle ağlar, onlara dua ederdim. Hamza Türkmen’in yazdıkları, işte böyle bir mücadele seyri içinde önce hayata, hayatın içine söylenenlerin, alınan tepkiler, çekilen sıkıntılar sürecinde geçilen sınavların imbiğinden süzülüp olgunlaştırılarak kitaplaştırılmasıdır. Bu sebeple, Hamza Türkmen kardeşimin tarihe tanıklık ve vahye şahidlik sorumluluğunu yerine getirirken yazdıklarını, aynı Kur’an halkalarında ve meydanlarda, vahyi öğrenme, tebliğ ve sosyalleştirme mücadelesini birlikte yürüttükleri dava arkadaşlarının da istişari katkılarda bulundukları ortak birikimleri olarak görüyor, önemsiyor, son derece değerli ve anlamlı buluyorum.
Ama maalesef acı bir gerçeğin bizim kesim için neredeyse kader haline dönüşmekte olduğunu da hatırlatmak isterim; bizim ülkemizde, sürekli mücadele alanında olan, mesajı teorik olarak ifade etmekle yetinmeyip, inandıklarını, düşüncelerini sosyalleştirmek için meydanlara, toplumsal alanlara koşup inandığı değerlerin şahidliğini de üstlenen düşünce ve mücadele adamlarının kadri-kıymeti daha çok öldükten sonra anlaşılıyor. Yaşarken sosyal çabalar içinde olan, mücadele alanlarında sürekli ilkeli örneklikler sergileyen, ve mü’minlerin yapılanması, birlikteliği için çırpınıp sosyal şahidliği oluşturmaya çalışan, kısacası yaşadığı hayatı pratikleriyle anlamlandıran bu tür dava adamlarının; ya diğer cemaat ve öbeklerce rakip görüldükleri, ya ilkesel sapma ve savrulmalara karşı “emr-i bi’l mâruf ve nehy-i ani’l münker” sorumluluğunu yerine getirmekten imtina etmedikleri, ya da tavizsiz ve ilkeli duruşlarıyla bazılarını rahatsız ettikleri için; yahut da kendilerini fildişi kulelere çekip insanlara tepeden bakmadıkları, bilgiçlik taslamadıkları ve mü’mince tutumun doğal gereği olarak mütevâzi oldukları, bir takım gizemlerin arkasına saklanıp “mürid” tipli tâbilerince yüceltilmedikleri ve bu tür yüceltmelere de bizzat kendileri yine mü’mince bir hassasiyetle asla müsaade etmedikleri için, sonuçta ahde vefa ve kadirbilirlik açısından haksızlığa uğratıldıkları kanaatindeyim. Toplumsal plandaki eylemliliği terk ederek, İslami cemaatleşme çabalarının dışına çıkarak, bireysel köşesinde kitap yazanlar ise, cemaat çalışmaları içindeki diğer öbeklerce rakip olarak algılanmadıkları için dışlanmamakta ve ürettiği düşünce ve kitaplara da daha çok değer verilmektedir. Halbuki, kendisini tevhide nispet eden öbekler içinde yer alan mü’minlerin, istikameti koruyarak, vahyin ölçülerini belirleyici kılarak ve Resulullah’ın mücadele sünnetini esas alarak, vahyin ilk muhataplarının oluşturduğu ilk Kur’an neslini örnek alarak ürettikleri düşünceler, projeler ve mücadele pratikleri hepimizin ortak birikimimiz ve kazanımımız olarak değerlendirilip, mutlaka hep birlikte sahiplenilmesi ve geliştirilmesi gerekir. Bu ilkeli üretimi gerçekleştirilen, değerli çalışmayı ortaya koyan hangi tevhidi öbeğe mensup kardeşimiz olursa olsun, kendisi de ürettikleri de hepimizindir. Bu değerlerimizi, kolay yetişmeyen insanlarımızı kolay da harcamamalı, sağken sahiplenip takdir ve teşvik etmeli, hizip kardeşliği yerine İslam kardeşliğini inşa ederek kardeşlik hukuku içinde gösterilecek dayanışma ve ahde vefa zemininde yeni kardeşlerimizin de yetişmesini sağlayacak, moral veren, motivasyonu arttıran bereketli bir ortam oluşturmalıyız. Hasedin, kıskançlığın, bencilliğin ve hizipçiliğin çürütücü girdabından kurtularak, gerçek kardeşler olmayı başarmalıyız. Birbirimizi Allah için sevmeli ve akıdemiz, tevhidi mücadelemiz adına ortaya konan ilkeli düşünce ve çabaları ortak birikim ve kazanımlarımız olarak değerlendirip hep birlikte sahiplenmeliyiz.
Kitapların ana ekseni ve mesajı: Önemli tespit ve vurguları ortaya koyuyor
Söz konusu kitaplarda, öncelikle Türkiye coğrafyasındaki Müslümanların tevhidi uyanış süreci, bizzat içinde yaşayan bir şahsiyetin kaleminden çok net bir biçimde ortaya konmuş bulunuyor. Tarihsel süreçte yaşanan kırılmalar, vahiyden kopuş sonucu yaşanan savrulmalar, Kur’an terk edilerek iletilmiş değer ve ölçülere aykırı zeminlerde üretilen bid’at ve huafeler tespit ediliyor. Vahye aykırılığın kanıksandığı bu uzun tarihi süreçte heva ve zanna dayalı zeminlerde üretilen geleneksel birikim sorgulanıyor. Tevhidi sahih gelenek ile “atalar dini” haline dönüştürülen cahili gelenek/gelenekçilik ayrıştırılarak, Peygamberlerden ıslah önderlerine kadar yaşanan tevhidi geleneğin bugün yaşanan tevhidi uyanışın kökleri olduğuna dikkat çekilerek sahipleniliyor, gelenekçiliğin, vahye aykırı muharref geleneğin ortaya koyduğu tarihi birikimin ise reddedilmesi gerektiği vurgulanıyor. Tarihsel süreçte Kur’an belirleyici kılınmadan üretilmiş bulunan mezhebi, hizbi, kavmi taassuba dayalı anlayışların, iletilmiş değerler istikametinde sağlanmış bulunan vahdeti parçalayıp ayrılıklara yol açması ve bu yozlaşmanın sebepleri, sonuçları tahlil ediliyor.
Tarihsel süreçte “Kur’an terk edilmiş (mehcur) bırakıldığı” için ümmetin tevhidi niteliğini kaybetmesi sebebiyle düşülen zilletten kurtulabilmenin ve mü’min olabilmenin, mü’minlerin birliğini temin edebilmenin yolunun, yeniden Kur’an’a dönüş yapmaktan, vahyi belirleyici kılarak tarihsel birikimi sorgulayıp ayıklamaktan ve muharref geleneği terk ederek tevhidi geleneği sürdürmekten geçtiği tespiti yapılıyor. Ayrıca modernizmin, sekülerizmin İslam toplumlarını ele geçirip, İslam anlayışlarını dönüştürüp küresel kapitalizme eklemleme projelerine dikkat çekilip, Müslümanların bu dönüştürme, Protestanlaştırma, sekülerleştirme, ılımlılaştırma projelerine karşı vahyin ölçülerini ısrarla gündemleştirmek, sosyalleştirmek, tevhidi bilinci pekiştirmek suretiyle direnmeleri gerektiği ifade ediliyor. Kur’an’a dönüş çabalarının, emperyalist güçlerin de desteğini alan, İslam’ı bireysel hayatla sınırlama amacı güden “ılımlı İslam” gibi dönüştürme projelerinin tamamlayıcısı bir takım geleneksel ve modern hurafecilerce de engellenmek istendiği tespiti yapılıyor. Kur’an’ın belirleyiciliğindeki yeniden ıslah, ihya ve inşa çabalarının, geleneksel bid’at ve hurafeler yanında, ayrıca bir takım modern sapmalarla da engellenmek istendiği vurgulanıyor. Kur’an’ın ekonomik, sosyal, hukuki ve siyasi toplumsal hayatı çerçeveleyen naslarının, ahkâm ayetlerinin tarihe gömülüp bugünün şartlarında moderniteye uyumlu yeni hükümler ihdas edilebileceğini iddia eden tarihselcilik ve Kur’an’ın muhkem alanında bile herkesi bağlayan ortak hükümler çıkarmayı imkânsızlaştıran, Kur’anı herkese farklı şeyler söyleyen ve sonuçta hiç kimseye hiçbir şey söylemeyen bir kitap konumuna indirgemeye çalışan postmodern yaklaşımları öne çıkaran rölativizmin modern sapmalar olduklarına dikkat çekiliyor. İşte bu modern sapma ve saptırma fitnesine karşı da çok önemli tespit ve değerlendirmeler yapılarak, Kur’an eksenli ıslah çabalarının bütün bu geleneksel ve modern sapmalara karşı uyanık bir tutum ve direniş içinde olması gerektiği uyarıları yapılıyor.
Gelinen noktada, Allah’ın rızasını kazanmak amacıyla, tevhidi geleneğin bugünkü halkasını oluşturmak sorumluluğuna dikkat çekilerek, Allah’ın tarihe ve topluma son müdahalesiyle insanlığa iletilen Kur’an’ın ilk muhataplarının, Resulullah (s)’in önderliğinde ve şahidliğinde oluşturdukları ilk Kur’an neslinin örnek alınması suretiyle çağımızın Kur’an neslinin oluşturulması ve bu neslin öncülüğünde ümmetin vahiyle yeniden yapılandırılması ile ilgili akıdevi yükümlülüğümüz hatırlatılıyor. Bu amaçla, tevhidi uyanış sürecimizde yaşanan kırılmalar, yenilgiler, geriye dönüş ve savrulmalar bir özeleştiri çerçevesinde son derece ilkeli, ahlaklı bir üslupla ve komplekssiz bir tutum ve muhtevayla ortaya konuyor. Yaşananlarla ilgili doğru tespitler ve eleştiriler sonucunda, hasbi bir sorgulama çağrısı yapılarak, bu halden birlikte çıkmanın yolu olarak Kur’an nesli çabalarının akıdevi mutabakatlar çerçevesinde koordinasyonunun ve muvahhidler arası birlikteliğin önemine dikkat çekiliyor. Tevhidi öbeklerin ve bireylerin, bu hallerini kalıcılaştırmamaları gerektiği ve mü’minlerin vahdetine doğru adım atmaları sorumluluğu hatırlatılarak, akıde ve sabiteler alanındaki, din usulü hakkındaki, ed-din konusundaki birlikteliğin, tarihsel süreçte üretilmiş olanlarla değil, Allah tarafından iletilmiş bulunan vahyin ve onun uygulaması anlamındaki mütevatir sünnetin belirleyiciliğinde sağlanması gerektiği vurgulanıyor. Müslümanların son 30 yılda, ciddi bir takım savrulmalar, kırılmalar ve yenilgiler yaşasalar da, oldukça önemli kazanımlar da elde ettikleri, ciddi bir tecrübe, bilgi ve bilinç birikimine ulaştıkları ve bu birikimin önemli bir umut kaynağı oluşturduğu tespiti de yapılıyor. Buna rağmen, henüz topluma sunulacak, toplumu kuşatacak ciddi bir yapı ve cazibe merkezi olacak ilk örneğe mutabık bir model oluşturulamamış olması da, ayağı yere basan bir durum tespiti ve özeleştiri olarak gündeme getiriliyor.
Kitaplarda, İslami mücadele ve ümmetin vahiyle yeniden inşası yöntemi konusunda da önemli tespitler yapılıyor. İslami mücadelenin, akıdevi bir ıslahatı (devrimi) ve sonuçta toplumsal bir inkılâbı (değişimi) hedefleyen bir yöntemi esas alması gerektiği ifade ediliyor. İslami toplumun ve tevhidi adalet sisteminin oluşumu amaçlı mücadelenin yönteminin iktidar eksenli değil, toplumsal dönüşüm eksenli olduğu ortaya konuyor. İktidar eksenli yöntemlerin, şiddeti esas alan darbeci, tepeden inmeci boyutu ile demokratik boyutu üzerinde durularak bunların hem vahyin ölçülerine, hem de Peygamberler örnekliğinde ortaya konan sünnete uygun olmadığı vurgulanıyor. İslami adalet sistemine ve İslami iktidara ulaşmanın yolunun, İslami toplumu inşa etmekten geçtiğine dikkat çekiliyor. Bunun için de, vahyin mesajının davet ve eğitim çalışmalarıyla topluma yaygınlaştırılması ve vahyin şahidliğini yapacak Kur’an nesli öncülüğünde toplumun özündekini tevhidi istikamette değiştirmesine vesile olacak çabaların gerçekleştirilmesi icap ettiğine dair sünnetullah hatırlatılıyor (Radd 13/11).
Ancak yönteme dair, benim de katıldığım bu açıklamalara rağmen, biraz da “İslamcılık” kavramlaştırmasının içine kimi İslami duyarlılıklara sahip her kesimin demokratik iktidar arayışı da dâhil edildiğinden1 olsa gerek, laik demokratik parti yöntemiyle ile ilgili olarak kafaların netleşmesini sağlayacak belirgin bir hudut çizilemediği, demokratik bir çalışma ve iktidar arayışının İslami olmadığı ve akıdevi bir sapma oluşturduğu konusunda tam bir açıklık kazandırılamadığı gibi bir imaj doğmuştur.2 Çünkü, Milli Kalkınma Partisi, Demokrat Parti, MNP, MSP, RP, FP, SP ve AKP’ye kadar sistemle sorun yaşayan bütün “görece aykırı” laik demokratik partilerde yer alan ve kendini İslam’a nispet eden çevreler “Müslüman” olarak, bu laik demokratik partisel çalışmalar da Müslümanların “Partisel İslamcılık Deneyimi” olarak nitelendirilmiştir. (AKP ile partisel mücadelede İslamcılığın terk edildiği söylenerek bile daha öncekilerin İslamcı olarak anlaşılmasına yol açılmıştır) Yani Kur’an’ın belirlediği İslam akıdesinden uzaklaşmış, imanına şirk bulaştırmış kesimleri tanımlamak için, belki de tanımlama zorluğundan dolayı, hem “Müslüman” hem de “İslamcı” kavramı kullanılmıştır. Halbuki konu hakkında açılımlar, eleştiriler yaparken Hamza Türkmen kardeşimiz de bu yöntemin İslam dışılığı hakkında isabetli tespitler yapmış bulunmaktadır. Kanaatimce bu tür yanlış anlamaları engellemek için, laik demokratik yöntemle, İslami toplumsal dönüşüm yöntemi arasındaki farkın, akıdevi temelli ilkesel bir farklılık olduğu vurgusu biraz daha güçlü bir biçimde ifade edilmeli ve bu tür çevreleri tanımlamak için İslami kavramları kullanmaktan kaçınılmalıdır. Okuyucunun, laik demokratik yöntemi tercih edenlerin, hiç değilse kendi tercihleri çerçevesinde daha ilkeli ve ahlaklı bir tarzı benimseyip, halkı özgürleştirme ve görece adaleti temin etme vaadlerine sadakat göstermeleri halinde sanki meşruiyet kazanacaklarmış gibi bir algıya ulaşmasının önünü tam anlamıyla kesecek net ilkesel çizgiler ortaya konmalıdır.
“İslamcı” ve “İslamcılık” Yerine, “Müslüman” ve “Müslümanlaşma” Kavramlarını Kullanmak Daha Doğru Olmaz mı?
Muhtevasında çok önemli tespit, değerlendirme ve uyarılara yer verilen bu kitapların şahsen bana en soğuk gelen, bir türlü içime sinmeyen yanı, “İslamcı” ve “İslamcılık” kavramlarının maslahaten ya da zarureten de olsa içselleştirilmesi, sahiplenilmesi ve tevhidi doğrularımızın bu kavramlar üzerinden savunulması olmuştur. Öteden beri İslamcı ve İslamcılık kavramlarını bir türlü kabullenemedim ve kendimi bu kavramlarla tanımlamayı içime sindiremedim. Mâdemki biz, Kur’an’ı belirleyici kılarak içinde yaşadığımız toplumu kendimizden başlayarak vahyin ölçü ve ilkeleri istikametinde dönüştürmek ve çağımızın Kur’an toplumunu inşa etmek ve tevhidi ümmeti vahyin ölçüleriyle yeniden yapılandırmak istiyoruz, o halde kendimizi vahyin özgün kavramlarıyla tanımlamalı, kimliğimizi ve ilkelerimizi bulandıracak üretilmiş geleneksel ve modern değer, ölçü ve kavramlardan uzak durmalıyız diye düşünüyorum. Bu konuyu yazmamın sebebi, bu yaklaşımımı tartışmaya açmak ve böylece konunun olgunlaşmasına, sahih bir sonuca ulaşmasına vesile olmaktır. Ayrıca, bu yaklaşımımda isabet edip etmediğim hususunda yapılacak istişare ve katkılar sonucunda, bu önemli konuda ortak aklın ulaşacağı sonucun Hamza Türkmen kardeşime kitabın ikinci baskısından önce bir ışık tutmasına vesile olmaktır.
Aslında Hamza Türkmen kardeşim de, bu kavramları zaruret sebebiyle kullandığını ifade etmektedir. Daha “Türkiye’de İslamcılık ve Özeleştiri” kitabının “Giriş” bölümünün ilk cümlesinde “İslamcılık tartışmalı bir kavram” diye başlayan Türkmen, bazı Müslümanların “İslamcılık” kavramının, mü’minlerin kimliğini ve Kur’an’da gösterilen özelliklerini yeterince ifade etmeyeceğini belirttikleri tespitini yapmaktadır. Ancak yerel ve küresel egemenlerin ise İslamcılığı, modernizme ve Batılı yaşam tarzına karşı itiraz bilincini yaşatan Müslümanların tutumunu ifade etmek için kullandıklarına dikkatleri çekmektedir. Türkmen, söz konusu eserinde, İslamcılığın köklerine yönelik araştırması sonucunda da, doğrudan “İslamcılık” tanımlamasına rastlayamamıştır. Tarihsel süreçteki ıslah ve ihya çabalarında da, İbn Teymiye’den Muvahhidler hareketinin önderi İbn Tümert’e, Osmanlıdaki Kadızadeler hareketinden Hicaz’daki Muhammed Abdulvahhab’a, Hindistan’daki Şah Veliyullah Dehlevi’den Muhammed Abduh’a kadar “İslamcılık” kavramının kullanıldığına rastlanmamıştır. “İslamcılık” kavramı çok yeni dönemde üretilmiş modern bir kavramdır. Hamza Kardeşim de, Said Halim Paşa’nın “İslamlaşmak”, Cemaleddin Afgani’nin “İttihad-ı İslam”, Hayrettin Karaman’nın “İslamlaşma” kavramlarını kullandıkları, Babanzade Ahmet Naim’in ise “İslamcılık” ifadesinin kullanımına karşı çıkarak “İslamcı” kavramının Müslüman demek anlamına gelmediğini belirttiği tespitinde bulunmuştur.3 Ayrıca “İslamcılık” kavramının, Batılılaşmaya, kapitalizme, modernizme karşı İslami uyanış ve direniş çabalarını, İslam’a ait değerleri korumaya çalışan Müslümanları nitelemek ve suçlamak amacıyla, tıpkı “radikal İslam”, “fundamentalist İslam” gibi, İslam karşıtı Batılı emperyalistlerce, Batıcı, laik ve ulusçu unsurlarca kullanılan bir kavram olduğunu da vurgulamıştır. Bu kavramın içeriğinde çıkarcılığın, ulusalcılığın da yer aldığını ifade eden Türkmen, birbiriyle çelişkili birçok anlayışın kendisini bu kavramla tanımladığını ya da dışardan birilerinin akıdevi farklılıklar arz eden değişik anlayışlar için bu kavramı kullandığını açıklamıştır. Bu bağlamda, “İttihat Terakki İslamcılığı”, “Anadolu İslamcılığı”, “Osmanlı İslamcılığı”, “Türkiye İslamcılığı”, “Din temelli İslamcılık”, “Çıkar amaçlı İslamcılık”, “Evrensel İslamcılık” gibi hem Hakkı hem de Bâtılı kastetmek üzere birçok tanımlamaya gidildiği de ortaya konulmuştur. Bu sebeple dışardanlığı ifade etmek üzere çoğu kere tırnak içinde yazılan bu kavram, bazen de kabullenilip meşru tanımları yapılarak savunulmakta, içselleştirilmektedir.
Hamza Türkmen kardeşim, bu tespitlerin yanında şu ifadelere de yer vermiştir: “ ‘İslamcılık’ eğer İslami faaliyetleri ifade etmek için kullanılan bir terimse, ‘İslami hareket’ terkibi gibi benimseyerek kullanacağımız bir kavram olabilmesi için, içeriğinin yeniden tanımlanması gerekecektir. Zira İslamcılık, sadece İslami duyarlılık değildir. Muhalif İslamcı vardır, iktidardaki İslamcı vardır, Şii İslamcı vardır, selefi İslamcı vardır, kralcı ve totaliter İslamcı vardır, demokrat İslamcı vardır, ümmetçi İslamcı vardır, milliyetçi İslamcı vardır.”4 İşte bu tespitlerden de anlaşılmaktadır ki, geleneksel, modernist, demokrat, ulusalcı, milliyetçi, kralcı, mezhepçi birçok sapma “İslamcılık” kavramı içinde yer almaktadır.
Bütün bu tespitlerden sonra Hamza kardeşimin, böylesine eklektik ve dışardan üretilmiş bir kavramın reddedilmesi gerektiğini söylemesini beklememiz gerekirken, muhalif Müslümanlarca, ayrıştırıcı ve tasnif edici özelliği dolayısıyla bu kavramın genellikle hoşgörüyle karşılandığını da ifade ederek, bir bakıma zarureten kavramı kullanma taraflısı bir tutum içine girdiği görülmektedir. Bu sebeple de Türkmen, İslam adına ortaya konan çabalar illâki “İslamcılık” olarak vasıflandırılacaksa, (böyle bir zorlamaya niye gerek duyulsun ki-MP) “Tevhidi mücadele süreci” için kullanılan İslamcılığın özgün bir tanımlamayla diğer sapkın tanımlardan ayrıştırılması gerektiğini ve bu çizgiyi “evrensel” ya da “Islahatçı” İslamcılık kavramlarıyla tanımlamanın daha açıklayıcı ve belirleyici olacağını ifade etmektedir.5 “İslam’dan anlaşılanı, kişiliğimizde ve sosyal hayatta hâkim kılma, iktidara taşıma özlem ve duyarlılığı ile gösterilen çabalara, en genelde İslamcılık denilebilir. Bu tanım çerçevesinde İslamcılık, İslami bilinç ve nitelikten önce, İslami duyarlılığın ifadesidir”6 diyen Hamza Türkmen kardeşime teklifim, bu kavramı tevhidi mücadele süreci için kullanmamaktır. Müslümanlık ve mü’minlik kavramının gerektirdiği tevhidi inanca, iman-amel bütünlüğü içinde vahyi hayatın bütün alanlarına hâkim kılmayı hedefleyen Kur’an ile cihada yönelmemiş olan eklektik, şirke bulaşmış, ancak kimi İslami duyarlılıklara da sahip çevrelerin parça İslami unsurları gündemleştirme çabalarına, sistem içi ilkesiz demokratik mücadelelerine “İslamcılık” dense de, tevhid davasının bütüncül mücadelesini sürdüren ıslah ve ihya çizgisinin müntesiplerine sadece Allah’ın Kur’an’da verdiği Müslüman ve mü’min ismini, yaptıkları mücadeleye de yeniden Müslümanlaşmak, Kur’an toplumu oluşturmak, tevhidi davet, tevhid ve adalet mücadelesi gibi nitelendirmeleri uygun ve yeterli görelim. Aslında, aslı Allah’ın dinin adı olan İslam’dan türetilmiş “İslamcılık” kavramın tüm anlayışlar için kullanımına da karşı çıkalım ve hiçbir gerekçeyle gündemimize sokmayalım. Kendimizi de, ötekini de Kur’ani ölçü ve kavramlarla tanımlamada ısrarcı olalım. Toplumsal dönüşüm de, ancak Kur’ani ölçü ve kavramların gündemleşmesi ve nefisleri dönüştürmesiyle gerçekleşmeyecek mi?
Rabbimiz Kur’an’ın bir çok ayetinde bizi “Müslüman” olarak, bizim için seçtiği dini de İslam olarak tanımlamışken, hangi zaruret veya maslahattan kaynaklanırsa kaynaklansın bizim başka isimlere ihtiyaç duymamız makul ve doğru değildir. Her şeyden önce “İslamcılık” Kur’ani olmayan bid’at bir kavramdır. Bu kavram çağımızın muvahhidlerini, Müslümanlarını, bugünün Kur’an neslini tanımlayacaksa, vahiyle konulan adımıza aykırı, ilk Kur’an nesli ve sonraki nesillerin de kullanmadığı bu kavramı kullanmayı neden zorluyoruz ki? Kur’an’da “Allah, bundan önce ve bunda (Kur’an’da) size "Müslüman" ismini vermiştir. Peygamber size şahit olsun, siz de insanlığa şahit olun diye. Öyleyse namazı kılın, zekatı verin, Allah’a sımsıkı bağlanın. Sizin Mevlânız O’dur. O, ne güzel Mevlâ ve ne güzel yardımcıdır !..” (Hacc 22/78) hükmü yer almaktadır. Rabbimiz bu ayetiyle, Peygamber (s) bize şahid olsun biz de diğer insanlara şahid olalım diye bize geçmiş kitaplarda olduğu gibi bu son kitapta da “Müslüman” ismini verdiğini bildirmektedir. Bir başka ayette Allah katında din olarak sadece İslam’ın kabul edileceği açıkça ifade edilmektedir. Allah bize “İslamcı” ismini değil “Müslüman” ismini, din olarak da “İslamcılığı” değil tevhid dini olan İslamı seçmiştir ve vahyin ilk muhataplarıyla sonraki ihya ve ıslah çizgisinin, tevhidi geleneğin müntesipleri de kendilerini sadece bu kavramlarla tanımlamışlardır.
“Hiç şüphesiz din, Allah katında İslam'dır” (Ali İmran 3/19). “Kim İslam'dan başka bir din ararsa asla ondan kabul edilmez. O, ahirette de kayba uğrayanlardandır.” (Al-i İmran 3/85) “Allah kimin gönlünü İslam'a açmışsa, o, Rabbi katından bir nur üzere olmaz mı? Kalbleri Allah'ı anmak hususunda katılaşmış olanlara yazıklar olsun; işte bunlar apaçık sapıklıktadırlar.” (Zümer 39/22)
Rabbimiz, “… Bugün size dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam'ı seçip-beğendim.” buyurmuş ve “Kitap verilenler(in), ancak kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki ‘kıskançlık ve hakka başkaldırma’ (bağy) yüzünden ayrılığa düştüklerini” (Maide 5/3) hatırlatarak dinde (İslam ve Müslüman kavramlarının içeriğinde), (bu isimleri açıklayan) içeriğini belirleyen ilme rağmen ayrılığa düşmemeye çağırmıştır. Bunun, bugünkü konumuzla bağlantı kurarak ifade edecek olursak, aynı zamanda bu Kur’ani kavramların yerine anlamı tartışmalı başka kavramları ikame ederek ayrılık çıkarmamak çağrısını da kapsadığını ilave edebiliriz sanıyorum. “Doğrusu tevhid dini olan Müslümanlık, bir tek din olarak sizin dininizdir ve Ben de Rabbinizim, artık Bana kulluk edin. Ama insanlar, din konusunda aralarında bölüklere ayrıldılar, hepsi Bize döneceklerdir.” (Enbiya 21/92-93)
Allah İslam ve Müslüman kavramlarının yerine başka kavramların ikame edilmesi ve tevhid dininde tahrifat yapmak suretiyle üretilen Yahudilik ve Hıristiyanlık dinlerini “İbrahimi din” olarak tanımlayanları da ve “ataları İbrahim’in dini”nde olduklarını iddia eden müşrikleri de yalanlamakta ve İbrahim (s)’ın, Yahudi, Hıristiyan ya da müşrik olmadığını, sadece Hanif (muvahhid) bir Müslüman olduğunu vurgulamaktadır. Ve onlara bu iddianızda samimi iseniz siz de Müslüman olun çağrısı yapılmaktadır. “İbrahim, ne Yahudi idi, ne de Hıristiyandı: ancak, O hanif (muvahhid) bir Müslümandı, müşriklerden de değildi” (Al-i İmran 3/67). Bu ayetle İslam ve Müslüman isminin Kur’ani muhtevasıyla mü’minlerin kendilerini tanımlayacakları özgün kavramlar olarak yeterliliğine ve başka üretilmiş kavramlara sığınmamaları gerektiğine dikkat çekilmektedir. Bugün bizler de, kendisini İslam’a nispet eden insanlara, Müslüman olma iddianızda samimiyseniz, İslam’ın akıde ve ölçülerini belirleyen Kur’an’a tabi olmalısınız çağrısını yapmalıyız. Yani insanları “İslamcı” olmaya değil Müslüman olmaya çağırmalıyız. Rabbimiz, “Allah'a davet eden, salih amel işleyen ve : ‘Ben gerçekten Müslümanlardanım’ diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?” (Fussilet 41/33) muhtevalı bir soru tevcih ederek, iman amel bütünlüğünü kapsayan İslam ve Müslümanlık kavramlarıyla kendilerini tanımlayıp tevhidi davet ve şahidlik görevini yerine getirerek “ben Müslümanlardanım” diyenlerden daha güzel sözlü hiç kimsenin bulunmadığını açıkça ifade etmiştir. Peygamberlere “Bana mü'minlerden olmam emredilmiştir." (Yunus 10/104) dedirtilmiş ve davet de mü’min olmaya çağrı şeklinde gerçekleştirilmiştir. İşte bu uyarı, teşvik ve yönlendirmeler üzerinde düşünmeliyiz ve “İslamcıyız” yerine onurlu ve ilkeli bir biçimde ısrarla -en güzel söz olan- “Ben gerçekten Müslümanlardanım” ve “bana mü’minlerden olmam emredildi” demeliyiz. Tevhidi geleneği oluşturan ve hiçbirisi kendini “İslamcı” olarak tanımlamayan bütün Peygamberlerin, ilk Kur’an neslinin ve tüm ıslah önderlerinin yaptığını yaparak, kendimizi sadece Kur’ani özgün kavramlarımızla tanımlamalı, insanları “İslamcı olmaya” değil, İslam dinine, Müslüman ve mü’min olmaya, tevhid inancına çağırmalıyız.
İslam karşıtları, Allah’ın ayetlerinin düşmanları, başörtüsüne “türban” adını taktılar, kendi uydurdukları bu kavram üzerinden başörtüsü reddiyeciliği yaparak Allah’ın ayetiyle savaşa kalkıştılar. Onlar, “türban”la tam da bizim başörtümüzü kastettikleri halde, biz, “madem siz muhteva olarak başörtüsünü kastediyor ve ‘türban’ yasakçılığı adı altında başörtüsünü yasaklıyorsunuz ve madem ‘türban’ ifadesi artık medyada ve hatta Müslüman kamuoyunda oldukça kabul de gördü, o halde biz de artık ‘türban’ ifadesini benimsiyor ve yasağa karşı mücadelemizi ‘türban’ savunuculuğu, ‘türban’a özgürlük adı altında sürdüreceğiz” demiyoruz, tam tersine ısrarla Kur’an’ın (hımar) başörtüsü kavramına sahip çıkıyoruz. Şüphesiz doğrusu da, ilkeli olanı da budur.
Tıpkı bunun gibi, bizim tevhidi İslami mücadelemizi, “ey iman edenler iman edin” ayeti ışığında imana bulaşmış şirk ve zulümlerden arınarak yeniden Müslümanlaşma ve İslam ümmetini Kur’an neslini inşadan başlayarak vahiy ekseninde yeniden yapılandırma ve bu bağlamda yerel ve küresel tağutlara, emperyalizme, zorbalığa, küfre, şirke, ifsada karşı tevhid adalet ve özgürlük eksenli ıslah çabalarımızı, düşmanlarımız “İslamcılık” olarak tanımlayıp, bu uydurdukları kavram üzerinden bize saldırıya geçtiler diye, bizim bu kavramı benimseyip bunun üzerinden bir savunma ve düşmanımızın tanımladığı kavramlarla mücadele gerçekleştirmemiz ilkeli ve özgün duruşumuzla bağdaştırılamayacak bir tutumdur diye düşünüyorum. Ayrıca “İslamcılık” “İslami hareket” terkibinde olduğu gibi sosyolojik bir tanımlamaya elverişlilik açısından da mazur görülemez kanaatindeyim. Çünkü İslami hareket terkibindeki “İslami” kavramı özgündür. İslamcılık ise İslam kavramının bozulması suretiyle dışarıdan üretilmiş bir kavramdır. Batılılar Müslümanlara “Muhammediler” adını taktığı halde Müslümanlar bu kavramı benimsememiş ve kavram tutmamıştır. Düşmanlarımız olan Batılı ya da Batıcıların ürettikleri kavramları benimseyerek işlerini kolaylaştırmamalıyız. Yapılan İslamcılık tanımından kastettikleri bizim tevhidi anlayışımız ve Kur’an neslini inşa mücadelemiz ise, onlara kastınız buysa bu İslam’dır diyerek biz İslamı savunmalıyız, İslamcılığı değil. “İslamcılığı”mızı açıklamak ve diğer sapkın çeşitlerinden ayrıştırmak için bu kadar çok açıklama yapmakla uğraşacağımıza, tüm enerjimizi ve mücadele potansiyelimizi, doğrudan Kur’an’ın getirdiği tevhid dini İslam’ın ne olduğunu vahyin ölçüleriyle anlatmaya ve hedeflediğimiz Kur’an toplumunu inşa etmeye yoğunlaştırmalıyız.
İslam, Müslüman ve Müslümanlık gibi Kur’ani kavramlara da bir takım ekler getirilerek, “Ilımlı İslam”, “Liberal İslam”, “Sosyalist İslam”, “Sivil İslam”, “Resmi İslam”, “Siyasal İslam”, “Radikal İslam” vb bid’at kavramlaştırmalara gidilerek Allah’ın tevhid dini İslam saptırılmaya çalışılsa da, İslam, Müslüman ve Müslümanlık kavramları, “İslamcılık” gibi üretilmiş olmayıp Rabbimizce belirlenmiş iletilmiş özgün kavramlarımız oldukları için hem savunulması kolay, hem sahiplenilmesi ilkeli ve onurlu bir hal oluşturur, hem de özgün kavramlarımızı korumak ve gündemleştirmek her türlü çaba ve fedakârlığa değer.
Hamza Türkmen kardeşimizin ifadesiyle, “saf ve net bir tanımı içeren ‘Müslüman’ kavramının ‘muvahhid’, ‘gerçek’, ‘tevhidi’, ‘bilinçli’ gibi sıfatlarla kullanılması, kitleler nezdinde anlam kaymasına uğrayan değerini düzeltme kaygısı taşıyordu”.7 Kanaatimce bu tür bir sıfat ekleyerek İslam, Müslüman ve Müslümanlık anlayışımızı yaygın yanlış anlayışlardan ayırmak çabası göstermek bile, kendimizi üretilmiş modern “İslamcılık” kavramıyla tanımlamamızdan daha evlâdır. Üstelik “İslamcılık” kavramının da yukarıda alıntılanan pek çok şirke bulaşmış tanımının olduğunu ve bunlardan kendi “İslamcılığımızı” ayırmak için sürekli özgün bir tanımlama çabası içinde olmamız gerektiğini yine Hamza Türkmen kardeşimiz ifade etmektedir. O halde aynı ayrışma ve özgün tanımlama çabasını neden üretilmiş bir kavram üzerinden yapalım, doğrudan Kur’ani özgün kavramlarımız olan İslam, Müslüman, Müslümanlık ve İslami tevhidi mücadelede ısrar ederek bunları Kur’ani boyutlarına oturtmaya ve bu kavramlara zaten aşina ve bağlı olan insanlarımızı bu kavramların sahih içeriğiyle tanıştırmaya yoğunlaşalım. Tarihsel durum tespiti olarak, içerden ve dışardan gerçekleştirilen, değişik siyasi, düşünsel, entelektüel ve oryantalist çabalar sürecinde üretilen “İslamcılık” kavramını tahlil etmek, eleştirmek ve uyarılarda bulunmak üzere kitaplarımızda işlemek tabii ki mümkündür. Kanaatimce yapmamamız gereken, bu kavramı içselleştirerek kendimizi ve tevhidi ıslah çabalarımızı da bu tür üretilmiş kavramların dar, değişken, kaotik ve eklektik sınırları içine sokmaya çalışmaktır.
Nitekim Hamza Türkmen kardeşimiz de “İslamcılık” kavramını zarureten kullanmasına rağmen, “Müslümanlar için İslam ve Müslüman tanımları yeterlidir”8 doğru tespitini kitabında ortaya koymuş bulunmaktadır. Ben de, kardeşimin en azından sosyolojik bir tanım olarak meşru gördüğü “İslamcılığın” içeriğiyle ilgili olarak yaptığı özgün tanımı aynen kabul etmekle beraber, bunun adı kendisinin de tespit ettiği gibi İslam, Müslümanlık ve İslami tevhidi mücadeledir diyorum. O halde, “İslamcılık” gibi üretilmiş kavramlarla bu Kur’ani kavramlarımızı gölgelemeyelim, kafaların karışmasına, bilinçlerin bulanmasına yol açmayalım diyorum. Kur’ani özgün iletilmiş kavramlarımızın üzerine titreyelim ve onların hiçbir gerekçeyle üretilmiş kavramların eklektik içerikleri içinde hırpalanmasına müsaade etmeyelim diyorum.
“İslamcı”, “İslamcılık” yerine İslam, Müslüman ve Müslümanlaşma kavramlarını Kullanmamız Gerektiği Hakkında Son Değerlendirme
1 - Her şeyden önce bilinmelidir ki, üretilmiş tanımlar ve vahye dayalı olmayan uydurulmuş isimler, saptırılmaya daha müsait kavramlaştırmalardır. Üstelik saptırıldıklarında, sizi rahatsız edecek içeriklerle ifade edildiklerinde, sahih Rabbani bilgiyle belirlenmiş aslı bulunmadığı için düzeltilme, “aslı o değil budur ve delili de şudur” deme imkânı da yoktur. “İslamcılık”, madem ki Hamza kardeşimin de yetkin araştırması ve doğru tespitleriyle ortaya koyduğu üzere, bu kadar bulanık ve eklektik, içine her türlü şirk anlayışının doldurulduğu, herkesin kendine göre tanımlama seyyaliyetini kolayca bulduğu bir kavramdır, o halde bizim içine sığmamız mümkün olmayan bu tür bir kavrama kendimizi dahil etmek için neden bu kadar çaba gösteriyoruz?
2 – İslam, Müslüman, Müslümanlık, Müslümanlaşma, tevhid, muvahhid gibi kavramlar ise, Kur’an’da yer alan, içeriğini vahyin belirlediği ve bunlar yerine üretilmiş başka kavramları kullanmamayı da yine bir bakıma vahyin uyardığı, özgün ve kendimizi tanımlama ve tanıtmamızda yeterli kavramlardır. Kur’an’da tanımlanıp, içeriği vahiyle ve vahyin uygulaması olan sünnetle belirlenmiş bulunan bu kavramlar, hem kendisini İslam’a nispet eden geniş kitlelerce en azından zahiren tanınan ve rahatsız olunmayan, genelde reddedilmeyen ve sevilen kavramlardır. Bu sebeple, içeriklerinin ve tanımlarının herkesçe başka tarafa çekilmeleri de daha zor olan, saptırılmış, içi boşaltılmış ya da heva ile yeniden belirlenmiş tanımlarının yanlışlığının ortaya konması da daha kolay olan kavramlardır. Çünkü, toplumun şeklî ve yüzeysel olarak da olsa, kendisini İslam’a nispet edip Müslüman olduğunu söylemesi ve Kur’an’ı bu dinin kutsal kitabı olarak kabul edip ona karşı saygı ve bağlılık duyguları taşıyor olması, bu kavramların vahyi ölçüler içinde yerli yerine oturtulması çabalarımızı kolaylaştırıcı bir potansiyel imkân olarak önümüzde durmaktadır. Kendisini Müslüman olarak niteleyen, ancak Kur’an’ın gerektirdiği şartları haiz olmayan, yani haliyle İslam ve Müslümanlık kavramlarının içini boşaltmış ya da yanlış tanımlama konumuna sürüklenmiş insanlara, madem ki “Müslümanız ve bu dinin kitabı da Kur’an’dır” diyor ve buna inandığımızı söylüyoruz, o halde geliniz tahrif edilmeden korunmuş bulunan Kur’an’ın evrensel hükümlerine başvuralım diyebiliriz. Müslümanlığın Kur’an’da nasıl tanımlandığını, Müslüman olmak için nelere iman edip, neleri reddetmemiz ve hangi sâlih amelleri yerine getirip, hangi münkerlerden uzak durmamız gerektiğini bu dinin kitabı olan Kur’an’dan öğrenelim diyerek, söz konusu Kur’ani kavramları özgün anlamlarıyla tanıtma ve kabul ettirme imkânımız ve böylece tartışmalara son noktanın konmasını sağlayacak bir kaynağımız vardır. Aslı üretilmiş ve herkesin kendisine göre tanımlamada daha rahat hareket ettiği kavramlar alanında ise aynı imkânlara sahip değiliz. Üstelik özgün olmayan bu tür kavramlar alanında, bize uymayan tanımlamalar sebebiyle sürekli böyle bir düzeltme çabasıyla meşgul olmak zorunda kalmak da anlamsızdır.
3 – Ayrıca, davetimizin muhatabı olan insanların, kendilerini İslam’a nispet edip Müslüman olarak tanımlıyor olmaları, bu insanlara davetimizi ulaştırmak bakımından, kendimizi nispet ettiğimiz Müslümanlığı Rabbimiz Kur’an’da şöyle tanımlıyor, iman ve amellerimizin esaslarını şu içerikle belirliyor demek imkânı sağlayarak önemli bir avantaj da oluşturmaktadır. Ancak biz kendimizi “İslamcı” olarak tanımlayıp insanları “İslamcılık” yapmaya çağırma pozisyonuna düştüğümüzde, daha baştan davetin muhataplarıyla aramıza suni engeller inşa ederek daveti zorlaştırmış olacağız. İnsanlar, ben zaten Müslüman’ım, Kur’an’da da Müslüman olmamız isteniyor, o halde bu yeterlidir, ayrıca bir de “İslamcı” olmam gerekmez diyerek, gerçek İslam ve Müslümanlıkla buluşma imkânından mahrum kalabileceklerdir. Aslında daha başlangıçta itici bir imajı olan bu bid’at kavram, ayrıca dini temsil etmekten ziyade dinin ideolojiye indirgenmesi şeklinde algılanmaya da müsait olduğundan, tevhidi davetin önünü kesmek isteyen geleneksel ve modern cahiliye taraftarlarınca da bu husus istismar ve propaganda edildiğinde, İslami tevhidi uyanışın gecikmesine sebep olabilecek bir potansiyel tehlike olarak önümüzü sürekli tıkayabilecektir. Halbuki, kendisini İslam’a ve Müslümanlığa nispet edenler, kurtuluşa erebilmek için Müslüman ve mü’min olmak gerektiğini peşinen kabul ettikleri için, bu insanlara söz konusu kavramların içini vahiyle doldurmak suretiyle İslam’ın ne olduğunu anlatmaya teşebbüs etmek daha tesirli bir yöntemdir. Ancak bu insanlara, kurtuluşa ermek için “İslamcı” olmaları gerektiğini hem anlatmak kolay değildir, hem de vahyin ölçüleri, peygamberlerin sünneti çerçevesinde değerlendirildiğinde anlamsız ve gereksiz bir çabadır. Müslümanlaşma gündem yapıldığında ise, insanları düşündürecek, mevcut halin Müslümanlık olmadığına dair uyarıcı bir tesir de bırakacaktır. Kimse kolay kolay, “İslamcılık” için söylediğini söyleyemeyecek, Müslümanlaşmaya ne gerek var diyemeyecektir. Zaten Hamza Türkmen kardeşimin de meşru anlamda “İslamcı” ve “İslamcılığa” yüklediği anlam vahyin belirlediği İslam, tevhid, Müslümanlık ve Müslümanlaşma kavramlarıyla örtüşen bir içeriğe sahip olduğuna göre, doğrudan özgün kavramlarımız öne çıkarılmalı, diğerleri terk edilmelidir.
4 – Merhum Mevdudi de dirayetle yaptığı mücadeleyi, Müslüman olduğunu iddia edenleri “Müslüman olmaya” çağrı olarak tanımlıyor ve “Gelin Müslüman Olalım” adıyla yayınladığı kitabı Türkiye’de ilk yayınlandığında hemen yasaklanıyordu. Aynı şekilde, merhum şehidimiz Seyit Kutup da, kendisini Müslüman zanneden insanları Kur’an’a ve Kur’an’ın teklif ettiği anlamda Müslüman olamaya, ilk Kur’an neslinin oluşturduğu örnekten hareketle vahyin ölçüleriyle çağın Kur’an neslini, Kur’an toplumunu oluşturmaya çağıran “Yoldaki İşaretler” kitabını kaleme aldığı için idam edilmiş, kitabı Türkiye’de ilk yayınlandığında yasaklanmıştır. Bu hususları Hamza Türkmen kardeşim de kitabında değerlendirmiş ve doğru bir tutumla, Kur’an neslini yeniden inşa etme fikrini, önümüzü aydınlatan, ümmeti zilletten kurtaracak bir proje olarak sosyalleştirmeyi önermiştir. Bu örneklerden de anlaşılmış olmalı ki, tağuti sistemler bile İslam’a ve halka yabancı “İslamcılık” kavramından ziyade, insanların şok edici bir Kur’ani içerikle Müslüman olmaya davet edilmesinden rahatsız oluyorlardı. Zaten Müslümanları halktan koparmak, davetin önünü kesmek amacıyla “İslamcılık” kavramını tevhidi daveti yaymaya çalışan Müslümanları karalamak, suçlamak amaçlı olarak bizzat Batılı ve yerli tağuti sistemler ve onların payandası Batıcı entelektüeller de kullanıyorlardı. Böylece aslında kurnazlık yaparak bir taşla birçok kuş vurmuş oluyorlardı. Bir yandan, İslam’ın ve Müslümanlığın Kur’an bütünlüğü içinde doğru algılanıp, hayatın bütününü kuşatıcı anlamda yaşamlaştırılması, Kur’an toplumu ve İslami adalet sisteminin inşası çabalarını, kendilerinin içeriğiyle istedikleri gibi oynayabilecekleri bir kavram olan “İslamcılık”la damgalayıp halka yabancılaştırıyorlardı. Diğer yandan da “İslamcılığa” yönelttikleri eleştirileri ve saldırıları, baskı ve zulümleri, İslam’a ve Müslümanlığa değil de, ideolojileştirilmiş insan üretimi bir versiyonuna karşı yapılmış gibi göstererek, halkı aldatmaya ve bu tür saldırılara haklılık kazandırmaya çalışıyorlardı. Bu sebeple de, “İslamcılığı” eleştirip hedef yapanlar, İslam’ı ve Müslümanlığı hedef yapanlar kadar tepki almamışlardır.
O halde Hamza Türkmen kardeşim ve hepimiz, onun değerli eserlerinde yetkin bir biçimde işlediği üzere “Kur’an neslini” ya da “Kur’an toplumunu” vahyin ölçülerini esas alarak ve ilk örnek neslin uygulamalarından çıkarılacak ilkeleri bugüne taşıyarak, bu özgün projemiz üzerine yoğunlaşmalıyız. Vahye göre aslı budur deme imkânı olmayan, davetçileri kendini Müslüman olarak niteleyen halklara da yabancılaştıran, kafa karıştırarak ve özgün kavramlarımızı ikinci plana iterek işimizi zorlaştıran ve bizi halktan kopuk bir entellektüelizmin içinde boğmaktan başka işe yaramayacak olan “İslamcılığı” vb uyduruk eklektik kavramları terk edip, kendi özgün kavramlarımızı gündemleştirerek, içinde yaşadığımız toplumun Müslümanlaşmasına vesile olacak tevhidi davet, eğitim, şahidlik, adalet ve özgürlük çabalarımızı ısrarla sürdürmeliyiz.
5 – “İslami hareket” kavramı, İslam ve Müslümanlık yerine değil ama örgütlü İslami mücadeleyi ifade etmek üzere üretilmiş ve daha ziyade içerden bir kavramlaştırma olduğu ve neredeyse 20. yüzyıla damgasını vurduğu, üzerine pek çok makale ve kitaplar yazıldığı halde bugün neredeyse unutulmuş bir durumdadır. Üretilmiş kavramların ulaşacağı son budur. Bir gün aşılacak, unutulacak ve tarihin tozlu sayfalarına terk edileceklerdir. İslam, Müslüman, muvahhid, mü’min vb Kur’ani kavramlar ise, Kur’an var oldukça kıyamete kadar geçerliliklerini koruyacak evrensel ve kalıcı kavramlardır. “İslamcı” ve “İslamcılık” kavramları ise, doğrudan Müslüman, muvahhid ve İslami tevhidi mücadele yerine ikame edilen kavramlar olarak, hem bir tahrifata yol açabilme potansiyeli taşıyorlar, hem de bir süre sonra bu kavramlarda aşılıp, unutulacaklardır. O halde bu tür belli maksatlarla üretilmiş ve unutulmaya mahkûm geçici kavramlarla kendimizi tanımlamaktan, evrensel davamızı bu tür yerel ve geçici kavramların içine sığdırmaya çalışmaktan uzaklaşıp, ısrarla iletilmiş ve korunmuş özgün, evrensel ve kalıcı Kur’ani kavramlarımızla kendimizi tanımlamayı ve ifade etmeyi tercih etmeliyiz.
Dipnotlar:
1- Hamza Türkmen, Türkiye’de İslamcılık ve Özeleştiri, sh: 21,“Partisel İslamcılık Deneyimi” bölümü.
2- Hamza Türkmen, age, sh. 29 “Müslümanlar ve İlk Partisel Mücadele Teşebbüsleri”, sh. 52 “Milli Nizam Partisi ve Geleneği”, Sh. 133 “Partisel Mücadelede İslamcılığın Terk Edilişi” gibi başlıklar altındaki bölümlerde bu tür tanımlamalar yer alıyor.
3- Hamza Türkmen, “Türkiye’de İslamcılığın Kökleri”, sh. 159 vd.
4- Hamza Türkmen, Türkiye’de İslamcılık ve Özeleştiri, sh. 13
5- Hamza Türkmen, Türkiye’de İslamcılığın Kökleri, sh. 177
6- Hamza Türkmen, age, sh. 161
7- Hamza Türkmen, age, sh. 51
8- Hamza Türkmen, age, sh. 212