İslamcılık tartışması, laik diktatörlük yok sayılarak yapılabilir mi? Sitemiz yazarı Selahaddin E. Çakırgil yazdı:
‘İslâmcı’ olan ve olmayan ‘müslümanlar’ mı?
Denilir ki, marksist ideolojinin temel kitabı sayılan ünlü ‘Das Kapital’ isimli eseri üzerine Viyana’da tertiblenen akademik bir toplantıya, Karl Marx da İngiltere’den gizlice katılmış, sıradan bir dinleyici gibi.. Toplantıyı birkaç gün izledikten sonra söz almış ve ‘Burada marksizm üzerine yapılan tuhaf değerlendirmeleri dinledikten sonra diyorum ki, ben marxist değilim..’
Ve sonra da kimliğini açıklamış:
-Adım, Karl Marx!
*
Benzer bir anekdot da ünlü felsefeci Martin Heideger için anlatılır:
Munih Üni.’de Heideger’in felsefesi üzerine bir sempozyum düzenlenir..
Toplantıya Heideger de uzaklardan, güneybatı Almanya’daki Schwabe bölgesinden, Freiburg’dan, bir ‘schwäb’ (şveb) köylüsü kılığında katılır ve kendi felsefesi anlatıldıkça, zaman zaman başını sallar.. Onu tanıyan diğer akademisyenler de onun olduğu yerde konuşmayı gereksiz görürler.. Sonunda, sempozyuma katılan ve Heideger’i şahsen tanımayan bir akademisyen, arkadaşlarına: ‘Ağır bir konu olduğu için, galiba sıkıcı oldu.. Herkes tepkisiz olarak dinledi.. Bir kişi hariç.. O da bir köylü idi.. Sanırım, anlamadan başını sallayıp duruyordu..’ der..
*
Bir de kendi dünyamızdan, müslüman coğrafyalarından bir ilginç anekdot:
İran’da İslam İnqılabı olduktan sonraki ilk yıllar..
Bir sistem temelden çökertilmişti, ama, yeni bir düzen kurulması, Şah rejimini devirmekten daha çetindi ve çok ağır iç buhranlar yaşanacaktı..
Artık, Şahlık düzeni güçlerinin geri dönmesi kolay gözükmüyordu. Ama, ülkeyi yönetmek ve sosyal hayatı tanzim için, ‘Ben de varım!’ iddiası taşıyan her dünya görüşü, cereyan ve ideolojinin bağlısı sosyal plana çıkmaya çalışıyordu.
Uzuuun yıllardır, utopya veya ideal olarak kendi dünya görüşlerini sosyal planda etkili ve düzenleyici güç olduğuna inanan ve bunun için gereken hayatiyeti haiz oldukları iddiasını taşıyanların devreye girmek için uygun bir fırsat beklemeleri de tabiî idi..
Nitekim, ilk yıllar, Kürdistan’da, Azerbaycan’da, Belûcistan’da, Türkmen Sahrası’nda, (halkının ekseriyetini arabların oluşturduğu) Khuzistan’da, İran’ın bölünmesine bile varacak derece, aylarca süren kanlı ayaklanma ve isyan teşebbüsleri yaşandı ve bunlar çetin mücadelelerle bertaraf edildi..
Bu çetin savaşların toplumun geleceğinin nasıl yönetilmesi gerektiği üzerinde de etkisi oluyordu, haliyle.. Kimileri, toplumu tek tip, ‘kurşun asker’lerden oluşan radikal bir yapıya döndürmek gerektiğini düşünüyordu.. Bazıları ise, silaha başvurmayan herkesin, ülkenin geleceği, salâhı ve hayrı için düşüncelerini açıklaması ve bunun için gerekli teşkilatların ortaya çıkmasına izin verilmesi gerektiğini düşünüyordu..
(Şimdilerde, Rehberlik Makamı’nı gözetlemekle vazifeli olan Faqihler Meclisi- Meclis-i Khubregân’ın başkanı olan ve de İslam İnqılabı’nın başından beri hep geri planda dursa da, sistematik düşünen beyinlerden birisi olarak kabul edilen) Âyetullah Muhammed Rızâ Mehdevî-Kenî’nin birkaç ay önce verdiği bir mülâkatta, ilk kez ve çok net olarak belirttiğine göre, o dönemde İslam İnqılabı Hareketi’nin karizmatik lideri İmam Khomeynî ise, kendisinin ve diğer ulemânın direkt olarak hükûmette yer almayıp, yol gösterici, gözetleyici, ikaz edici bir konumda kalmasını düşünüyordu.. Amma, İmam bizzat idarenin başında olmazsa, duruma hâkim olmakta büyük zorluklarla karşı karşıya geleceklerini düşünenler, İmam’a, hükûmetin başına geçmesi için ısrarlı çağrılar yaparlar.. İmam ise, ‘Biz hükûmet etmek için gelmedik..’ diye bu çağrılara olumlu yaklaşmaz. Ama, sonunda ve kontrolün tamamen elden çıkmaması için yönetimin başına geçmeyi kabul etmek zorunda kalır..
O günlerde, bir siyasî eğilimin önde gelenleri İmam Khomeynî ile görüşmek isterler.. Ama, onların İmam’a yaklaşmasını istemeyen çevresindekiler, engel olmak isterler.. Haber İmam’a ulaştırılınca.. İmam onların kendisiyle görüşmesini niçin engellemek istediklerini sorar..
(İnqılab’ın ilk yıllarında, 10 yıl kadar Yargı Gücü’nün başkanlığını yapan Âyetullah Abdulkerîm Musevî Erdebilî’nin Tahran’daki bir Cuma namazı hutbesinde 20 küsur yıl öncelerde anlattığına göre) çevresindekilerle İmam arasında özetle şöyle bir konuşma geçer:
-Onların benimle görüşmesini niçin istemiyorsunuz?
-Efendim, onlar İslâm’a karşılar..
-Hayır.. Onlar İslâm’a değil, sizin İslam’dan anladığınız mânâya karşılar..
-Efendim, onlar ayrıca İslâm İnqılabı’na da karşılar..
-Hayır.. Onlar İslâm İnqılabı’na karşı değiller, sizin İslâm İnqılabı’ndan anladığınız mânâya karşılar..
-Efendim, onlar sizi de sevmezler..
-Beni sevmek meğer, ne zamandır vâcibât-ı şer’iyye (şer’î gereklilik)’den sayılmaya başlandı?
*
Son günlerde İslâmcılık üzerine yapılan yoğun tartışmalara değinmek isteyince, konunun daha iyi anlaşılması için bu anekdotların aktarılmasında fayda umuldu..
*
Her müslüman, inancının bütün zaman ve mekânlara hâkim olması arzu ve idealini taşıdığına göre..
Evet, günlerdir, ‘İslâmcılık’ terimi etrafında bir tartışmadır gidiyor, ehl-i kalem ve sahib-i nazar müslümanlar arasında.. Hattâ, müslüman olmayan bazılarının da tartışmaya katıldığı gözleniyor..
Bu tartışmalara bakarak, bazıları herhalde, ‘Eğer İslâmcılık bu ise, ben İslâmcı değilim..’ diye anlatmak noktasına gelir; ya da, başkaları tarafından ‘İslâmcı’ olarak nitelenmiyebilir. Bazıları da, herhalde, ‘İslam’dan, müslüman olmaktan, İslâmcı sayılmaktan anlaşılan mânâ nedir?’ diye sormaktan kendini alamaz..
Böylesine bir konuya, bu kadar yoğun ve birbirine aykırı boyutlarda yapılan tartışmalar içinde teferruatıyla değinmenin fazla bir faydası olmasa gerek.. İlginç olan şu ki, bu yolda ortaya konulan görüşler arasındaki farklılaşmalardan ayrı olarak ve hattâ kişilerin bizzat yazdıkları arasında bile tezadlar ve çelişkiler bulunabiliyor.. Buna bir de, hemen herkesin kendi imalâtı olan terimlere ağırlık vererek, başkalarını da o çerçevede düşünmeye ilzam etmek isteyici tavrını eklersek, tablo daha bir girift hale gelebilir.. Çünkü, insanlar genelde kelimelerle anlaşır. Kelimelerle anlaşmaya çalışırken de, bazı kelimelere, herkes kendi verdiği özel mânâlar çerçevesi içinde bir terim ağırlığı vererek yaklaşırsa, herkesin kendisine göre bir kurtarılmış fikrî alan oluşturması da kaçınılmaz olur ve o zaman da konunun anlaşılması daha bir muğlaklaşır..
Yazının devamı için tıklayınız…