Kemalist rejim modernliğe sahip çıktığı ve onu ehlileştirici bir süreç olarak tasarladığı ölçüde, Türkiye'nin dindar Müslümanları da kendilerini modernliğin dışında hayal ederek korumaya çalıştılar.
Ancak bu pek de gerçekçi bir yaklaşım değildi. Çünkü modernlik denen şey, günlük hayatımıza, alışkanlıklarımıza, beğenilerimize ve isteklerimize nüfuz eden bir özelliğe sahip. Hayat seviyesinin ve teknolojik imkânların gelişmesiyle birlikte sadece kullanılan aletler değil, bizzat yaşam normları da değişiyor. Dolayısıyla modernliğin dışında kalabilmek, bu imkânlardan mahrum olmayı ima etmekte... Nitekim laiklik üzerinden tanımlanan kamusal alan, Türkiye'de tam da bunu yaptı. Bu durum tepkisel niteliği yüksek, modernlikle bağdaştırılan 'demokrasi' gibi kavramları düşmanlaştıran bir 'İslamcılık' üretti. Yani modern dünyayı külliyen reddetmeyen, onu kullanan, ama onun değerlerini horlayarak kendine korunaklı alanlar açan bir 'modern' karşı koyuş...
Söz konusu direnç, devletin nüfuz edemediği, laikliğin kontrolü dışında kalan bir kurumsallaşmaya dayanmak ihtiyacındaydı. Öte yandan bu kurumsallaşmanın modern dünyada kalıcı olabilmesi, hayatiyetini sürdürebilmesi de gerekmekteydi. 'Aile' bu işi mükemmelen yürütebilecek kurum olarak ortaya çıktı... Aile İslamî 'biçimi' ve değerleri koruyan ve yaşatan bir çekirdek olarak işlevselleşti. Böylece kadının rolü ve anlamı da, ailenin korunması ve yaşatılması bağlamında tanımlanmış oldu. Buna karşılık ailenin kamusal dünya karşısında hayatiyetinin sürdürülmesi erkeğin işleviydi ve bu işbölümü dindar ailelerin zaten benimsemiş olduğu ataerkil zihniyetle de uyum içindeydi.
Ne var ki son yirmi yıl içinde sessiz bir devrim yaşandı. Bunun ilk ayağı modernliğin bir bütün olarak yıpranması ve yeni sorunlar karşısında çaresiz kalmasının sonucu olarak ortaya çıktı. Böylece dünya demokrat zihniyetle tanıştı ve katılımcılık, ikna, şeffaflık gibi normlar hızla yaygınlaştı. Sürecin ikinci ayağı ise bu yeni normların hak ve özgürlük arayışını meşrulaştırdığını keşfeden mağdurlar üzerinden yaşandı. Demokrasinin bir aldatmaca değil, tam da ihtiyaç duyulan ortam olduğunu anlayan mağdurlar merkeze talip oldular. Bugün tüm Ortadoğu ve Kuzey Afrika bu arayışın parçası. Türkiye ise gelişmeyi daha hazmederek yaşadı ve süreklilik kazanan AKP iktidarını üretti.
Ancak bu olumlu değişim, 'İslamcı modernliği' rahatsız edecek olan bir durumun da habercisiydi... Merkeze yürüyen ve bundan nemalanan dindar kesim, refah sıçramasının eşliğinde giderek çeşitlenen ve sınırlanması mümkün olmayan hayat tarzları üretmeye başladı. Diğer taraftan daha önce sakınılması gereken İslamî hayat tarzı bir yandan açığa çıkarken, diğer yandan da melezleşme belirtileri göstermekteydi. Bütün bunlar dindar muhafazakâr âlemde iki önemli kırılmaya neden oldu: Ailenin dışa kapalı yapısı yıkıldı ve buna bağlı olarak dindar ailelerde kadın/erkek dengesi ve ilişkisi dönüşmeye başladı.
Sonuç 'modern Müslümanlık' olarak adlandırabileceğimiz geçmişteki klasik adaptasyon mekanizmalarının geride kalmasıydı. Bu var olma biçimi, Müslümanların tam olarak içselleştirmedikleri ama içinde yaşadıkları modernliğe tutunma biçimlerini ifade ediyordu. Modernliği külliyen reddetmeyen, ama ona uyum sağlarken kendisini de bir alternatif olarak koruyan bir yapıdan söz etmiş oluyorduk. Oysa bugün farklı bir durum var... Ekonomik ve siyasî açıdan merkeze yürürken, kendi sosyal ve kültürel damgasını kamusal alana vuran bir toplumsallaşmadan söz ediyoruz. Diğer bir deyişle artık İslamî kesim modernliğe adapte olmuyor, onu dönüştürüyor. Bunu yaparken de onu sahiplenmiş oluyor... Üstelik bu artık geçmişteki otoriter kıvamı ağır basan bir modernlik değil. Reel dünyada hâlâ bu eğilimler mevcut olmakla birlikte, normatif açıdan bakıldığında eşdüzeyli ve heterojen bir yeni dünyanın çağrısı yapılıyor.
Dindar kesim de doğal olarak bu çağrıdan nasibini almış durumda. Dahası, başörtüsü hareketinin gösterdiği üzere, Türkiye'de dindar kadınlar söz konusu çağrının takipçileri değil, yürütücüleri. Bütün bunların anlamı kadın/erkek ilişkilerinin ve aile kurumunun geriye dönülmez bir biçimde yeniden şekillenecek olduğudur. Daha çarpıcı olan, bu yeniden şekillenmenin bizzat kadınlar tarafından istenmesi ve erkek dünyasının giderek arkaik bir değerler kümesi içine sıkışma ihtimalinin artmasıdır.
Dindarlar modernliğe direnmekte de, ona uyum sağlamakta da zorlanmadılar. Ama şimdi modernliğin dönüşümünün taşıyıcısı konumundalar ve bunun ima ettiği içsel dönüşüme de hazır olmak durumundalar.
ZAMAN